“MÜKEMMEL OLMAYAN BİR SİNEMA İÇİN” VE “BİR AÇLIK ESTETİĞİ, ŞİDDET SİNEMASI” ADLI MANİFESTOLARIN KARŞILIKLI İNCELEMESİ
Giriş
60’lı
yıllar! Bir yanda ABD, diğer yanda Sovyetler Birliği; bir yanda
kapitalizm, diğer yanda komünizm/sosyalizm; kısaca “Soğuk
Savaş” dönemi. Elbette 60’lı yıllar sadece Soğuk
Savaş’tan ibaret değil. Cinsel devrim, kültürel devrim gibi
süreçlerin; “Siyah Uyanış” olarak anılan Siyahi
hareketlerin yaşandığı, sosyalizmin bir dalga şeklinde yükselip
tüm dünyada, özellikle sömürge ve eski sömürge ülkelerinde
güç kazandığı bir dönem. Sosyalizmin güç kazanması ile
birlikte, özellikle Sovyetler Birliği’nin varlığı ve Küba
Devrimi bu süreçte etkili unsurlardır, dünya genelinde devrimci
mücadeleler, anti kapitalist ve anti sömürgeci girişimler,
oluşumlar 60’lı yıllarda hız kazanmıştır.
Bu
sosyalist, devrimci dalga birçok alanda etkisini gösterdiği gibi
kendine sinema alanında da bir yer bulmuştur. 60’lara gelene
kadar sinemada ağırlıklı olarak popüler sinema ve sanat sineması
olarak kategorize edilebilecek bir durum hakimdi.
Popüler
sinema, çoğunlukla ABD/Hollywood merkezli olmakla birlikte birçok
dünya ülkesinde kendine yer bulan ticari bir sinemadır. Klasik
anlatı olarak anılan popüler sinema anlatısı tür filmlerine ve
yıldız oyunculara dayanmaktadır. Yılzdız oyuncular yardımıyla
seyircinin film karakterleri ile özdeşlik kurması sağlanır.
İzleyicinin kendisini perdede gördüğü güzel bir kadının veya
yakışıklı bir erkeğin yerine koyması amaçlanır. Tür filmleri
kavramı ise belirli formüller ve hikayeler kullanılarak üretilmiş
bir filmin seyirci tarafından beğenilmesinin ardından benzer
formüllerle üretilen film yığınlarını tanımlamak için
kullanılmaktadır. Ticari kar amacı ön planda olan popüler
sinemada seyircinin beğenisini kazanan ve zarar etmeyeceği bilinen
konular tekrar tekrar farklı oyuncular ve farklı zamanlarda ancak
benzer yöntemlerle seyirciye sunulur. Popüler sinema kar
motivasyonu ile hareket eder. İnsanları bir konuda düşündürmek
değil, onları eğlendirmek ve kazanç elde etmek ister. Bu yönüyle
eleştirel bir sinema değil, var olan düzenin koruyucusudur.
Sanat
sineması ise çoğunlukla Avrupa ülkelerinin sinemasını
tanımlamak için kullanılır. “İtalyan Yeni Gerçekçilik”
ve “Fransız Yeni Dalga” gibi akımlar bu sinema anlatısı
içinde yer almaktadır. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası hız
kazanan bu akımlar Hollywood ve popüler sinemaya bir karşı
duruştur. Hollywood’un film üretim yöntemlerine, stüdyo
sistemine, yıldız oyunculara ve tür filmleri kavramına karşı
kendi anlatı dilini oluşturmayı başarmış bir anlatıdır Avrupa
Sanat Sineması. Kamera stüdyo dışına, gerçek mekanlara
çıkarılmış, yıldız oyuncular yerine amatör oyuncular
kullanılmış ve insanların sorunlarına odaklanan filmler
yapılmıştır. Yeni Dalga ve Yeni Gerçekçilik birçok yönden
benzerlik göstermekle birlikte temel bir noktada ayrım yaşarlar.
Yeni Gerçekçilik toplumsal konulara odaklanır, özellikle savaş
sonrası yıkım gibi ancak Yeni Dalga daha çok bireye ve bireyin
yalnızlığına odaklanır. Avrupa Sanat Sineması, popüler sinema
karşısında eleştirel bir sinemadır ancak tamamen muhalif bir dil
ile hareket etmez. Sistemi eleştirir ancak sistem içinde hareket
etmeye devam eder. Örneğin eleştirdiği sistemin film dağıtım
ağlarından faydalanmaya devam eder. Avrupa Sanat Sineması
eleştireldir ancak çözüm sunan, çözüm arayan devrimci bir
sinema değildir. Bu noktada devreye, özellikle 60’ların uygun
ortamı içinde, Üçüncü Sinema girmiştir.
Üçüncü
Sinema, popüler sinemaya ve sanat sinemasına karşı olan bir
sinemadır. Popüler sinema eğlendirmeyi, sanat sineması ise sanat
eseri ortaya koymayı amaçlar. Oysa Üçüncü Sinema muhalif,
devrimci, politik bir sinemadır. Söylemleriyle, anlatımıyla, anti
emperyalist ve anti kapitalisttir. Sömürülen toplumların devrimci
mücadelesinde kamerayı bir araç, bir silah olarak kullanır.
Üçüncü Sinema, ürettiği filmler ile insanlarda farkındalık
yaratmayı ve harekete geçmelerini, mücadele ederek
bağımsızlıklarını kazanmalarını amaçlar. Üçüncü Sinema,
tüm devrimci, politik ülke sinemalarını kapsayan genel bir isim
haline dönüşmüştür. Ancak temel amaçları devrimci, anti
sömürgeci bir mücadeleye destek vermek bile olsa ülkeden ülkeye
kullanılan yöntemler ve söylemler açısından farklılıklar
oluşmuştur. Bu farklılıkları, farklı bakış açılarını en
net şekilde okuyabileceğimiz yerler ise manifestolardır.
Bu
çalışmanın amacı ise; “Brezilya Cinema Novo” akımının
“Bir Açlık Estetiği, Şiddet Sineması” ve “Küba
Mükemmel Olmayan Sinema” akımının “Mükemmel Olmayan
Bir Sinema İçin” adlı manifestolarını
karşılaştırmak ve aradaki farklılıkları ortaya koymaktır.
