“MAD MAX FURRY ROAD” FİLMİNİN AVRUPA SANAT SİNEMASI VE HOLLYWOOD KLASİK ANLATILARI ÜZERİNDEN ANLATISAL OLARAK DEĞERLENDİRİLMESİ
Giriş
Sinema
1895 yılında Fransa’da, Lumiére Kardeşler tarafından icat
edildi. İlk başta belge özelliği taşıyan basit görüntüler
filme alınırken daha sonraları George Méliés’ın devreye
girmesiyle birlikte sinemanın hikaye anlatma gücü ortaya çıktı.
Bu süreçten sonra sinemada anlatı çok güçlü bir etken haline
dönüştü ve filmlerde hikaye anlatıcılığı gelişti.
Sinemada
anlatı, hikaye anlatıcılığı ve bir şeyler anlatma isteği; bu
durum zaman içerisinde sinemanın gelişim kazanmasıyla, çeşitli
tarzları, bakış açılarını, akımları ve kuramları etkiledi
ya da bunların oluşmasını sağladı.
Hollywood’un
bir endüstri olarak organize olup gelişmesi ile birlikte günümüzde
de hala varlığını sürdüren ve “Klasik Anlatı” olarak
anılan anlatı türü ortaya çıkmış oldu. “Giriş-gelişme-sonuç”
kalıbı içerisinde ilerleyen bu anlatıda kurallar daha sabittir.
Klasik anlatı ile oluşturulan filmler çoğunlukla başı-sonu,
iyisi-kötüsü ve çatışma sebebi belli olan hikayeler anlatırlar.
Klasik anlatı ile birlikte ortaya çıkan diğer özellikler ise tür
filmleri ve yıldız sistemidir. Klasik anlatı içerisinde belli
kurallar çerçevesinde hikayelere sahip olan, benzer olan filmler
(ortak çatışma, hikaye örgüsü, ikonografi gibi) tür filmlerini
oluşturur. Yıldız sistemi ise; filmlerin ünlü oyuncuları
içermesi ve hikayenin bu ünlü oyuncular etrafında şekillenmesi
olarak açıklanabilir.
Hollywood
bu klasik anlatı sistemini kurduktan ve geliştirdikten sonra ise
dünya sinemasını birçok şekilde etkilemeyi başarmıştır. Çok
geniş çevrelere filmlerini ulaştırmayı başarmış ve seyircinin
bu anlatı tarzını benimsemesini sağlamıştır. Kimi ülkeler bu
anlatı tarzını kendi sinemalarına uygularken (Türkiye’de
Yeşilçam örneğinde olduğu gibi), kimi ülkelerde ise bu anlatıya
bir karşı tepki olarak yeni akımlar ortaya çıkmıştır. İtalyan
Yeni Gerçekçiliği, Fransız Yeni Dalgası, Üçüncü Sinema gibi
akımlar bu karşı tepkinin sonucudur.
Bu
çalışmanın odak noktasını ise Avrupa Sanat Sineması olarak
anılan Yeni Gerçekçilik ve Yeni Dalga gibi akımlar ve onların
anlatı özellikleri oluşturuyor.
Avrupa
Sanat Sineması’nın anlatısı, “Avangard Sinema” kadar
deneysel değildir. Hala klasik anlatı gibi bir hikaye anlatır ve
yarı ticari bir amaç güder. Klasik anlatıyı kullanan Hollywood
bir endüstridir ve ticari amaçla film yapar. Amaç en çok
seyirciyi salonlara çekecek formülle film yapmaktır. Sanat
sinemasında ise üstüne düşünülmesi istenen bir sorun vardır.
Yarı ticari olması, para kazanmanın yanı sıra seyirciyi
düşündüren filmler üretmesinden kaynaklanır. Klasik anlatının
yerleşik kurallarını kırarak daha özgün bir anlatım kurmasına
rağmen yinede hala bir hikaye anlatır. Yani Klasik Anlatı ile
Avangard/Deneysel arasında kalan bir anlatıdır.
Avrupa
Sanat Sineması, kendi anlatısını geliştirdikten sonra; nasıl bu
anlatılar Hollywood’un klasik anlatısından etkilenip ona bir
tepki olarak ortaya çıktıysa, Hollywood’da bu yeni anlatı
tarzlarından etkilenmiştir. Bu çalışmanın amacı anlatılar
arasındaki sınırların çok net olmadığı günümüz sinema
dünyasında bu durumu rastgele seçilen bir film üzerinden
incelemek ve elde edilen sonuçları değerlendirmektir. Öncesinde
ise Klasik Anlatı ve Avrupa Sanat Sineması Anlatısı’nın
özellikleri daha ayrıntılı bir şekilde sunulacaktır. Ardından
seçilen “Mad Max Fury Road” filminin konusuna değinilecek ve
anlatı yapısı iki anlatı üzerinden karşılaştırılacaktır.
Anahtar
Kelimeler: Klasik Anlatı, Sanat Sineması Anlatısı,
Birinci Sinema, İkinci Sinema, Hollywood, İtalyan Yeni Gerçekçilik,
Fransız Yeni Dalga, Mad Max Fury Road
1) Klasik Anlatı (Hollywood Anlatısı, Birinci Sinema, Popüler Sinema)
Klasik
Anlatı, çoğunlukla Hollywood, Bollywood ya da Yeşilçam gibi
endüstrileşmiş ya da endüstrileşmeye çalışan, birinci sinema
olarak anılan, ticari ve popüler sinema filmlerinin kullandığı
anlatım tarzıdır. Bu anlatımı kullanan filmlerin genel olarak
öncelikli amacı seyirciyi salonlara çekip elde edebilecekleri en
fazla kazanca ulaşmaktır. Bu amaçla klasik anlatı zamanla
formüller üretmeye başlamış ve tür filmlerinin ortaya çıkmasını
sağlamıştır.
Özellikle
Sanat Sineması anlatısının güç kazanmasından önce, Hollywood
filmleri fabrikasyon şekilde, belli kurallara uyularak çekilirdi.
Bu sistem içerisinde klasik anlatının ayrılmaz parçaları tür
filmleri ve yıldız sistemiydi. Tür ile birlikte, çekilen filmler
sınıflara ayrılmakta ve her tür kendilerine ait bir ikonografi
kültürü oluşturmaktadır. Örneğin bir tür olarak Western
filmlerinde şerif rozeti ve Kızılderililer, bu türe ait
ikonografik öğelerdir ve bir filmde bunları gören bir seyirci,
bir Western izlediğini kolaylıkla anlayabilir.
Diğer
taraftan yıldız sistemi de klasik anlatı için hayati bir öneme
sahiptir. Filmlerde rol alan yıldız oyuncular, seyircinin o filme
gitmesi için itici güç konumuna gelebilir. Beğendiğimiz bir
kadın ya da erkek oyuncuyu beyaz perdede izlemek, iki saat için o
kişi ile özdeşleşmek ve o olmak hissi birçok izleyiciyi teşvik
eden bir unsurdur. Klasik anlatı içerisinde yıldız oyuncular
çoğunlukla “screenpersona” denilen kişilere dönüşürler.
Yani oynadıkları filmler ve karakterlerinin adı değişse bile o
karakterin kişilik özellikleri değişmez. Aslında her filmde aynı
kişiyi oynamaya başlarlar. Bu karakterlerin bulunduğu filmlerde,
seyirci, sürprizsiz bir şekilde, bu karakterden benzer mücadeleleri
vermesini bekler. Örneğin John Wayne, Kemal Sunal, Cüneyt Arkın
gibi oyuncular screenpersonadır ve yer aldıkları filmler farklı
bile olsa karakter özellikleri çoğunlukla aynıdır ve seyirci bu
kişinin filmde ne yapıp ne yapmayacağını az çok bilir.
Örneğin
Cüneyt Arkın; oyuncu Kara Murat’da olsa, Battal Gazi’de ya da
Dünyayı Kurtaran Adam, seyircinin ondan alacağı şey ve
beklentisi aynıdır. İyi dövüşen, iyi silah kullanan, dürüst,
güçlü, adaletli ve kötü adamları yenen kahraman. Karakter
özellikleri daha da arttırılabilir ancak sonuç olarak Cüneyt
Arkın geçmişte yaşayan bir karaktere de hayat verse ya da
gelecekte yaşayan birine, seyircinin o filmi izlerken onun
karakterinde göreceği şey aynıdır çünkü o bir
screenpersonadır.
