1920’Lİ YILLARDA SİNEMA VE KENT SENFONİLERİ




Sinema 1895 yılında Paris’te Lumiére Kardeşler’in yapmış olduğu ilk film gösterimi ile tarih sayfasına adımını atmıştır ve günümüze gelene kadar birçok teknolojik gelişmeden, birçok akım ve kuramdan faydalanarak şimdiki halini almıştır. Ancak ilk çıkışında Lumiére’lerin çektiği ve insalara gösterdikleri filmler “Belge Film” diyebileceğimiz bir türdü. Basit bir şekilde sadece kameranın gördükleri şeyler kayıt altına alınıyordu; trenin gara girişi gibi.
Georges Mélies ile birlikte ise çekilen görüntülerin üzerinde oynanabileceği gerçeği ortaya çıktı ve kurgu sinemaya dahil oldu. George Mélies, 1902 yapımı “Ay’a Seyahat” filminde olduğu gibi öykü anlatımını sinemaya dahil etti ve sinemanın gideceği yön konusunda çok büyük bir etki sağladı. Böylelikle sinemanın ilk yıllarından itibaren kurmaca filmler ve belgesel filmler diye bildiğimiz ayrımın ilk kıvılcımları ortaya çıkmaya başladı.
1900’lerin başında hızla gelişen ve tüm dünyaya, en batıda ABD’den en doğuda Japonya’ya kadar, yayılmaya başlayan sinema I. Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla bir süreliğine hız kaybetmiştir. Ancak savaşın sona ermesinden sonra 1920’li yıllar ile birlikte başta ABD, Sovyetler Birliği, Fransa ve Almanya olmak üzere tüm dünyada sinemanın hızla yayılmaya ve gelişmeye devam ettiği görülmektedir.
Bu dönem içerisinde sinema önceki yıllara oranla çok daha fazla gelişim gösterir ve emeklemekten yürümeye geçer. 1920’li yıllar Sovyet Biçimci Kuramcılar’ın, Charlie Chaplin’in, Alman Dışavurumcu ve Fransız Avangart Akımları’nın ve elbette Kent Senfonileri’nin sinemaya dahil olduğu yıllardır.
1920’li yıllar Amerikan Sineması’na baktığımızda; I.Dünya Savaşı’ndan galip çıkmış bir ülke olarak savaş öncesi sinema sektöründe yer alan dengeyi altüst ederek kontrolü eline geçirmiş bir Hollywood görürüz. Bildiğimiz şekilde tüm dünyayı kendi ülke sineması için bir pazar haline dönüştürmeye başladığı ve endüstrileştiği yıllardır 1920’ler. Bu dönem Hollywood filmleri sinemaya sanatsal açıdan pek bir şey katmayan sessiz stüdyo filmleridir. Hollywood eğlence sinemasıdır. Ancak yinede sinemaya kazandırdıkları vardır. Bu kazanımların en büyüğü ise elbette Charlie Chaplindir. 1920’lerde çektiği “Yumurcak, 1921”, “Altına Hücum, 1925” ve “Sirk, 1928” gibi filmlerle sinema efsanesi olma yolunda büyük bir adım atar.
Chaplin dışında 1921 yapımı olan Paul Strand’ın “Manhatta” isimli kısa belgesel filmi ise kent belgeselini başlatan film olarak kabul edilir. Filmine konu ve ana karakter olarak Newyork şehrini seçen Strand, şehrin ulaşım araçlarını, insanlarını, binalarını ve hayatını kayda alır.
ABD’de 1920’li yıllarda endüstri sineması gelişirken Sovyetler ise sinemayı bir propaganda aracı olarak kullanıyordu. Pudovkin, Eisenstein ve Vertov gibi önemli yönetmenler kurgu ve çekim teknikleri geliştirerek sosyalizmin halk geneline yayılmasını sağlamak için çalışıyorlardı. Bu dönem Sovyet Sineması’nda Pudovkin’in “Ana”, Eisenstein’in “Potemkin Zırhlısı” ve “Ekim” filmleri önemli yapıtlardır.
Vertov’un filmi olan 1929 yapımı “Kameralı Adam” ise hem kuramsal açıdan ortaya sunduğu yeni bakış açısıyla hemde bir kent senfonisi oluşuyla önemlidir. Vertov film boyunca bazı Sovyet kentlerinden görüntüler sunar ve hem kentlerin hem toplumun hemde Sovyetler Birliği’nin yeni siyayi yapı içerisinde bireysellikten uzak toplumsal yapısı içindeki uyumuna dikkat çeker.
1920’ler Alman Sineması’na baktığımızda ise; savaş mağlubu bir ülke ve bu mağlubiyetin her alanda olduğu gibi sinemada da yansımalarını görürüz. Almanya iki savaş arası dönemde dışavurumcu bir sanat anlayışı benimsemiştir ve insanların psikolojik durumları eserlerine yansımıştır. Fritz Lang ve Walter Rutthmann bu dönem Alman Sineması’nın en önemli yönetmenlerindendir. Fritz Lang’ın 1927 yapımı “Metropolis” filmi bu dönemin en önemli filmlerindendir.
Walter Rutthmann’ın yine 1927 yapımı olan “Berlin Bir Büyük Kent Senfonisi” filmi de senfonik filmlere örnek olmasıyla döneminin önemli filmlerinden biridir. Rutthmann bu filmde gün doğumundan gün batımına Berlin şehrini anlatır. Makine ve insan etkileşimine vurgu yapmaya çalışır. Bu film senfonik kent filmlerinin ilk güçlü temsilcisidir.
1920’ler Fransız Sineması’na döndüğümüzde ise; sanatın kaynağı ve başkenti olmuş bir Paris görürüz. Woody Allen’ın “Paris’te Geceyarısı” filminde tasvir ettiği şekilde zamanın tüm sanatçıları oradadır ve böyle bir ortamda Fransa’da Avangart bir sinema anlayışı ortaya çıkar. Fransız Avangart Sineması ile birlikte yenilikçi, deneysel sinema çalışmaları yapılır ve dönemin en ünlü yönetmenlerinden birisi René Clair’dir.
Kent senfonilerine örnek verilebilecek film ise Alberto Cavalcanti’nin 1926 yapımı “Nothing But Time” adlı filmidir. Paris’teki farklı gelir gruplarını konu edinen film bize bu gelir grupları ve insanlar üzerinden aslında Paris’i anlatır.
1920’li yılarrda kent senfonileri diye adlandırabileceğimiz filmler elbette bu verdiğimiz 4 örnekle sınırlı değildir. “Petersburg’un Sonu” “Paris uyuyor” gibi daha başka filmlerde merkezine bir şehri alarak kent senfonisi olarak adlandırılabilmektedir. Bir filmin kent senfonisi olabilmesi için kamerasını insanlara çevirdiği kadar şehrin kendisinede çevirmesi gerekir. Kent bu filmlerde adeta bir birey haline gelmektedir.
Kent senfonileri dediğimiz film türünün 1920’li yıllar gibi erken bir zamanda ortaya çıkması sinema ve kent ilişkisinin en başından beri ne kadar sıkı ve dinamik bir halde olduğunu bize gösterir. Bir bakıma sinemayı sinema yapan kenttir. İster “Manhatta” filminde olduğu gibi gerçek sokakları kullansın ya da “Metropolis” gibi stüdyoda çekilmiş olsun kent her zaman sinema için bir karakterdir ve filme güçlü bir anlam katar.

Yorumlar