Manifestolardaki
amaç ve dil farklılıklarını daha iyi anlayabilmek için
öncelikli olarak manifestoların yazıldığı ülkeler hakkında
bazı temel tarihi bilgiler sunulacaktır. Ardından manifestoları
yazan yönetmenler; Glauber Rocha (Brezilya) ve Julio Garcia Espinosa
(Küba) hakkında bazı bilgiler sunulacak ve manifestoların
sunuduğu fikirler incelenecektir. Manifestoların değerlendirilmesi
sırasında ise örnek filmler kullanılacaktır. “Deus e o
Diabo na Terra do Sol-Siyah Tanrı Beyaz Şeytan/Rocha (1964)”
ve “Las aventuras de Juan Quin Quin-Juan Quin Quin’in
Serüvenleri/Espinosa (1967)”1
seçilen filmlerdir.
Çalışmanın
ilerleyişini manifestoların yayınlanış yıllarına göre
yapacağım. Bu sebeple ilk bölümde Rocha’nın, ikinci bölümde
ise Espinosa’nın manifestosunu inceleyeceğim.
İlk
bölüm kısaca Brezilya tarihi, Rocha hakkında bazı bilgiler,
manifesto incelemesi ve seçilen filmin manifesto çerçevesinde
değerlendirilmesi şeklinde ilerleyecek. Aynı şekilde ikinci
bölümde kısaca Küba tarihi, Espinosa hakkında bazı bilgiler,
manifestonun incelenmesi ve seçilen filmin manifesto çerçevesinde
değerlendirilmesi şeklinde ilerleyecek. Her iki manifestonun
incelenmesinin tamamlanmasının ardından ise bir karşılaştırma
yapılarak ortak ve farklı yönler ortaya konulacaktır.
Anahtar
Kelimeler: Açlığın Estetiği, Mükemmel Olmayan Bir
Sinema İçin, Glauber Rocha, Brezilya, Julio Garcia Espinosa, Küba,
Sinema, Üçüncü Sinema
1) “Bir Açlık Estetiği, Şiddet Sineması” ve “Deus e o Diabo na Terra do Sol-SiyahTanrı Beyaz Şeytan”
Glauber
Rocha, “Bir Açlık Estetiği, Şiddet Sineması” adlı
manifestosunu 1965 yılında yazdı ve bu manifesto ile şiddeti
sömürgeciler karşısında kullanılması gereken bir araç
konumuna getirdi. Manifestonun şiddete, açlığa ve sinemanın
amacına bakışına geçmeden önce ülke ve yönetmen hakkında
biraz bilgi sahibi olmanın faydalı olacağı açıktır.
Manifestonun yazıldığı ortamı bilmeden yazılış amacını
anlamak kolay olmayacaktır.
Öncelikle
bu manifestonun ve yazarının doğduğu ülke olan Brezilya’ya
bakacak olursak; bu ülke 22 Nisan 1500 tarihinde Portekiz
donanmasından Pedro Alvares Cabral tarafından keşfdilmiş ve o
tarihten sonra Portekiz İmparatorluğu’nun bir parçası haline
gelmiştir. Portekiz, Brezilya’yı bir sömürge değil, ülke
toprağı olarak kabul etmiştir. Bu anlayış kendisini ilerleyen
yıllarda daha net bir şekilde gösterecektir çünkü 1808 yılında
Napolyon işgalinden kaçan Portekiz imparatoru
Brezilya’ya gelmiş ve ülke başkentini Rio’ya taşımıştır.
Böylelikle 1821 yılına kadar ülke Brezilya’dan idare
edilmiştir. Ancak 1821’de imparator tekrar Avrupa’ya dönmüştür.
Portekiz
"İmparatoru" VI. Juan giderken yerine ilk oğlunu
bırakmıştı. Oğul I. Pedro Eylül 1822'de Brezilya'nın
bağımsızlığıyla beraber kendisini de imparator ilan etti. Eski
İspanyol kolonileri bağımsızlıklarını elde ederek yeni
cumhuriyetlere dönüşürken Brezilya'da monarşi sürüyordu.
Üstelik taht halen Portekiz sülalesindeydi. Brezilya İmparatorluğu
olarak adlandırılan bu dönem 1889'a kadar sürdü (Uyanık,
2014, s.84).
1889
yılında ise Brezilya İmparatorluğu askeri bir darbe sonucu
yıkıldı ve cumhuriyet rejimine geçildi. 1889 Darbesi, Brezilya
tarihinin ilk darbesiydi, ancak son olmayacaktı. Bu tarihten
itibaren ülke uzunca bir süre askeri yönetimler ve darbeler
altında yaşamına devam etti. 1956 yılına gelindiğinde ülke
uzun zaman sonra ilk defa sivil bir yönetimin kontrolüne geçti ve
“Juscelino Kubitschek” Brezilya’nın başkanı olarak seçildi.
Görevini 1961 yılına kadar sürdürdü. 1961
yılında ise yine bir sivil başkan yönetime geldi. 1961'de
başkanlığa
gelen João Gulart, Brezilya'da kullanılmayan toprakların halka
dağıtılması, yabancı şirketleri de içine alan vergi artışı
gibi yüksek sınıfını rahatsız eden reformlara girişti. 1964'e
gelindiğinde Goulart köylü ve işçi kitleleri harekete geçiren
radikal bir dil kullanmaya başladı. Sovyetler'le yakın ilişkiler
kurdu. Elitler Goulart'a karşı bir cephe oluşturmaya kalktılar,
ama başarısız oldular. Bu koşullarda ABD destekli ordu yönetimi
Goulart'ı indirdi ve sürgüne gönderdi (Uyanık,
2014, s.200). Böylelikle
tekrar askeri yönetim dönemi başlamış oldu ancak ilerleyen
süreçte ekonomik sorunlar baş göstermeye başladı. 1982 sonuna
gelindiğinde
Brezilya, General João Bautista'nın yönetiminde diğer Latin
Amerika diktatörlükleri gibi aşırı borçlandırılmış
durumdaydı. Diktatörlük 1985'te yasal seçimlere izin vermek
zorunda kaldı (Uyanık,
2014, s.200).
Bu
tarihten sonra günümüze kadar olan süreçte sivil iktidarlar
dönemi başlamış oldu. Nerdeyse yüz yıl kadar süren bir askeri
yönetim döneminin sonu.
Kubitschek
ile başlayan ve Goulart ile devam eden 1956-1964 yılları
arasındaki süreç birçok açıdan önemlidir. 1959
Küba Devrimi’nin yarattığı sosyalizm ve devrim dalgası bu
yıllar arasında, sosyalizme yaklaşan politikalar benimseyen bu iki
başkan döneminde Brezilya’da ivme kazandı. Sosyalizm ve devrimci
düşünceler ülkede birçok kesimi olduğu gibi sinemacıları da
etkiledi ve böylelikle Brezilya’nın Cinema Novo’su doğdu. Anti
sömürgeci, devrimci bir akım olan Cinema Novo’nun başlangıç
tarihi 1960 yılı olarak kabul edilir ve ilk dönemi 1964 yılında
Goulart’ın darbe ile görevden alınmasına kadar sürer.