Klasik
anlatının diğer özelliklerine baktığımızda ise ilk ve en
belirgin olan özelliği “giriş-gelişme-sonuç” şeklinde
ilerleyen öykü yapısıdır. Giriş kısmında seyirciye çevre ve
karakterler tanıtılır. Hikaye evreninde bir denge vardır. Ancak
çatışma sebebi ortaya çıkar ve denge bozulur. Sonrasında
gelişme kısmı başlar ve seyircinin karakteri daha yakından
tanıma ve onunla özdeşlik kurma süreci başlar. Klasik anlatının
en önemli özelliklerinden birisi seyircinin izlediği karakterler
ile özdeşlik kurmasıdır. Bu durum çoğunlukla gelişme kısmında
güçlü bir şekilde yaşanır. Gelişme kısmı boyunca karakter
gelişimi sağlanır ve hikaye çatışmanın kırılma noktasına
doğru tırmanır. Kırılma noktasından sonra genellikle ana
karakter çatışma sebebi olan unsuru ortadan kaldırıp hikaye
evrenine tekrar denge getirir ve film mutlu sonla biter.
Klasik
anlatının olay örgüsü “neden-sonuç” ilişkisine bağlıdır.
Hikayenin çatışması sonucun nedeni olduğu gibi bir sahne de
kendinden sonra gelen sahnenin nedeni olabilir. Aynı şekilde bir
sahne kendinden önce gelen sahnenin sonucu olabilir. Bu anlatı
yapısında kurulan olay örgüsünde hemen hemen hiçbir sahne,
hiçbir diyalog ya da mizansende özel olarak belirtilen hiçbir
nesne film içerisinde sebepsiz yere kullanılmaz. Kullanılan her
öğenin hikayenin akışına faydası vardır. En basit örnekle
eğer bir sahnede bir silah gösteriliyor ise ilerleyen sahnelerde o
silah mutlaka patlar.
Bu
anlatı için bir diğer önemli nokta ise doğrusal anlatıdır.
Daha önce belirttiğim “giriş-gelişme-sonuç” düzeni ile
birlikte ilerler. Bu anlatıda hikaye bir durumda başlar ve
gelişerek başka bir durumda dengeye kavuşarak son bulur. Hikaye
filmin sonunda başladığı şeklinden başka/farklı bir şekilde
son bulur. Örneğin bir adam filmin başında kasabasında yalnız
yaşamaktadır. Filmin ilerleyen sahnelerinde bir kızla tanışır
ve ilişkileri gelişme kısmı bıyunca ilerler ve sonuç kısmında
evlenirler. Yani hikayenin başındaki yalnız adamdan evli, aile
sahibi bir adama dönüşür karakter. Bir değişim gerçekleşmiştir.
Klasik
anlatının bir diğer önemli noktası ise “dikişsiz kurgu”
olarak adlandırılan kurgu biçimidir. Sinemada kurgu kullanımı
1920’li yıllardan itibaren “Rus Biçimciler” olarak anılan
Rus sinemacıların çalışmaları sayesinde önemini kanıtlamıştır.
Klasik anlatıyı kullanan Hollywood filmleri ise dikişsiz kurgu
tekniğini kullanarak seyircinin gözünde filmin gerçeklik hissini
arttırmışlardır. Dikişsiz kurguda bir sahne genel, yakın ve
ayrıntı olmak üzere birçok farklı planda kayda alınır ve bu
planlar kurguda akıcı bir şekilde ve uyumluluk içinde bir araya
getirilir. Sahneyi izlerken çok kısa aralıklar içinde hem
sahnenin genel görüntüsüne hem de karakterlerin ayrıntı
çekimlerdeki mimiklerine ve ruh hallerine hakim olabiliriz ve bunu
izlerken bu kurgu bizi rahatsız etmez çünkü hikaye çok akıcı
bir şekilde ilerler ve biz bu akan görüntüleri kendi zihnimizde
birleştiririz. Sinema salonunda izlediğimiz bir filmde bir yandan
ana karakter ile özdeşlik kurarken diğer yandan da izlediğimiz
filmin yarattığı “gerçekmiş” gibi hissine kapılırız.
“Filmlerin kamusal bir
eğlence aracı ve dili haline gelmesinden kısa bir süre sonra,
yönetmenler sıçramalı ve istikrarsız bir biçimde bütün bu
ilkeleri sınadılar, türettiler, sinemadaki karşılıklarını
buldular. 1917 yılına kadar Amerikalı yönetmenler birleşik bir
tarz, üslup haline getirecek sentezleri yapmışlardı, bir sonraki
on yıllık zaman dilimi içinde bu tarz ve üslup bütün dünyaya
yayıldı, benimsendi, üstlenildi, geliştirildi.”1
David
Bordwell’in “Hollywood’un Film Dili” adlı kitabında da
belirtildiği gibi 1920’lerin başına gelindiğinde klasik anlatı
çoktan kendi kurallarını ve şeklini bulmuş ve bu yapısıyla da
dünyaya yayılmayı başarmıştı. Zaten bu erken sistemleşme ve
dünyaya yayılma durumu ilerleyen dönemlerde diğer ülke
sinemalarında bu anlatıya karşı bir tepkinin, karşı duruşun
tetikleyici unsurlarından biri haline gelecekti.
“1910’ların sonlarından
beri Amerikan anlatı formları hala kendisini hoş karşılayan
dünyaya ihraç edilir. Olay örgüleri fiziksel harekete, açık
çatışmalara, giderek yükselen dramatik çekişmelere ve zamanın
baskısıyla şekillenmiş giderek zirveye doğru akan gerilime
dayanmaktadır. Dramatik etkiyi maksimuma çıkarmak için kendi
içinde derinlik kazandırılmış ve kontrastlar verilmiş görsel
tarzı diğerleri gibi kolaylıkla anlaşılır. Tam da Webern’in
asla asansör müziği olamayacağı gibi, sinemasal hikaye anlatmaya
bir hayli deneysel yaklaşım büyük ve geniş uluslararası
seyirciye çekici gelmeyecektir.”2
Görüldüğü
gibi popüler sinema izleyicisi, klasik ve doğrusal anlatıyı
benimsemektedir. Kuralları genel olarak belli olan ve bu kuralları
kolay kolay esnetmeyen bir yapı içerisinde üretilen filmleri yoğun
bir şekilde tüketen seyirci, deneysel ve içerisinde farklılıklar
ve sürprizler bulunduran filmlere çok fazla ilgi göstermemektedir.
Popüler filmlere belli bir beklentiyle giden seyirci, bu
beklentisinin karşılanmasıyla birlikte bir haz duyar. Bu tarz
seyircinin film tercihlerinde sürprizlere yer yoktur. Bir filme
gülmek için giden seyirci, sadece gülmek ister.
“Klasik film yapımının
bir konvansiyonuna göre, zamanın yaygın pasajları ‘montaj
sekansları’ ile yoğunlaştırılabilir, bütün bir süreci
açıklamaya karşılık gelen imgeler dizisi yaratılabilir-
Atlantik’i geçerek, bir tatil kasabasında bir daire ortamına
karakterler sokularak, sevgili ile mükemmel günler geçirilebilir.
Sessiz dönemin sonunda montaj sekansı kendi ilk çıkış günlerini
ve yeni anlamını buldu, tipik biçimde kendi kısa ve özlü halini
buldu, zaman içinde çözülen, alışılan tipik imgeler oluştu.