Sonrasında Cinema Novo, ülkenin içine girdiği baskı ortamında
yavaş yavaş değişim yaşamaya başlar ancak yinede tutunamaz ve
yok olur.
Elbette
bu akımın en önemli yönetmenlerinden birisi de Glauber Rocha’dır
ve yazdığı deneme akımın manifestosuna dönüşmüştür.
Glauber
Rocha, 1950'li yılların
sonlarındaki Brezilya sinemasının en çok tanınan politik
sinemacılarından biridir. Cinema Novo akımının, Nelson Periara
Dos Santos ve Carlos Diegues'la birlikte en önemli yönetmenidir.
(Odabaş, 2013: 153) Chanan'a göre (1996: 742), 1981 yılında geç
yaşta hayatını kaybeden Glauber Rocha Brezilya sinemasının
parlayan yıldızı ve aynı zamanda asi çocuğudur (enfant
terrible). Brezilya'nın kuzeydoğusunda bulunan Bahia şehrinde
doğan Rocha, 16 yaşındayken sinema kulüpleri aracılığı ile
sinemaya başladı. İki yıl boyunca hukuk eğitimi gördükten
sonra bir yapım şirketi kurdu ve bir takım kısa filmler çekti.
Daha sonra Rio'ya taşındı ve burada, Cinema Novo'nun babası
olarak adlandırdığı Nelson Pereira dos Santos'un çevresindeki
guruba katılarak 1962 yılında "Barravento"
(Dönen Rüzgar) isimli ilk uzun metrajlı filmini çekti (Yıldırım,
2018,s.359’dan alıntı).
Yönetmenin
çektiği bir diğer önemli film ise çalışma içerisinde de ele
alınacak olan “Deus
e o Diabo na Terra do Sol-Siyah Tanrı Beyaz Şeytan” adlı
yapımdır. Rocha
sinema için “Kafada
bir fikir ve elde bir kamera.”
tanımını yapmaktadır. Sinemaya
bakış açısını daha ayrıntılı olarak ise yazdığı manifesto
ile belirtmiştir.
1965
yılında yazılan manifestonun temelini Brezilya’nın açlığı
ve sefaleti oluştururken, Rocha şiddeti bir araç olarak kullanıp
açlığın sebebi olan sömürgecilere karşı mücadele edilmesi
gerektiğini savunur. Rocha’nın
(1965) belirttiği gibi; “Ne
Latin Amerikalı kendi gerçek sefaletini-yoksulluğunu “uygarlaşmış”
Avrupalıya iletir, ne de Avrupalı gerçek anlamda Latin
Amerikalının sefaletini-yoksulluğunu kavrar.”.
Bu
yoksulluğun ve sefaletin kavranabilmesi için şiddet kullanılmak
zorundadır. Rocha en temelde bu düşünceyi savunur.
Rocha
Batılı seçkinlerin sömürge ülkelerindeki sanatı sadece
ilkelliği ve tropikalliği; yani verdiği nostaljik hava
doğrultusunda değerli bulduğunu ancak bunun dışında
önemsemediğini söyler. Ona göre Latin Amerika ülkeleri hala
birer sömürge durumundadırlar. Sadece sömürenlerin adı ve
kullandıkları yöntemler değişmiştir. Ancak
açlık ve sefelat aynı şekilde devam etmektedir. Bu nedenden
dolayı
Latin Amerika’nın açlığı
basit bir biçimde alarm veren bir belirti değildir:
tam da bizim toplumumuzun özüdür, esasıdır. Orada dünya
sinemasıyla ilişkisi
içinde Cinema Novo’nun trajik orijinalliği
yatmaktadır. Bizim orijinalliğimiz
bizim açlığımız
ve bizim en uç noktalardaki sefaletimizdir ki bu açlık
hissedilebilir, fakat entelektüel olarak anlaşılamaz
(Rocha,
1965). Rocha, en büyük problem olarak açlığı ön plana çıkarır.
Brezilya halkı açtır, sefalet içindedir ve sinema da insanlara bu
sefaleti göstermek zorundadır. Rocha’ya
göre sinema açlığı ve sefaleti içerik olarak kullanırken,
biçim olarak da bu açlık filme yansımalıdır. Filmin biçimi,
imkanları da sefalet içinde olmalıdır. Kısacası açlık bir
bütün olarak filmde bulunmalı ve bu durum seyirciye ulaşmalıdır.
Brezilyalıların
çoğunluğunun
ve Avrupalıların anlayamadıkları açlığı
biz anlıyoruz. Avrupalı için bu garip ve yabancı bir tropikal
gerçeküstücülüktür (sürrealizm). Brezilyalı için bu ulusal
bir utanç kaynağıdır.
Brezilyalı yiyemez, fakat yiyemediğini
söylemekten utanır ve yine de, bu açlığın
nereden geldiğini
bilmez. Biz biliyoruz ki – çünkü aklın ve nedenin her zaman
egemen olmadığı
yerlerde böylesi kederli, çirkin filmleri, bu çığlık
halindeki umutsuz filmleri yaptık- bu açlık ortalamacı hükümet
reformlarıyla
giderilemeyecektir, tedavi edilemeyecektir ve bu teknikolorun (renkli
filmin) pelerini açlığın
tümörlerini gizleyemez, aksine yalnızca daha da
kötüleştirmektedir,
ilerletmektedir. Bundan dolayı, yalnızca bir açlık estetiği
kendi öz yapılarını, bünyesini zayıflatarak kendisini
niteliksel olarak aşabilir,
sınırlarını ileriye götürebilir: açlığın
en soylu kültürel dışavurumu
şiddettir
(Rocha,
1965).
Cinema
Novo, açlıkla mücadele eden bir ülkeyi ve sefalet içindeki
insanları göstermek ister. Bu sefalet içindeki insanların günlük
yaşamı şiddet ile çevrelenmiştir ancak bu şiddet ilkel bir
şiddet değildir. Cinema Novo’dan
öğrenilmesi
gereken şudur,
şiddetin
estetiği
ilkel olmaktan önce devrimcidir. Tam da burası başlangıç
anıdır; sömürgecinin sömürgeleştirilenin
farkına vardığı
zaman. Yalnızca bu şiddetle
yüz yüze geldiği
zaman sömürgeci içine düştüğü
korku ve dehşetle
sömürdüğü
kültürün direnme gücünü
ve dayanıklılığını
anlamaktadır. Sömürgeleştirilen
silahlarına sarılmadıkça, o zaman köle olarak kalmaya devam
eder; Fransızların Cezayirlilerin farkına varması için ilk polis
ölmek zorundaydı (Rocha,
1965).
Rocha,
sömürgecinin sömürdüğünden bir haber yaşadığını,
sömürülenin çektiği çilelerin umursanmadığını belirtir ve
farkındalık yaratabilmek için şiddetin bir zorunluluk olduğunu
savunur. Sömürgeci ancak şiddetle karşılaştığı anda
sömürülenin bilincine varır. Sömürülene
önerilen bu şiddet, sadece hınç dolu, öfke dolu bir nefret
boşalımı değildir. Bu şiddet estetiktir, devrime giden yolda bir
araçtır, sömürgecilere karşı kullanılan bir uyarandır.
Rocha
manifestosunu 1965 yılında kaleme almıştır; yani Başkan
Goulart’a darbe yapıldıktan ve Cinema Novo’nun 1960-64 yılları
arasındaki en aktif ilk dönemi bittikten sonra. Söylemleri de 1965
yılına kadar geçen sürede yaşanan deneyimlere dayanmaktadır. Bu
deneyimler sonucu manifestosunun son paragrafında Cinema Novo’ya
şöyle bir vizyon biçer; Cinema Novo’nun
kendi varoluşunu
meşrulaştırmak
zorunda olduğu
dönemden bu yana uzun zaman geçti. Cinema Novo, Latin Amerika
kıtasının iktisadi ve kültürel süreçleri içinde marjinal
kalmaya devam ederken etkin bir biçimde gelişemedi.
Cinema Novo her yerdeki yeni insanlara özgü bir fenomendir ve
yalnızca Brezilya ile sınırlı değildir.
Entelektüel sansürün ikiyüzlülüğüne
ve gerçekleri bilinçdışına
atma
çabasına karşı
çıkan ve hakikatin filmini yapmak için hazır olan yönetmenler
neredeyse, orada Cinema Novo’nun ruhu yaşıyordur;
yaşları
ne, hangi çağda
oldukları, hangi farklı tarihsel arka plandan gelirlerse gelsinler,
yönetmenlerin kendi kameralarını ve kendi mesleki yetilerini
zamanımızın büyük nedenlerinin anlaşılmasının
hizmeti için kullanırlarsa orada Cinema Novo’nun ruhu vardır.
Burası hareketin tanımlandığı
yerdir ve bu tanım yoluyla Cinema Novo kendisini ticari endüstriden
ayırmaktadır, çünkü Endüstriyel Sinemanın angajmanı
gerçekleri gizlemek için, yalan söylemek için ve sömürü için
yapılmıştır.
Cinema Novo’nun iktisadi ve endüstriyel entegrasyonu Latin
Amerika’nın özgürleşmesine
sıkı sıkıya bağlıdır.
Cinema Novo kendisini bu özgürlüğe
bütünüyle ve tamamen adamıştır,
kendi adında, bütün katılımcılarının adlarında, en
cahilinden en yeteneklisine, en zayıfından en güçlüsüne kadar.
Bir kişi
ya da bir evi filme çekme yönteminde, seçtiğimiz
ayrıntılarda, öğretmeyi
seçtiğimiz
ahlak içinde, bu etik sorun eserlerimizde yansıtılacaktır. Cinema
Novo tek bir film değildir,
aksine evrim içinde olan bir filmler kompleksidir, evrim içindeki
bu süreç nihai olarak halkımızın kendi öz
yoksulluğunun-sefaletinin
farkına varmasını sağlayacaktır
(Rocha,
1965).
Sonuç
olarak Rocha’nın manifestosunda değindiği temel noktalar
bellidir. Öncelikle açlık ve şiddet ilişkisi; Rocha özelde
Brezilya’nın ve genelde tüm Latin Amerşka’nın hala sömürge
toprakları olduğunu belirtir ve bu sömürü düzeni içerisinde
halkın sefaletle yüzleşmek zorunda kaldığını ve sömürenin bu
durumun farkında olmadığını fark etse bile umursamadığını
belirtir. Bu noktada şiddet devreye girer. Rocha, açlık çeken
toplumun günlük hayatında şiddet dolu olduğunu belirtir ve bu
şiddetin bir araç olarak kullanılması gerektiğini ve sömürgeciye
karşı bir uyaran vazifesi göreceğini belirtir. Toplumun içinde
var olan şiddet, açlığın sebebine çevrilmelidir. Bu noktada
manifesto sinemanın girişilecek karşı koyuş ve devrim
mücadelesindeki yerine değinir. Öncelikli olarak popüler sinemayı
yalan söylemekle, sorunların üstünü örtmekle ve hayaller
satmakla itam eder ve Cinema Novo’nun görevinin, popüler
sinemanın aksine, insanlara doğruyu göstermek, olanı olduğu gibi
göstermek olduğunu söyler. İnsanlar açlığının farkına
varmalı ve sömürüye karşı mücadele etmelidir. Kısaca
Rocha’nın manifestosu açlığı merkezine alır ve bu açlığın
giderilmesinde şiddetin gerekliliğini savunurken sinemanın
görevinin ise gerçeği olduğu gibi göstererek insanların kendi
sefaletinin
farkına varması olduğunu söyler.
Glauber
Rocha, 1965 yılında manifestosunu yayınlamadan sadece bir yıl
önce kariyerinin en önemli filmlerinden birisi olan “Deus
e o Diabo na Terra do Sol-Siyah Tanrı Beyaz Şeytan/Rocha (1964)”
filmini
çeker. Filmin ana karakteri Manuel isimli bir köylüdür. Manuel,
eşi Rosa ve yaşlı annesi ile birlikte küçük bir köyde
yoksulluk içinde yaşamaktadır. Geçimini sağlamak için zengin
bir sürü sahibinin ineklerini otlatmaktadır ancak bazı inekler
yılan sokması sonucu ölmüştür ve sürü sahibi bunun zararını
Manuel’in üstüne yıkar ve onun hakkına el koyar. Bunun üzerine
çıkan tartışmada Manuel patronunu öldürür ve köyüne kaçar
ancak patronun adamları peşinden gelip saldırırlar. Manuel ve
Rosa kurtulur ancak yaşlı anne ölür. Sonrasında
Manuel, insanlara bir mucize vaat eden Sebastiao adlı din adamının
yanına gitmeye karar verir ve Rosa’yı da peşinden sürükler.