Teknik daha tam halini ve gelişmiş biçimini sesli dönemde buldu;
yalnızca ses ve müzik buna eklenmedi, aynı zamanda optik baskının
icadı daha fantezi dolu ve hayali geçişlerin yolunu açtı,
böylelikle geçilen yerlerde ayak izi bırakmadan dolaşmak mümkün
hale geldi... 1960’lara kadar yönetmenlerin çoğu basit kesmeleri
savunmak için hayali geçişleri terk ettiler, ama montaj sekansı
anlatının özetlenmesi için yararlı olduğu ve kolaylıkla
anlaşılabildiği için, aynı zamanda, yakın geçmişteki
bilgisayarlarda kullanılan imgelerle kodlanmış montajlara benzer
biçimde ileri teknoloji keşiflerini montaja taşıdılar, yeni
kurgusal, yapay fakat etkili bir dil kurdular.”3
Daha
önce de belirttiğim gibi “dikişsiz kurgu” olarak adlandırılan
montaj yöntemi klasik anlatı açısından çok önemli bir
unsurdur. Hikayenin anlatılış sürecine akıcılık ve gerçekçilik
hissi katar. İzleyici, kurgu ile gösterilen ve gösterilmeyen
sahneleri zihninde birleştirerek hikayeyi tamamlar. Günümüz
modern Hollywood sinemasında, kurgu o kadar önemli bir noktaya
gelmiştir ki; bir sahnedeki farklı planlar arası geçişler
saniyelere inmiş ve tek bir sahnede onlarca farklı plan saniyelik
değişimlerle akışı oluşturur hale gelmiştir. Örneğin 2012
yapımı “Avengers” filminde Loki adlı karakterin Shild üssünden
Tesseract adlı bir nesneyi çaldığı sahnede 150’den fazla plan
kullanılmıştır. 6 dakika 30 saniye civarında olan bir sahne
içerisinde 150’den fazla farklı plan kullanılmıştır ancak
geçişler bu kadar sık olmasına rağmen bu durum filmi izlerken
seyirciyi yormaz; aksine seyircinin hikayenin akışına kendini daha
fazla kaptırmasını sağlar. Aynı anda hem genel plan ile ortama
ve karakterlerin pozisyonlarına hakim olabilirken hem de yakın
planlar ile karakterlerin duygu değişimlerini görebilir seyirci bu
kurgu biçiminde.
Kurgu
kısmından genel olarak klasik anlatıya geri dönecek olursak;
klasik anlatı, Hollywood ile birlikte ve stüdyo sistemi içerisinde
gelişmiştir ancak özellikle 1960 sonrası Avrupa Sanat Sineması
anlatısından etkilenmeye başlamış ve film yapım pratiklerinde
değişimler hız kazanmıştır. Ancak günümüze baktığımızda,
gelişen teknoloji ve bilgisayar sistemleri ile birlikte stüdyo
içerisinde üretilen filmlerde tekrar bir artış yaşanmaktadır.
Özellikle aslında varolmayan mekanlarda geçen bilim-kurgu,
fantastik ve tarihi türdeki filmler için geçerlidir bu durum.
Örneğin 2018 yılının en çok konuşulan filmlerinden birisi olan
“Avengers: Infinity War” filminin birçok sahnesi sadece stüdyo
içerisinde kurulan setlerde çekilmiş ve “CGI”4
teknolojisi yardımıyla sahnelerin gerçekçiliği arttırılmıştır.
Sonuç
olarak, klasik anlatı, Hollywood ve benzeri birinci sinema olarak
anılan endüstri sinemalarının kullandığı olay örgüsü
“neden-sonuç” ilişkisine bağlı olan, hikayesi
“giriş-gelişme-sonuç” şeklinde ilerleyen doğrusal bir
anlatıdır. Bu anlatı popüler endüstri sineması ile birlikte
gelişmiştir ve o sinemada hakim olan anlayışın (siyasi, ekonomik
vb.) yeniden üretimini sağlar ve bu yönüyle ideolojik bir
anlatıdır. Tür sınıflaması ve yıldız sistemi bu anlatının
en önemli tamamlayıcılarıdır. Klasik anlatı mevcut sistemi
yeniden üreten bir popüler sinema anlatısıdır ve her zaman mutlu
sonla biter.
2) Sanat Sineması Anlatısı (İkinci Sinema)
Sanat
Sineması anlatısı genel olarak İtalyan Yeni Gerçekçilik,
Fransız Yeni Dalga gibi Avrupa çıkışlı sinema akımlarının
anlatı tarzlarını tanımlamak için kullanılır. İkinci Sinema
olarak da anılan bu akımlar, birinci sinema ve klasik anlatıya bir
tepki olarak ortaya çıkmış eleştirel filmler üretirler. Klasik
anlatının varolan düzeni yeniden üretimine tepki olarak ortaya
çıkan sanat sineması anlatısı eleştireldir ancak tam anlamıyla
“Üçüncü Sinema” kadar sistemin dışında değildir. Klasik
anlatının kurallarını esnetir ya da bozar ancak hala bir hikaye
anlatmaktadır. Bu anlatıyla oluşturulan filmler “yarı ticari”
filmlerdir. İlk önceliği eleştiri sunmaktır ancak yinede kazanç
elde etme amacı güderler.
Daha
önceleri “Dışacurumcu Alman Sineması”, “Fransız Avangard
Sineması” gibi akımlar olmakla birlikte sanat sineması anlatısı
asıl gücünü ve kimliğini II.Dünya Savaşı sonrasında, önce
“İtalyan Yeni Gerçekçilik” ve ardından gelen “Fransız Yeni
Dalga” akımları ile bulmuştur. Birçok ülke sineması Hollywood
filmlerine ve klasik anlatıya boyun eğmiş durumdayken İtalya’da
Yeni Gerçekçiler kendi sinema dillerini ve anlatılarını ortaya
koymayı başarmışlardır. Tepkileri ülkelerinde varolan düzene
ve Hollywood’un klasik anlatısına karşıdır. Fransız Yeni
Dalga ise Hollywood filmlerini izleyip, onlara eleştirel bir gözle
yaklaşmayı başaran bir grup yönetmenin kendi anlatı tarzlarını
ortaya koymasıyla oluşmuştur. Bu iki ana akımın dışında kalan
ve sanat sineması anlatısı içinde yer alan diğer akımlarında
çıkış noktasında çoğunlukla klasik anlatıya bir karşı çıkış
yatmaktadır.
İtalyan
Yeni Gerçekçilik akımının anlatısına kısaca bakacak olursak;
filmlerde gerçek mekan ve doğal ışık kullanımıyla stüdyo
ortamından uzaklaşmak, oyuncuların doğaçlama yapmaları, klasik
anlatının aksine hikayeye katkısı olmayan sahnelerin akışta yer
alabilmesi, filmin sonunun açık uçlu olabilmesi, yıldız
oyuncular yerine sıradan insanların filmlerde rol alabilmesi
(profesyonel olmayan oyuncular), toplumsal konulara karamsar bir
bakış açısıyla değinilmesi, senaryoya bağlı kalınmaması
gibi özellikler karşımıza çıkar. Bu akımda toplum bireyin
önündedir ve akım, klasik anlatının “giriş-gelişme-sonuç”
yapısını kırmak ister. Toplumsal eleştiri ön plandadır; sistem
yeniden üretilmez, eleştirilir.
Yeni
Dalga ise Fransız Sineması ile birlikte Hollywood’a ve elbette
klasik anlatıya bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Teknolojik
gelişmelerin ve elde taşınabilir kameraların üretilmesi de bu
akımın ortaya çıkışında önemli bir nokta olmuştur. Yeni
Dalga yönetmenleri ucuz ekipman ve amatör oyuncu kullanarak film
üretim maliyetlerini düşürmüşlerdir. Tıpkı Yeni Gerçekçilik
gibi kamerayı stüdyo dışına, sokaklara çıkararak doğal ışıkta
çekim yapmışlardır. Klasik anlatıda olduğu gibi bu akımın
anlatısında da kurgu önemlidir ancak Yeni Dalga kurgusunda
sahneler birbirini anlamlı bir şekilde takip etmek zorunda
değildir. Yine bu akım içerisinde de açık uçlu sonlarla sıkça
karşılaşırız. Filmlerde yer alan karakterler çoğunlukla
toplumdan kopuk kişileridir. Yeni Dalga’nın Yeni Gerçekçilik’ten
anlatı olarak en net şekilde ayrıldığı nokta burasıdır; Yeni
Dalga bireye, Yeni Gerçekçilik topluma yoğunlaşır. Yeni Dalga’da
filmin içeriğinden çok yönetmenin tarzı önem kazanır (Auteur
yönetmen). Klasik anlatının hata olarak kabul edeceği yöntemler
kullanılırken genelde izlenenin bir film olduğu seyirciye
sezdirilmeye çalışılır.
Sanat
sineması anlatısına genel olarak baktığımızda; klasik
anlatıdan ayrılan belirgin temel noktalar vardır. Öncelikle
klasik anlatı genellikle doğrusal bir anlatı biçimine sahipken,
sanat sinemasında dairesel ya da spiral anlatı diyebileceğimiz
anlatı biçimleri daha sık kullanılır. Dairesel anlatıda hikaye
bir noktada başlar bir süreç yaşanır, bir çatışma sebebi
vardır. Bu yönüyle doğrusal anlatıya benzer ancak farklı bir
sonla biter. Bunu “giriş-gelişme-giriş” gibi formüle
edebiliriz; yani karakter ve hikaye başladığı yere geri döner,
gelişme kısmında yaşanan tüm sürece rağmen değişen bir şey
olmaz. Olumsuz bir hikaye yapısı sunan bu anlatı İtalyan Yeni
Gerçekçilik akımı filmlerinde karşımıza çıkmaktadır. Giriş
kısmında bize fakir olarak verilen bir karakter, gelişme kısmında
zengin olmak için çok fazla mücadele verir ancak sonuçta yine
fakir biri olarak hayatına devam eder. Oysa klasik anlatı
içerisinde bu karakter sonuç kısmında hayallerine kavuşmuş ve
zengin biri olacaktır.
Spiral
anlatı ise yine doğrusal anlatının “giriş-gelişme-sonuç”
akışını bozan bir anlatı tarzıdır. Bu tarzda doğrusal
anlatıya göre giriş kısmında olması gereken bir sahne filmin
ortasında, filmin sonuç kısmında olması gereken bir sahne ise
filmin başında karşımıza çıkabilir. Bu anlatı tarzı Yeni
Dalga kurgusunda karşımıza çıkabilecek bir anlatıdır.
Sanat
sineması anlatısının klasik anlatıdan ayrıştığı bir diğer
noktada kurgu aşamasıdır. Klasik anlatı “dikişsiz kurgu”
olarak adlandırılan kurgu biçimini kullanarak bir sahneyi onlarca
farklı planla tamamlarken; sanat sinemasında uzun plan çekimler ve
derin odak kullanımı daha etkili ve yoğun bir şekilde kullanılır.
Bir sanat filminde tek bir sahneyi, sabit bir kamera açısıyla
kesintisiz bir şekilde tek bir planda çekebiliriz ya da derin odak
kullanımıyla ki çoğunlukla derin odak ve uzun plan birlikte
kullanılır, bir sahneyi planı kesmeden sadece kamera
hareketleriyle bakış açısını değiştirerek çekebiliriz. Bu
çekim tekniği ile birlikte oyuncudan rolüyle ilgili en yüksek
performansı tek çekimde, onu bölmeden, durdurmadan alabiliriz
ancak bu çekimde seyirci oyuncunun ayrıntı çekimlerine
ulaşamayacağı için onun ruh halini tam olarak kavrayıp onunla
özdeşlik kuramaz. Zaten sanat filmleri izleyicinin eleştirel
bakışını koruyabilmek amacıyla karakterler ile özdeşleşmesinin
önüne geçmeyi amaçlar. Klasik anlatı seyirciyi hikayeye dahil
ederken sanat sineması eleştiriye dahil etmeye ve eleştirel bir
şekilde düşündürtmeye çalışır.
Daha
önce Yeni Gerçekçilik ve Yeni Dalga paragraflarında da
belirttiğim gibi sanat sineması yıldız sistemine sahip değildir
ya da film hikayeleri yıldız bir oyuncunun, bir screenpersonanın
etrafında şekillenmez. Filmlerde yıldız oyuncular da yer almakla
birlikte çoğunlukla amatör, yarı profesyonel ya da tanınmamış
oyuncular yer almaktadır ve önemli olan oyuncuların kim oldukları
değil, filmde ne anlatıldığıdır.
Yine
sanat sinemasında açık uçlu sonlar sıkça karşımıza çıkar.
Klasik anlatıda akış “giriş-gelişme-sonuç” şeklinde inşa
edilir ve hikaye sonuç kısmında biter. Bunun tek istisnası olarak
seri filmler söylenebilir ancak geri kalan filmler temel yapıda
başlar ve biter. Ancak sanat sineması anlatısında film açık
uçlu sona sahip olabilir. Film süre olarak biter ancak filmin
hikayesi devam etmektedir. Hikayenin devamı seyircinin zihninde
kendine yer edinir ve seyirciyi düşünmeye iter. Film bitmiştir
ancak karakterlerin macerası zihinlerde devam etmektedir.
Yine
önceki paragraflarda değinildiği gibi sanat sinemasında sahneler
arasında ya da hikaye içerisinde “neden-sonuç” ilişkisi olma
zorunluluğu bulunmamaktadır. Hikayenin akışına hiçbir faydası
olmayan diyaloglar, sahneler vs. film içinde kendine yer bulabilir.
Örneğin klasik anlatının tersine bir sahnede gösterilen bir
tabanca ilerleyen sahnelerde patlamak zorunda değildir.
Sanat
sinemasında yönetmen önemlidir. Yeni Dalga yönetmenlerinin
oluşturduğu “Auteur Kuramı” bu bakış açısını
desteklemektedir. Özellikle 1960 öncesi dönemde klasik anlatıya
dayanan endüstri sinemasında filmler fabrikasyon şekilde belli
kurallar çerçevesinde üretildiği için herhangi bir yönetmenin
aynı filmi çekebileceği düşünülüyordu ancak “Auteur Kuramı”
bu algıyı yıkmayı başardı. Klasik anlatı ve stüdyo sistemi
içerisinde bile “Alfred Hitchcock” gibi yönetmenlerin
farklılıklarını ortaya koyabildiklerini gösteren kuram,
yönetmenlerin film yapımındaki önemini kuvvetlendirmiştir. Film
yapmak bir ekip işidir ancak sanat sinemasında yönetmen, bir derdi
olan ve bu derdini seyirciye anlatmak isteyen kişidir. Bu sebeple
klasik anlatıda olduğu gibi kurallar çerçevesinde ilerlemek
yerine anlatmak istediğini en iyi anlatacağı yolu, yöntemi
kullanır filmini inşa ederken.
Sanat
sineması anlatısı eleştireldir. Klasik anlatı varolan düzeni
yeniden üretirken sanat sineması düzene eleştirel bakmaya
çalışır. Seyirciyi birçok farklı konuda düşünmeye itmeyi
amaçlar. Yinede “Üçüncü Sinema” ya da “deneysel sinema”
kadar uç bir örnek değildir. Sistemi eleştirir ancak yine de
sitemin içinde yer almaya devam eder. Önceliği eleştiridir ancak
kazanç elde etme amacı da bulunur. Sanat sineması filmleri yarı
ticaridir. Kar amacı olmayan avangard, deneysel sinema ile öncelikli
amacı ekonomik kazanç elde etmek olan endüstri sineması arasında
kalan bir anlatıdır sanat sineması. Filmlerini klasik anlatı
kuralları çerçevesinde kurmaz ancak yinede amacı bir hikaye
anlatmaktır. Farklı yollar kullansa bile sanat sineması hala bir
hikaye anlatır.