Sebastiao, aç ve çaresiz insanların etrafında toplandığı dini
bir liderdir ve insanlar onun kendilerini bu sefaletten
kurtarabileceğini umarlar. Manuel, Sebastiao’ya koşulsuz bir
şekilde hizmet eder. Sebastiao ve müritleri kendi inanışlarını
takip etmeyen köylere saldırırlar ve insanları öldürürler.
Manuel bu durumdan şikayet etmez ancak Rosa tepkilidir ve onu uyarır
ancak Manuel bu uyarılara kulak asmaz. Sonrasında
Sebastiao, Manuel’e eşinin ruhunun kirli olduğunu ve
arındırılması gerektiğini söyler. Bunu gerçekleştirmek için
Rosa’nın yeni doğmuş bebeği kurban edilir. Manuel, düştüğü
hatayı anlar ancak artık çok geçtir. Bebek ölmüştür ve Manuel
feryat ederek yıkılmıştır. Bu sırada Rosa ise bulduğu fırsatı
kaçırmaz ve Sebastiao’yu öldürür. Tüm bunlar yaşanırken
kilise tarafından kiralanan Antonio das Mortes adlı bir haydut
Sebastiao’nun ikamet ettiği dağa gelir ve tüm müritlerini
öldürür. Sadece Manuel ve Rosa’nın hayatta kalmasına müsaade
eder. Sebastiao’nun yanında umduğunu bulamayan Manuel ve Rosa’nın
yolu bu defa da eşkıya Corisco ile kesişir. Sebastiao’yu Antonio
das Mortes’in öldürdüğü yalanını söyleyerek onun yanında
kalırlar çünkü o da Sebastiao gibi halkı fakirlikten
kurtaracağını söylemektedir ancak aslında yaptığı tek şey
kanunları çiğnemek ve eşkıyalık yapmaktır. Manuel bunun
farkına çok geç varacaktır. Manuel ve Rosa Corisco’ya
katıldıktan sonra eşkıyalar zengin bir toprak sahibinin evine
saldırırlar. Değerli eşyalarını çalıp, karısına tecavüz
edip, toprak sahibine de işkence ederler. Bu olaydan sonra Manuel
sorgulamaya başlar ve Corisco’nun yolunun da doğru olmadığına
karar verir. Corisco’yu eleştirmeye başladığı sıralarda ise
ordu
eşkıyaların kampını çevirir ve bu sırada da Corisco’nun can
düşmanı olan Antonio das Mortes onları bulur. Corisco,
Antonio das Mortes tarafından öldürülür ve Rosa ile Manuel
kaçar. Kaçarken Rosa düşer ancak Manuel koşmaya devam eder ve
son olarak deniz görünür ve film biter.
Filmin
konusu kısaca ve genel hatlarıyla bu şekildedir. Şimdi bu filme
Rocha’nın manifestosuna uygunluğu açısından bakabiliriz.
Öncelikle
içerik, yani hikaye olarak bakacak olursak; bu film fakir halkın ve
o halkın bir parçası olan Manuel’in hikayesini anlatıyor.
Açlık, sefalet bize filmin en başından itibaren sunuluyor.
Görüyoruz ki bir devlet ve yasa var ancak bu yasa ezilmişleri
değil, zengin güç sahiplerini koruyor. Bunu da bize Manuel’in
öldürdüğü sürü sahibi söylüyor. Manuel’in hakkını
yiyebiliyor çünkü yasalar ondan yana. Devletin koruması altında
olmayan yoksul halkınsa yapacak fazla bir şeyi ve gidebileceği pek
bir yolu kalmıyor ki Manuel bu kalan yolların her ikisini de
deniyor. Önce Sebastiao’ya, yani dine yöneliyor ve bu
yoksulluktan kurtuluşu dinde arıyor. Ancak çok geçmeden bu
çabanın faydasız
olduğunu ve bir ilizyonun, bir hayalin peşinden koştuğunu
anlıyor. Sonrasında ise Corisco’ya, yani eşkıyaya gidiyor ve
yoksulluktan kurtuluşu onda arıyor. Çok geçmeden yine acı
gerçekle yüzleşiyor Manuel. Corisco’da aslında büyük
amaçların, büyük lafların arkasına sığınmış olan adi bir
hırsız. Yaptıkları sadece çalmak ve zarar vermek. Halkın
yaşadığı sefaleti, Manuel’in yaşadığı sefaleti
sonlandıracak bir şey değil.
Rocha,
bu filmde bize bolca, açlıkla ve sefaletle yüzleşen insanlar
gösteriyor aynı manifestosunda değindiği gibi. Yani içeriği
açlıkla alakalı. Filmin biçimine bakacak olursak; öncelikle en
dikkat çeken unsurlardan birisi sallanan, hareketli kamera
kullanımı. Filme amatör ya da daha gerçekçi bir hava katan bu
kamera kullanımı, popüler sinemanın kamera kullanım tarzına da
bir zıtlık oluşturuyor. Bir diğer unsur ise görüntünün sahip
olduğu düşük kalite. Görüntü kalitesindeki bu düşüklük
manifestonun söylemiyle de ayrıca uyuşuyor. Açlığı, sefaleti,
kederi anlatan aç, sefil, kederli filmler. Bu
yönüyle açlık açısından biçim ve içeriğin uyumlu olduğunu
söylemek mümkün. Biçimle alakalı bir diğer unsur ise çevre.
Filmin
tamamı “Sertao”
olarak adlandırılan ve Brezilya’nın kuzeyinde bulunan çorak
topraklarda geçiyor. Yoksulluğun en gözle görülebilir şekilde
hissedildiği topraklar. Böylelikle film
açlığı bize arka planda sürekli olarak hatırlatıyor. Ancak
filmin şiddet ile ilgili söylemini tam anlamıyla manifesto içeriği
ile bağdaştıramadım. Manifesto
şiddeti sömürgeciye karşı bir uyaran olarak kullanmayı
amaçlıyor ve halka bunu tembihliyor. Ancak filmde şiddete başvuran
Sebastiao ve Corisco’nun sonu ölüm oluyor. Sebastiao,
şiddeti sefelet içindeki halka yöneltirken, Corisco ise sadece,
zengin sayılabilse bile gücü sınırlı olan, küçük bir toprak
sahibine şiddet uyguluyor. Ancak bunlar estetize birer şiddet
örneği değil, sadece hıncını kusan birer örnek. Film bize
şiddetin yanlış örneklerini sunuyor ve belki de göstermeniz
gereken şiddet bu değil diyor ancak ötesine yönelik bir şey net
olarak söylemiyor. Devletin halkı korumadığı söyleniyor ancak
filmin sonunda topyekün bir başkaldırış örneği verilmiyor.
Sadece çaresizlik ve açlık içinde yanlış yollara sapan fakir
halkın karşılaştığı şiddet ve ölüm gösteriliyor. En
sonunda da Manuel bireysel olarak kaçarak uzaklaşıyor. Açıkçası
kendi adıma filmi manifestonun şiddet söylemiyle yüzde yüz
bağdaştıramadım. Ancak yinede açlık film boyunca net bir
şekilde göz önünde tutuluyor ve seyircinin bunu görmesi
sağlanıyor ancak şiddet kısmında, örneğin Sanjines’in “Blood
of Condor”
filminin sonunda yaptığı
gibi, net bir hedef gösterme, şiddeti yönlendirme gibi bir çaba
yok. Ağırlık öncelikle açlığı göstermeye verilmiş.
2) “Mükemmel Olmayan Bir Sinema İçin” ve “Las aventuras de Juan Quin Quin-Juan Quin Quin’in Serüvenleri”
Julio
Garcia Espinosa, “Mükemmel
Olmayan Bir Sinema İçin”
adlı manifestosunu 1969 yılında yazdı. Manifesto
temel olarak sanatı ve sinemayı sorunsallaştırıyordu. Espinosa,
sanatın sınırlı, küçük bir grubun elinde üretilmesini
sonlandırarak, sanatsal faliyetleri tüm topluma yaymayı
amaçlıyordu. Manifestonun incelemesine geçmeden önce, daha önceki
bölümde olduğu gibi manifestonun yazıldığı ülke ve yazarı
olan yönetmen hakkında bazı temel bilgilere sahip olmak yararlı
olacaktır.
Öncelikle
manifestonun ortaya çıktığı ülke olan Küba’yı ele alacak
olursak; Küba, ülke sınırları içerisinde barındırdığı halk
ile diğer Orta ve Güney Amerika ülkeleri ile bezerlik
göstermektedir. İspanyol sömürgecilerinin soyundan gelenler,
Yerlilerin ve Afrika’dan getirilen kölelerin soyundan gelenler ile
birlikte melez bir toplum yapısına sahip bir ada ülkesidir. Ada
1492 yılında Cristopher Columbus tarafından keşfedilmiş ve 1511
yılında İspanyol sömürgesine dönüşmüştür.
Önceleri
İspanya’nın önemsemediği ada göçmen nüfusun artması,
İspanya’nın 18. yüzyılda tanıdığı ayrıcalıklar ve ABD ile
geliştirilen ticari ilişkiler sonucunda önem kazandı. Tütün,
şeker kamışı ve hayvancılığın sağladığı zenginlik 19. yy.
ortalarında bağımsızlık özlemini de gündeme getirdi. Ülkeye
yaptığı yatırım gittikçe artan ABD’nin de desteklediği
bağımsızlık akımı, bağımızlık savaşına dönüştü.
Küba’yı etki alanına almak isteyen ABD 1898’de İspanya’ya
savaş ilan ederek adayı işgal etti. 1901’de Küba resmi olarak
bağımsızlığına kavuştu, ancak ABD’nin koruması altına
girdi (Şen,
Üçüncü...,
s.2)2.
Bağımsızlık
sonrası dönemde iki ülke arasında imzalanan antlaşmalar
sonucunda ABD adaya üstler kurarak herhangi bir durumda olaylara
müdahale edebilme imkanı kazandı ve bu hakkı 1906, 1907 ve 1912
yıllarında kullanarak adayı işgal etti. Böylece
kahve
ve şeker kamışına dayalı ülke ekonomisinde giderek daha fazla
söz sahibi olmaya başladı. Ülke, önce
1925-1933 yılları arasında Gerardo Machado’nun, sonra da
1933-1959 yılları arasında Fulgencio Batista’nın diktatörlüğüne
girdi. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra baskıcı bir yönetim
kuran Machado özellikle sendikacılara ve öğrencilere yönelik
acımasız davranışları nedeniyle tarihe “Küba
Kasabı”
olarak geçti. Machado’nun askeri bir darbeyle devrilmesinden sonra
Cumhurbaşkanlığı'na seçilen Ramon Grau San Martin’in reformcu
programı ABD’yi kaygılandırınca Küba oligarşisinin baskısı
Cumhurbaşkanı'nı istifaya zorladı (Şen,
Üçüncü..., s.2).
Machado’dan
sonraki diktatör olan Fulgencio Batista ise 1959 yılında Fidel
Castro tarafından devrilinceye kadar yönetimde kalmayı başardı.
Fidel Castro ve birlikleri 1 Ocak 1959’da başkent Havana’ya
giriş yapınca Batista ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Fidel
Castro, Batista karşısındaki ilk girişiminde başarısız olmuş
ve yakalanarak hapse atılmıştır. 2 yıl hapisten sonra 2 yıl da
Meksika’da sürgün yaşamış ve sonrasında kardeşi Raul ve Che
Guevera’nın da desteklediği gerilla harekatı ile başarı
sağlayarak Küba yönetimini ele geçirmiştir. 1960
yılında Sovyetler Birliği ile bir ticaret anlaşması imzalanmış
ve böylelikle ada üzerinde ABD ambargosu başlamıştır. 15 Nisan
1961’de
CIA’nın örgütlediği 1300 kadar karşı-devrimcinin katıldığı
Domuzlar Körfezi çıkarması yapıldı. Çıkarma birkaç gün
içinde bozguna uğratıldı. Rehin alınan karşı devrimcilerin,
televizyondan yayınlanan mahkemeleri sonucunda saldırının ABD
tarafından organize edildiği anlaşıldı (Şen,
Üçüncü..., s.3).
1962
yılı ile birlikte ABD ambargosu sertleşerek ve geniş alanlara
yayılarak tam bir ablukaya dönüştü. Soğuk Savaş’ın en yoğun
olduğu bu yıllarda iki süper güç, ABD ve Sovyetler Birliği
arasında füze krizi patlak verdi. Sovyetler Birliği Küba’ya,
ABD ise Türkiye’ye füze yerleştirmişti. Füzelerin sökülmesiyle
kriz atlatıldı. ABD ambargosu sürerken 1970’li ve 80’li
yıllarda Sovyet yardımları Küba’yı ayakta tuttu ancak 1991
yılında Sovyetler Birliği dağıldı ve yardımlar da kesildi.