“‘Ticari eğlence
filmlerinin’ karşıtı olarak ‘sanat filmlerinden’ söz
ettiğimizde, estetik niteliklere değil, ama belirli türlere,
stillere, anlatı yöntemlerine, dağıtım ağlarına, yapım
şirketlerine, film festivallerine, sinema dergilerine,
eleştirmenlere, izleyici gruplarına – kısacası kurumsallaşmış
bir film pratiğine gönderme yaparız. Anıldıkları sıra ile
onların ürünleri diğerinin ürünlerinden daha iyi ya da daha
kötü ve yapıları gereği ‘eğlendirici’ ya da ‘sanatsal’
değildir. Bu nedenle ‘sanat filmi’ etiketi ticari endüstrinin
karşısına konduğunda genellikle bir kafa karışıklığı
kaynağıdır. Sanat filmleri zorunlu olarak nitelik gereği değil,
tutku nedeniyle ‘sanatsaldır’, tıpkı ticari eğlence
filmlerinin çoğu kez ticari olarak başarısız olabilmesi ve hiç
eğlendirmemesi gibi.”5
Andras
Balint Kovacs’ın da çalışmasında belirttiği gibi bir filmi
sanat filmi ya da eğlence filmi yapan nasıl anlattığından, hangi
kurallar içinde kaldığından ya da hangi kuralları çiğnediğinden
çok, ne anlattığıdır. Yönetmenin ne anlatmak istediği ve bu
anlattığı şeyi anlatırkenki amacıdır önemli olan. Bu amaç
seyirciye ulaşmadığı takdirde; doğrusal anlatılı bir film
seyirciyi eğlendirmeyeceği gibi, dönüşlü anlatılı bir film de
seyirciyi düşündürmeyecektir. Kovacs kitabında Vachel Lindsay’in
de bu konuyla alakalı görüşlerine de yer verir;
“Lindsay yalnızca filmin
bir sanat olduğunu iddia etmez, aynı zamanda eğlence ile bir sanat
kurumu olarak sinema arasındaki farklılığın da farkına varır.
Sanat-filmi gösteren sinema salonlarının sanat galerileri gibi,
sanatseverlerin bir toplanma yeri gibi olması gerektiğini öne
sürer.”6
Vachel
Lindsay’in 1900’lerin başında, henüz sinemanın erken
dönemleri için belirttiği bu durum genel hatlarını koruyarak
günümüzdede varlığını sürdürmektedir. Sanat sineması daha
azınlık bir gruba, sanat severlere hitap ederken, popüler eğlence
sineması toplumun geneline hitap etmektedir. Sanat sineması
izleyicisi, ilgilendiği filmler için festivalleri takip ederken,
genel izleyici AVM sinema salonlarında eğlence filmlerine gider.
“Anlatısal
olmayan avangard kendisini başından itibaren ticari-olmayan olarak
tanımladı ve özel bir izleyici grubuna hitap etti. Ancak ticari
‘ama yeterince olmayan’ sanat-filmi endüstrisi tamamen ticari
olan karşılığıyla doğrudan ve asla bitmeyen bir rekabet içinde
olacaktı. Dağıtımcılar ve salon sahipleri sinemanın endüstriyel
karakteri ile bu endüstrinin sanatsal kullanımı arasındaki
karşıtlığın sinemanın bu özel türü için bilet parası
ödeyen izleyicileri çekecek özel bir kurumsal ağla
çözülebileceğini anladılar. Ve onlar sanat filmleri için bilet
parası ödeyecek bir izleyici grubunun - entelektüel seçkinler -
olduğuna ikna oldular. Le Studio des Ursulines’in kurucularının
1926’da belirttiği gibi: ‘İzleyicilerimizi Latin Quartier’de
yaşayan ve bazı filmlerin zayıf niteliğinden dolayı sinemaya
gitmeyi reddeden giderek artan sayıdaki seçkinler arasından,
yazarlardan, sanatçılardan ve entelektüellerden almayı
istiyoruz.’ Bu nedenle 1920’lerin ortasında yalnızca film
kurumları arasındaki ayrılmayı değil, aynı zamanda sinemada
seçkin ve kitle kültürü arasındaki ayrımın başlangıcını da
görebiliriz. Bu ayrım sanat-filmi endüstrisinin güçlenmesi için
ideolojik bir temel olacaktır.”7
Daha
önceki paragraflarda belirttiğim aynı noktayı Kovacs’da
kitabında net olarak belirtiyor. Sanat sineması ticaridir ancak
yeterli kadar değil. Birinci sinema ticari kaygıyla hareket eder,
deneysel sinema ise herhangi bir ticari kaygı gütmez. Sanat
sineması ise bu iki sinemanın arasında kalır. Ticari beklentisi
vardır; Hollywood filmleri gibi milyon dolarlık bir beklenti
değildir ancak yinede vardır ve bu beklentiyi “elit kesim”
olarak adlandırılabilecek belli bir kesime yönlendirir. Sanata
ilgi duyan ve bunun için ödeme yapabilecek bir kesime.
“Sanat-filmi
endüstrisinin uluslararası karakterinin atak yapması sadece bir
zaman meselesiydi. Bunun ilk işareti Venedik’te yıllık
uluslararası film festivalinin düzenlendiği 1934 gibi erken bir
tarihte geldi. Bu fikir Fransa tarafından Cannes Film Festivali ile
1939’da benimsendi, ancak II. Dünya Savaşı nedeniyle yaşama
geçmedi. Venedik Film Festivali de sonunda kesintiye uğradı ve iki
festival de 1946’da yeniden başladı.”8
Sanat
sinemasının 50’li ve 60’lı yıllarda ortaya çıkan akımlarla
birlikte güç kazandığı bir gerçektir ancak öncesinde hiç
varolmadığı gibi bir düşünce oluşmamalıdır. Kovacs’ın da
belirttiği gibi, 30’lu yıllar itibariyle sanat filmlerine yönelik
festivaller oluşturulmaya başlanmıştır. Bu festivallerin amacı
daha önceki paragraflarda belirttiğim “elit kesimi” sanat
filmlerine çekmek, onları bu filmlerden haberdar edebilmektir.
Ortaya çıkan bu süreci olumsuz şekilde etkileyen en önemli unsur
elbette II.Dünya Savaşı’dır. Savaş dönemi, Avrupa sinemasını
çok olumsuz etkilemiş ancak savaşın ardından, yine savaşın
etkileriyle sinemada Yeni Gerçekçilik gibi bir akım ortaya çıkarak
sanat sinemasına güç vermiştir.
3) Klasik Anlatı ve Sanat Sineması İlişkisi
Genel
olarak hem klasik anlatıya hem de sanat sineması anlatısına
birlikte bakacak olursak; klasik anlatı sinemanın çok erken
dönemlerinden itibaren, şeklini ve kurallarını bulmuş, neredeyse
sinema tarihi ile paralel ilerleyen bir anlatı biçimidir. Hollywood
gibi endüstri sinemaları tarafından kullanılan bu anlatının
öncelikli amacı hikaye anlatıcılığıdır. Masallar, romanlar
gibi başı ve sonu belli olan bir hikaye sunar izleyiciye klasik
anlatı. Klasik anlatı, endüstri sinemasının bir aracıdır ve
belli başlı formüllerle, kurallarla çalışır. Bu anlatının
amacı, sahip olduğu formüller ve kurallar ile en fazla sayıda
seyirciyi salonlara çekmek ve ticari başarı elde etmektir.
Diğer
yandan sanat sineması ise seyirciye bir eleştiri sunar. Belli bir
konu üzerine izleyiciyi düşündürtmek ister. Klasik anlatı
varolan düzeni yeniden üretirken, sanat sineması anlatısı bu
düzeni eleştirir. Bunu yaparken de klasik anlatının film üretim
tekniklerinin dışına çıkarak kendi formüllerini üretir. Yani
içerik olarak olduğu gibi biçim olarak da farklılaşır. Yinede
klasik anlatıdan tam anlamıyla bir kopuş gerçekleşmez. Sistemi
eleştirir sanat sineması ama sistemin dışına çıkmaz. Klasik
anlatının yaptığı şekilde yapmıyor olsa bile hala bir hikaye
anlatmaktadır sanat sineması. Bunun dışında genel kitleye hitap
etmese bile özel bir kesime hitap etmektedir ve onları salonlara
çekmek için çaba harcar. Bu durum sanat sinemasının yarı ticari
durumunu yansıtır. Gişe filmleri gibi değilse bile yine de
seyirciden bir gelir beklenmektedir. Bunun dışında düzenlenen
festivallerin filmlere para ödülleri sunması durumu da sanat
sinemasının ticari yönünün bir başka noktasıdır. Sanat
sineması filmlerinin de bu ya da öteki şekilde ticari
beklentisinin olduğu bir taraf mevcuttur.