Böylelikle Küba 1990’lı yılları ekonomik kriz ile mücadele
ederek geçirmek zorunda kaldı ancak ilerleyen yıllarda ülke
ekonomisinde düzelmeler yaşandı. Devlet Başkanı
ve aynı zamanda Hükümet Başkanı olan Fidel Castro Ruz tarafından
1959'dan 2008'e kadar yönetilen Küba, Fidel Castro'nun hastalığı
sebebiyle seçimlere katılmayacağını açıklamasıyla yeni bir
sürece girdi (Şen,
Üçüncü..., s.4).
Devrim
sonrasında Küba, sinemaya da çok kıymet verdi. Devrimin halka
öğretilebilmesi için sinema önemli bir araçtı. Bu “Devrim
Sonrası Küba Sineması”
olarak anılan dönemin en önemli yönetmenlerinden birisi de Julio
Garcia Espinosa’dır. 1 Ocak 1926 Havana/Küba doğumlu olan
yönetmen, devrim sonrasında çektiği filmler ve yazdığı
“Mükemmel
Olmayan Bir Sinema İçin”
adlı manifesto ile Küba Sineması’na yön veren önemli
isimlerden birisine dönüştü. Sinema
eğitimini İtalya’nın Roma şehrinde alan yönetmen, ilk filmini
ise Küba Sineması’nın bir diğer önemli yönetmeni Tomas
Gutierez Alea ile birlikte 1956 yılında çekmiştir. “El
Megano/Kömür Ocağı”
adlı filmle birlikte, Espinosa yönetmen olarak sinema dünyasına
adım atmıştır. Bu tarihten itibaren sinema ile ilgili
düşüncelerini geliştiren Espinosa ilk filminden 13 yıl sonra,
yani 1969 yılında sinemaya bakışını ortaya koyan manifestosunu
yazmıştır. Espinoza
teknik olanaklardan yoksun sinema olarak tanımladığı imperfect
cinema'yı
yalnızca teknik olarak gelişmiş bir sinema olarak tanımladığı
perfect
cinema'dan
daha değerli görür. Çünkü teknik ne kadar gelişkin olursa
olsun devrimci ve halkçı olamayan sinema geri, gerici bir sinemadır
(Şen,
Üçüncü..., s.14).
Espinosa,
özelde sinemayı, genelde ise sanatı, dar bir grubun kontrolünden
çıkararak geniş halk kitleleri tarafından oluşturulan bir yapıya
dönüştürmek istemektedir. Seçkinci
sanatla geniş kitlelere seslenen sanat arasındaki çelişkilerin
“kusurlu filmler” aracılığıyla giderilebileceğini öne süren
yönetmen, bu görüşünü Les
Aventuras de Juan Quin Quin (Juan Quin Quin’in Serüvenleri,1967)
filmi
ile somutlaştırmıştır (Şen,
Üçüncü..., s.17). Bahsi geçen ve çalışmanın devamında da
incelenecek olan bu film çok başarılı olmuş ve 3 milyon seyirci
tarafından izlenmiştir Küba’da. Espinosa,
Vietnam Savaşı’ndan
yola çıkarak çektiği filmi Tercer
Mundo Tercera Guerra Mundial (Üçüncü Dünya Üçüncü Dünya
Savaşı, 1970) adlı
militan belgesel filminde Küba’nın üçüncü dünyaya bakış
açısını vurgulamıştır. La
Sexta Parte del Mundo (Dünyanın Altıncı Kıtası, 1977) filminde
Küba-Sovyet dostluğu ele alınmıştır. Espinosa, daha sonraki
yıllarda La
Inutil Muerte de mi SocioManolo (Arkadaşım Manolo’nun Boşuna
Ölümü, 1989) ve
Reine
y Rey (Kraliçe ve Kral, 1994) gibi
filmler yönetti (Şen,
Üçüncü..., s.17).
Espinosa,
1969’da yazdığı manifestosu ile birlikte sinemanın üstlenmesi
gereken misyonu kendi bakış açısıyla dile getirmiştir. Bu
manifestonun ilk paragrafı şu şekilde başlamaktadır; Günümüzün
mükemmel sineması, yani teknik ve sanatsal olarak ustaca
gerçekleştirilen
sinema, hemen her zaman gerici bir sinema olagelmiştir.
Bu yüzden, şu
sıralarda, devrimci süreç içerisinde kültürel olarak anlamlı
ve nitelikli bir sinemayı amaçlayan Küba sinemasının önünde
duran en büyük baştan
çıkarıcı kendisini bir mükemmel sinemaya dönüştürmektir
(Espinosa,
1969). Espinosa,
mükemmel sinema olarak Hollywood gibi popüler endüstri
sinemalarını tanımlamaktadır. Bu sinemalar biçim ve içerik
olarak en uygun formülleri oluşturmuş ve film üretiminde bunları
kullanan sinemalardır. Teknik imkanlar olarak, oyunculuk olarak ve
hikaye anlatımı olarak mükemmel hale gelmişlerdir ancak bu
sinemalar eleştirel değillerdir. Toplum açısından öğretici bir
misyon taşımamaktadırlar. Bu sebeple Espinosa Küba Sineması’nın
mükemmelliği hedeflememesi gerektiğini savunur.
Espinosa’nın
manifesto içerisinde sorguladığı bir diğer nokta ise film
üreticileri, film üretimindeki sınırlılıklardır. Espinosa,
neden seyircinin de film üreticisine dönüşemediğini sorgular ve
asıl yapılması gerekenin bu olduğunu söyler. Sinemanın ve film
üretiminin gerektirdiği teknik ve ekonomik yeterliliklerin ve
uygun zamanın o dönem için sadece belli başlı bazı kişilerin
imkanı dahilinde olduğunu belirten Espinosa, ilerleyen süreçte
ekonomik ve sosyal gelişmeler ile birlikte çalışma saatlerinin
kısalması, eğitimde ve film üretim teknolojilerinde ortaya
çıkacak gelişmeler (günümüzde cep telefonuna kadar inen kamera
teknolojisi ve youtube gibi sosyal medya organları, vs.
gelişmeler) ile birlikte var olan süreçte bir değişim olup
olmayacağını sorgular ve
şöyle belirtir:
O zaman olacak olan, sadece bir sosyal adalet –
herkesin film yapma olanağına
kavuşması
– değil,
aynı zamanda sanatsal kültür adına çok önemli bir gelişmedir;
böylelikle komplekslere kapılmadan ya da suçluluk duymadan,
sanatsal faaliyetin gerçek anlamını yeniden tanımlama olanağına
kavuşacağız.