Her
iki anlatıya baktığımızda; birbirlerini karşılıklı bir
şekilde etkilediklerini görebiliriz. Sanat sineması anlatısı
açısından bu etkileniş bir karşı tepki şeklinde kendini var
etmiş. Klasik anlatının kuralları ve amacı bir rahatsızlık
uyandırdığı için bir karşı anlatılar dalgasına sebep olmuş.
Geniş bir pencereden baktığımız zaman, günümüze kadar ortaya
çıkan birçok akımın hedefindeki anlatı klasik anlatı ve
hedefindeki sinema Hollywood öncülüğündeki birinci sinemadır.
Sistemi yeniden üreten, başı sonu belli bir hikaye anlatan ve
neden-sonuç denkleminde ilerleyen bu anlatı karşısında eleştirel
yaklaşımlar sunan İtalyan Yeni Gerçekçilik, Fransız Yeni Dalga
gibi akınlar sanat sineması anlatısına güç katmışlardır.
Ancak sanat sineması anlatısı eleştiri yönelttiği bu anlatıdan
tam anlamıyla kopamamış ve hikaye anlatıcılığını
sürdürmüştür.
Diğer
yandan, özellikle 1960’lara gelene kadar çok katı bir şekilde
stüdyo sitemi içerisinde ilerleyen ve fabrikasyon bir şekilde
üretim yapan klasik anlatı sineması, bu karşı ve eleştirel
anlatının dilinden etkilenmiş ve stüdyo sistemi güç
kaybetmiştir. Dikişsiz kurgu olarak anılan kurgu hala çok
kuvvetli olmakla birlikte uzun planların ve derin odak kullanımının
süreleri artmıştır. Hikaye yapısı hala “giriş-gelişme-sonuç”
şeklinde ilerlemektedir ve sistemin yeniden üretimi devam
etmektedir. Ancak sanat sinemasındaki kadar kuvvetli olmamakla
birlikte eleştirel bakış klasik anlatı içerisinde de görünür
hale gelmiştir.
Sonuç
olarak, günümüz dünya sinemasına ve anlatı tarzlarına
baktığımızda birbirini etkileyen, birbirinden etkilenen ve bu
etki sayesinde gelişen anlatılar görürüz. Anlatılar gelişip
ilerledikçe de sinema gelişir. Elbette sinema geliştikçe de bizim
seyirci olarak daha başarılı ve kaliteli filmler izleme şansımız
artar.
Bana
göre başarılı ve kaliteli filmlerden biri ise “Mad Max Fury
Road” filmidir ve çalışmanın ilerleyen bölümünde bu filmin
anlatısının hangi anlatıya daha yakın olduğunu, daha doğrusu
bir Hollywood ve klasik anlatı filmi olan bu film içinde sanat
sinemasına ait anlatı öğelerinin kendine ne kadar yer bulabildiği
inceleyeceğim.
4) Mad Max Fury Road
a) Filmin Konusu
George
Miller’ın yaratıcı yönetmeni olduğu ve sinema tarihinin
kültleşen serilerinden olan “Mad Max” serisinin dördüncü
filmidir Mad Max Fury Raod. 2015 yılında vizyona giren filmde Tom
Hardy, daha önceki 1979, 1981 ve 1985 tarihli üç filmde Mel Gibson
tarafından canlandırılan Max karkaterine hayat vermektedir. Filmin
bir diğer başrolü olan Charlize Theron ise Furiosa adlı karakteri
canlandırmaktadır.
30
yıllık bir aranın ardından gelen devam filminde, hikaye önceki
filmlerde olduğu gibi “post-apokaliptik” bir dünyada geçiyor.
Devletlerin, yasaların artık varolmadığı bir dünyada insanlık
orta çağdaki gibi güçlü bölgesel derebeylerin kontrolü
altındadır. Bu dünyada en önemli şey temiz sudur. Önceki
filmlerde öncelikli savaş sebebi benzin ve benzeri araç
yakıtlarıyken, artık en önemli güç su olmuştur. Suyu elinde
bulunduran güç sahibidir. “Immortan Joe” adlı derebeyi,
oğulları ve müttefikleri de su, yakıt ve mermi gibi bu dünya
için en önemli olan şeylerin bulunduğu bölgeleri kontrol eden
güç sahipleridir. Joe’nun “yarı ömürlü” olan savaş
çocuklarından kurulu bir ordusu vardır ve suyun vanalarını
koruyan bir kalede ikamet eder. Kale bölgenin kalanına göre yüksek
bir konumdadır ve temiz su, yeşil bitkiler gibi insan yaşamı için
önemli unsurları içinde barındırır. Bölgenin geri kalanı ise
çöllerden oluşmaktadır ve insanlar ise sağlıksız, vücutları
çoğunlukla hasarlı ve perişan bir şekilde bu çölde yaşayıp
Joe’nun bir tanrı ya da “Mesih” gibi onlara yardım eli
uzatması için beklemektedirler. Joe’da kendini bir mesih olarak
konumlandırmakta ve ona hizmet eden insanlara İskandinav
mitolojisinin cenneti konumunda olan Valhala’yı vaat etmektedir.
Böyle
bir hale gelen dünyada Max ise yine arabasıyla yollardadır ancak
beklenmedik bir durum ile karşılaşır ve Joe’nun yarı ömürlü
çocukları tarafından yakalanıp bir kan torbası olarak
kullanılmak üzere kaleye götürürlür. “Yarı ömürlü savaş
çocukları” sağlıklı kalabilmek için diğer insanlardan kan
takviyesi yapmaya ihtiyaç duyarlar, yoksa ölürler. Max’de
sağlıklı bir insan görünümünde olduğu için kan torbası
olarak ele geçirilir.
Bu
sırada ise Joe, Furiosa’yı ve ekibini petrol kasabasında benzin,
mermi kasabasından da mermi almak ve bu bölgelere anne sütü
götürmek için savaş tırı ile yola çıkmaları için
görevlendirmektedir. Ancak Furiosa’nın hedefi çok başkadır.
Joe’nun eşlerini kaçırmaktadır ve amacı onları “Anneler
Diyarı” olarak bilinen ve Furiosa’nın asıl memleketi olan
Yeşil Vadi’ye götürmektir. Hikayenin bu kısmında çocukların
sağlıksız olarak doğduğu, kadınların çocuk doğuran ve süt
üreten varlıklar olarak kullanıldığı ve adeta köleleştiği
bize gösterilir. Joe birçok eşe, daha doğrusu köleye sahiptir ve
onlar yoluyla sağlıkla evlatlara sahip olmayı hedefler. Film
içerisinde Joe’nun varolan evlatlarının sağlıksız ya da sakat
olduğunu görürüz ve Joe sağlıklı bir oğula sahip olmayı
hedeflemektedir. Belki de yerine geçecek kişi olarak. İşte
Furiosa, bu durumdaki 5 kadına özgürlüklerini vermek amacıyla
onları kaçırır.
Furiosa
kaleden ayrılıp normal güzergahtan çıktıktan sonra Joe onun ne
yaptığını anlar ve askerlerini yakalamaları için peşinden
yollar. Giden savaşçılar içinde Nux isimli bir savaş çoçuğu
da vardır ve Max’i kan torbası olarak yanına alır ve arabasının
önüne bağlar. Nux ve diğerleri takipteyken bir kum fırtınası
çıkar ve Furiosa kurtulmak için fırtınanın içine girer. Nux da
hemen ardından fırtınanın içine girer. Fırtınanın içindeyken
arabanın önünden kurtulmayı başaran Max, Furiosa’yı durdurmak
için kendi aracını patlatmaya çalışan Nux’a engel olur ancak
bu sırada Furiosa onlara çarpar. Kazanın ardından kendine gelen
Max önce kendini Nux’a bağlayan zinciri kesmeye çalışır, bu
sırada tırı ve içindekileri görür. Suları vardır. Bir silah
bulan Max önce kaçak kadınların ona su vermesini sağlar. Suyunu
içtikten sonra ise işler karışır. Furiosa ve diğerleri Max’e
saldırır ancak Nux’un yardımıyla Max onları alt eder ve
sonrasında Nux Max’in zincirini keser. Max tırı alıp kaçmak
ister ama tırın kontağı şifreli olduğu için çalıştıramaz.
Böylelikle Furiosa ile anlaşma yapmak zorunda kalır. Birlikte
Yeşil Vadi’ye doğru yolculuk etmeye başlarlar.
Yola
çıktıkları andan itibaren Joe ve adamları onları kovalamaya
devam eder. Kovalamacalar ve çatışmalar ile geçen bir süreden
sonra Max ve diğerleri bataklığa dönüşmüş bir bölgeden
geçerek Joe’dan kurtulmayı başarırlar ve vardıkları alanda
bir gurup kadınla karşılaşırlar. Bu kadınlar Furiosa’nın
kabilesindendir ve daha önce geçtikleri bataklık alan ise Yeşil
Vadi ya da ondan geriye kalandır.
Bu
kadar yolu bir hiç uğruna geldiklerini düşünen ekip tırı
bırakıp doğuya doğru gitmeye karar verirken Max ise kendi yoluna
gideceğini söyler. Ancak sonrasında fikir değiştirir ve onları
kurtarmaya karar verir. Max’in planı doğuya gitmek yerine gerisin
geri batıya dönmektir çünkü doğuda ne bulacaklarını
bilmezlerken batıda bir kale bulunmakta ve Joe orada olmadığı
için savunmasız bir konumdadır. Böylelikle tekrar tıra dönüp
kaleye doğru yola çıkarlar.
Plan,
kaleye gelmeden yol üzerindeki kayalıkları uçurup yolu tıkamak
ve peşlerindeki ordunun geçişine engel olmaktır. Batıya doğru
plan dahilinde yola çıktıktan sonra ise kısa süre içerisinde
Joe ve ordusu peşlerine düşer. Kaleye giden yolda Max ve diğerleri
Joe’nun ekibi ile zorlu bir mücadele verirler. Çatışma
sırasında Nux da dahil birçok kişi hayatını kaybeder ancak
bunun karşılığında hem Joe ölür hem de Nux’un kendini feda
etmesiyle yol kapatılır.
Ordudan
kurtulmayı başarırlar ancak Furiosa yaralanmıştır ve ölmek
üzeredir. Max hemen yarasına müdahale edip kendi kanından
Furiosa’ya verir. Ekip Joe’nün cesedi ile birlikte kaleye
varırlar ve “Immorten” Joe’nun öldüğünü gören savaş
çocukları Furiosa ve diğer kadınları içeri alırlar. Max ise
kaleye girmek yerine kalabalığa karışarak kaybolur.
b) Filmin Anlatı Yönünden İncelenmesi
“Mad
Max Fury Road” filmini anlatısal olarak incelediğimizde bazı
temel noktaları göz önünde bulundurmak zorundayız. Böylelikle
klasik anlatı sineması içinde üretilen bu filmin sanat sineması
anlatısından ne kadar etkilendiği ve bu anlatıya dair öğeleri
ne oranda bünyesinde barındırdığını öğrenebiliriz.
Öncelikle
anlatı yapısı nasıl kurulmuş ona baktığımızda;
“giriş-gelişme-sonuç” formülünü çok net bir şekilde
işleyen bir doğrusal anlatı olduğunu görebiliriz. Öncelikle
seyirciye ana karakter, çevre ve diğer karakterler giriş bölümünde
sunulur ve bir denge vardır. Daha sonra ise çatışma sebebi
verilir; yani Furiosa’nın Joe’nun eşlerini kaçırdığını
öğreniriz. Böylelikle mücadele başlar. Uzun bir takip ve
çatışmalar zinciri ile devam eden gelişme kısmında Furiosa, Nux
ve diğer karakterleri daha yakından tanıma ve karakter
özelliklerini öğrenme fırsatı buluruz. Bu durum onlarla özdeşlik
kurmamıza yardımcı olur. Diğer taraftan geçmiş anılarla
mücadele eden bir Max gösterilmektedir ancak bana göre bu
karakterin kişiliğinin derinlerine inme fırsatı bize verilmez.
Diğerlerine göre çok daha kapalı bir karakterdir. Bunun temel
sebebi bir devam filmi olduğu için izleyenlerin karakterin kişiliği
ve geçmişi hakkında bilgi sahibi olduklarının varsayılması
şeklinde yorumlanabilir. Max’in geçmişte bir polis olduğunu
kendi diyaloglarından ve bir çocuğu olduğunu da
halisünasyonlarından öğreniriz ancak onunla daha fazla
yakınlaşma, kişilik özelliklerini, tutkularını öğrenme şansı
bulamayız. Max dışındaki tüm karakterlerin belli net bir
amaçları, bir tutkuları vardır. Gelinler özgür kalmak
istemektedir, Furiosa gelinleri kurtarmak istemektedir, Nux ise
Valhala’ya kabul edilmek istemektedir. Hepsinin bir amacı vardır,
Max dışında; Max sadece onların arzularına destek olur. Bu
yönüyle Max’in sanat sineması karakterlerine yaklaştığını
söyleyebiliriz.
Gelişme
bölümünün sonunda ise hikayenin doruk noktasında yaşanan
kırılma anına ulaşılır. Joe öldürülür ve kahramanlarımız
su ve yeşilliğin olduğu kaleye geri dönerler. Böylelikle denge
tekrar sağlanmış olur.
Peki
mutlu bir sonla mı biter yoksa devam mı eder? Amaçlarını
gerçekleştiren Furiosa ve gelinler için hikaye mutlu sonla biter;
film onlar için bitmiştir. Ancak ana karakterimiz Max için,
özellikle bunun bir seri olduğu göz önünde bulundurulursa hiçbir
şey bitmemiştir. Zaten Max diğerleri ile birlikte kaleye girmeyip
kalabalık arasında kaybolduğunda bize bunu hissettirmiştir. Açık
uçlu bir filmdir “Mad Max Fury Road” ve devamında yeni bir film
gelmese bile film bittikten sonra seyircinin aklında Max’e ne
olacak düşüncesi yankılanacaktır; yani Max’in hikayesi
seyircinin zihninde devam edecektir. Film bu yönüyle de sanat
sineması anlatısına benzer.
Şimdiye
kadar filmin sanat sineması anlatısına benzer olan bazı yönleri
olduğu iddiasında bulundum ancak bu filmin klasik anlatı içinde
yer aldığının en büyük kanıtlarına henüz değinmedim. “Mad
Max Fury Road”, bir Hollywood şirketi olan “Warner Bros.”
tarafından üretilmesinin dışında bir tür filmidir ve elbette
yıldız sistemini kullanır.
Bu
film tür olarak “post-apokaliptik” film türü içerisinde yer
alır. Post-apokaliptik tür içinde yer alan filmler her zaman
kıyamet sonrası dünya teması etrafında şekillenir. Bu türde
olumsuz bir tasvir kullanılır her zaman; kuralların olmadığı,
insanların yozlaştığı bir dünya görüsü. Elbbette bu türün
kendi ikonografisi de vardır her tür filminde olduğu gibi. Negatif
bir gelecek tasviri, yıkık şekirler, çölleşmiş bölgeler,
yozlaşmış insanlar ve benzeri şeyleri bir filmde gördüğünüzde
bunun post-apokaliptik bir film olduğunu anlayabilirsiniz.
Diğer
taraftan bu film yıldız sisteminden faydalanır. Filmin iki başrol
oyuncusu da popüler isimlerdir. Furiosa karakterine hayat veren
Charlize Theron, daha önce “Hancock”, “Pamuk Prenses ve Avcı”
gibi popüler sinema filmlerinde yer almış ve bu film sonrasında
da “Avcı: Kış Savaşı”, “Hızlı ve Öfkeli 8” ve “Atomic
Blonde” gibi yine oldukça popüler olan filmlerde rol almaya devam
etmiş olan tanınmış bir oyuncudur; yani bir Hollywood yıldızıdır.
Tom
Hardy ise bu filmden önce “Inception/Başlangıç”, “Kara
Şövalye Yükseliyor” gibi filmlerde rol alırken; daha sonra ise
“Dunkirk”, “Legend/Efsane” ve “Venom” gibi yine popüler
olmayı başarmış filmlerde rol almıştır. Yani o da bir
Hollywood yıldızıdır. Böyle popüler iki Hollywood yıldızının
filmde rol alıyor oluşu filmin seyirci açısından cazibesini ve
izlenme oranını arttırmaktadır.
Filmin
olay örgüsüne baktığımızda ise; bir neden-sonuç ilişkisi ile
karşılaşırız. Örneğin Joe ve askerleri Furiosa’yı
kovalamaya başlarlar (sonuç) çünkü Furiosa Joe’nun eşlerini
kaçırmıştır (neden). Film boyunca izlediğimiz tüm olaylar
aslında bu tek temel neden-sonuç olayına dayanmaktadır. Her
karakterin eylemlerinin yani sonuçlarının bir nedeni vardır film
boyunca. Karakterlere eylemleri ile ilgili neden sorusunu her
soruşumuzda çünkü ile başlayan bir cevap alırız.
Yine
film içerisinde görürüz ki, özel olarak belirtilen hiçbir detay
amaçsız değildir. Örneğin filmin sonlarına doğru Max hayalinde
gördüğü çocuğun ona bir şey fırlattığını sanarak başını
korumak için elini kaldırır. İlerleyen sahnelerde ise gerçekten
onu okla vurmak isteyen birinin saldırısından aynı refkelsi
göstererek kurtulur.
Filmin
kurgusuna bakacak olursak; film çok büyük oranda dikişsiz kurgu
tekniği kullanılarak tamamlanmış. Sahneleri aynı anda hem genel
hem de ayrıntı ve yakın plan çekimlerle izleyebiliyoruz. Dikişsiz
kurgu bu kadar yoğunken elbette uzun plan çekim neredeyse yok
denecek kadar az. Sadece bir kaç sahede uzun plan olarak
sayılabilecek anlar var. Örneğin, savaş tırının Joe ve
askerlerinden kaçmak için kum fırtınasına daldığı son anlar.
Bu anlarda geniş açıdan yapılan derin odaklı bir uzun plan
çekimi vardır. Uzun plan bu filmde kendine baskın bir şekilde yer
bulamaz ama aynı durum derin odak kullanımı için geçerli
değildir. Özellikle araba takip sahnelerinde sahneyi birçok çekime
bölmek yerine sık sık kamera hareketleri ile çekim yapılmıştır
ve kamera hareket halindeki araçlar arasında onlarla birlikte
hareket ederek kayıt gerçekleştirmiştir. Kamera kullanımıdaki
çeşitlilik de bu filmde sanat sineması anlatısına yaklaşan
özellikler barındırır.
Filmin
bir diğer özelliği ise sahnelerin birçoğunun gerçek mekanlar
olan Avustralya çöllerinde çekilmiş olmasıdır. Özellikle 1960
öncesi Hollywood filmleri, stüdyo filmleridir ve sanat sineması
anlatısı kamerayı gerçek mekanlara çekerek bu anlatı tarzını
kırmaya çalışmıştır. Film bu yönüyle de sanat sineması
anlatısına yaklaşır ancak elde edilen görseller üzerinde
bilgisayar efektleri kullanılması bu yakınlaşmayı olumsuz yönde
etkiler ve filmi stüdyo filmlerine yaklaştırır.
Klasik
anlatı ve sanat sineması anlatısını en net şekilde bölen ve bu
filmin hangisine dahil olduğunu kesin olarak belirleyen ise şu
sorudur; bu film sistemi yeniden mi üretiyor yoksa eleştiriyor mu?
Eğlendiriyor mu yoksa düşündürüyor mu? Filmi izleyen
seyircilerin çoğunluğu öncelikle eğlendirdiğini düşünecektir;
en azından ben kendi adıma bu hisse kapıldım. Bol aksiyon
sahneleri ve dikişsiz kurgu kullanımıyla her anı hızlı
ilerleyen bir film. Aslında medeniyetin çöküşü, kıyamet,
küresel ısınma, dünyanın çölleşmesi, suyun ve petrolün
azalması ve belki bitmesi gibi insanların olmasından gerçekten
korktuğu çok önemli konulara değiniyor film ama hikaye kurgusu o
kadar hızlı akıyor ve aksiyon sahneleri o kadar bolki, izleyici
kendini aksiyona kaptırarak bu konular hakkında düşünmekten
uzaklaşıyor. İzleyicinin bir eleştiri yaparak önlem alma yoluna
gitmesini sağlamıyor. Bu kadar olumsuz bir dünya tasviri içinde
kahramanlara mutlu bir son vererek sistemi yeniden üretiyor. Ortada
bir sorun var, soruna çözüm arayan karakterler var ve bu çözümü
aramak için kalenin (sistemin) dışına çıkıyorlar ancak sonunda
çözümü yine kaleye yani sitemin içine dönerek buluyorlar. Bu
yönüyle “Mad Max Fury Road” eleştiri potansiyeli yüksek olan
ancak eleştiri yerine eğlendirmeyi seçmiş olan bir filmidir.
Sonuç
olarak baktığımızda; “Mad Max Fury Road” filmi, ana
karakterinin kapalı ve toplumdan kopuk bir kişi oluşuyla, araba
takip sahnelerindeki kamera kullanımıyla, çekim için gerçek
mekanlar kullanmasıyla, açık uçlu bir sona sahip olmasıyla ve
bunu kullanmayı becerememiş ya da tercih etmemiş olsa bile bir
eleştiri potansiyeline sahip olmasıyla sanat sineması anlatısına
yatkınlık gösteren özellikler sergiler. Ancak bu özellikler film
içinde çok güçlü ya da yoğun değildir. Oysa doğrusal anlatı,
yıldız sistemi, tür sistemi, neden-sonuç ilişkisi, dikişsiz
kurgu gibi klasik anlatı özellikleri çok net bir şekilde ağır
basmaktadır. Kısacası, bu film, içinde sanat sineması etkileri
barındıran bir klasik anlatı filmidir.
Kaynakça
- BORDWELL David, Hollywood’un Film Dili, Doruk Yayınları, Ağustos 2016
- KOVACS Andras Balint, Modernizmi Seyretmek Avrupa Sanat Sineması 1950-1980, De Ki Basım Yayım, Ankara, 2016
- KOVACS Andras Balint, Modernizmi Seyretmek Avrupa Sanat Sineması 1950-1980, De Ki Basım Yayım, Ankara, 2010
- MILLER George, Mad Max Fury Road, Warner Bros., 2015
1BORDWELL
David, Hollywood’un Film Dili, Doruk Yayınları, Ağustos 2016,
s.34
2BORDWELL
David, Hollywood’un Film Dili, Doruk Yayınları, Ağustos 2016,
s.35
4
Bilgisayar üretimli imgeleme, kısaca CGI, görsel oluşturmayı
sağlayan bir bilgisayar grafikleri uygulaması.
Sanatta, basılı medyada, video oyunlarında, filmlerde,
televizyon programlarında, reklamlarda, videolarda ve
simülatörlerde bulunan görselleri oluşturmada kullanılır.
5KOVACS
Andras Balint, Modernizmi Seyretmek Avrupa Sanat Sineması
1950-1980, De Ki Basım Yayım, Ankara, 2016, s.33-34
6KOVACS
Andras Balint, Modernizmi Seyretmek Avrupa Sanat Sineması
1950-1980, De Ki Basım Yayım, Ankara, 2016, s.34
7KOVACS
Andras Balint, Modernizmi Seyretmek Avrupa Sanat Sineması
1950-1980, De Ki Basım Yayım, Ankara, 2010, s.24-25
8KOVACS
Andras Balint, Modernizmi Seyretmek Avrupa Sanat Sineması
1950-1980, De Ki Basım Yayım, Ankara, 2010, s.25-26
Yorumlar
Yorum Gönder