O zaman, sanatın insanoğlunun
“tarafsız”
(“impartial”) ya da “bağlantısız”
(“uncommited”) faaliyetlerinden biri olduğunu
anlayacağız.
Sanatın çalışma
olmadığını
ve sanatçının kelimenin dar anlamıyla işçi
olmadığını
göreceğiz.
Bunun böyle olduğunu
bilmek, ama diğer
yandan bunu pratiğe
geçirmenin imkânsızlığı,
şiddetli
acının ve aynı zamanda tüm çağdaş
sanatların
yaşadığı
“kendini beğenmişliğin”
nedenidir. Gerçekte, şu
iki eğilim
söz konusudur: Sinemayı “bağlantısız”
bir faaliyet olarak ele alanlar ve onu “bağlantılı”
bir faaliyet olarak görenler. Her iki eğilim
de kendilerini çıkmaz bir sokakta bulmaktadır (Espinosa,
1969). Espinosa’nın
hayalini kurduğu gelişmeler zaman konusunda kendini dünya
genelinde geliştirme şansı bulamasa bile eğitim ve teknolojik
imkanlar konusunda beklenen gelişmeler yaşanmıştır fakat bu
eldeki imkanlar tam olarak Espinosa’nın hayalini kurduğu şekilde
değerlendiriliyor mu; bu sorgulanması ve üzerine düşünülmesi
gereken bir konudur.
Espinosa’nın
manifestosunda savunduğu bir diğer nokta ise bilimin sanatı ve
sinemayı geliştireceği düşüncesidir. Ona göre bilimsel
gelişmelerin sanatı desteklemesiyle birlikte sanat yapmak, sinema
yapmak, bir azınlık faliyeti olmaktan çıkacaktır. Bilimin,
teknolojinin, en ileri toplumsal teori ve pratiklerin gelişmesi,
kitlelerin hiç olmadığı
kadar toplumsal yaşantıda
aktif olarak var olmalarını olanaklı kılmıştır.
Şu
anda sanatsal yaşamda,
tarihin hiçbir anında olmadığı
kadar izleyici kitlesi vardır. Bu durum, “seçkinler”in
ilgasının ilk aşamasıdır.
Şu
anda yapılması gereken, izleyicilerin kendilerini öznelere –
sadece aktif izleyicilere değil,
aynı zamanda ortak yaratıcılara - dönüştürmelerini
sağlayacak
olan koşulların
oluşmaya
başlayıp
başlamadığını
bulmaktır. Görevimiz, sanatın uzmanlarla sınırlı bir faaliyet
olup olmadığını,
sadece seçilmişler
için mi yoksa herkes için mi olanaklı olduğunu
kendimize sormaktır (Espinosa,
1969). Günümüzden 50 yıl önce yazılmış olan bu manifesto ile
birlikte Espinosa, teknolojik gelişmelerin desteğiyle birlikte
sanatsal faliyetlerin gireceği yola yönelik bir öngörüde
bulunmuş ve bu düşüncesi günümüz “üre-tüketici”
kavramıyla desteklenmiştir. Artık sinema seyircisi sadece
izleyici, alıcı konumunda değildir. Üretici ve tüketici arasında
yoğun bir etkileşim vardır. Özellikle “Yeni
Medya”
teknolojilerinin ve internetin gelişimiyle bu etkileşim daha da
güçlenmiş ve seyirciler üretim yapabilecek konuma
yükselmişlerdir. Bugün herhangi bir birey kendi cep telefonu
kamerasıyla bile “mükemmel
olmayan”
bir film çekebilme imkanına sahiptir. Sinema seçkinlerin
kontrolündeki bir sanat olmaktan çıkma yolunda çok ciddi adımlar
atmaktadır ve bu süreçte teknolojik gelişmelerin payı
yadsınamaz.
Espinosa’ya
göre devrimci duruşun burjuva sanatı gibi kendi sanatçılarını
üretmeye ihtiyacı yoktur. Yapılması gereken burjuva sanatının
bu azınlık üretimine ve zevkine dayalı sanat anlayışını
yıkarak tüm toplumun üretimin parçası haline geleceği yeni bir
sanat anlayışı ortaya koymaktır. Bu
amaç uğrunda popüler sanat ve kitle sanatı arasındaki yanlış
yorumlamalara dikkat çeker. Popüler
sanatın, kitle sanatı olarak adlandırılan şeyle
en ufak bir ilgisi yoktur. Popüler sanat, halkın kişisel,
bireysel beğenisine
gereksinim duyar ve ardından bunun geliştirilmesine
yönelir. Diğer
taraftan kitle sanatı (ya da kitle için olan sanat), herhangi bir
beğeniye
sahip olmayan insanlara gereksinim duyar. Gerçekte, kitle sanatını
yaratan kitleler olduğunda,
bu sanatın bir anlamı olacaktır; fakat şu
anda bir azınlık tarafından kitleler için yapılan bir sanattır.
Grotowski, günümüz tiyatrosunun bir azınlık tarafından
gerçekleştirilen
sanat türü olması gerektiğini,
çünkü kitle sanatının sinema ile yapıldığını
söylemektedir. Bu doğru
değildir.
Belki de sinema, çağdaş
sanatlar
içinde en seçkinci olanıdır. Filmler, nerede olursa olsun, küçük
bir azınlık tarafından kitleler için üretilmektedir. Kitle
sanatını popüler sanat, yani kitleler tarafından yaratılan sanat
olarak anlıyorsak, sinema belki de kitlelerin eline ulaşması
en çok zaman alacak sanat türüdür. Yakın zamanda, Hauser’in
dikkat çektiği
gibi, kitle sanatı, izleyici ve tüketici rolüne indirgenmiş
olan
halkın isteklerini karşılamayı
hedefleyen bir sanattır (Espinosa,
1969). Espinosa
kitle sanatına, kitleler tarafından üretilen bir sanata ve
sinemaya ulaşmak ister ancak kendi döneminin koşulları onun bu
amaca ulaşmasını kısıtlamaktadır ancak daha önce de
belirttiğim gibi günümüz teknolojisinde yaşanan gelişmeler bizi
bu ideale daha yakın hale getirmiştir.
Espinosa’ya
göre sanatçı kendini bir sanatçıdan önce insan olarak var etmek
zorundadır; bunun yollarını aramalıdır ve ayrıca Avrupa artık
sahip olduğu eski yöntemlerle sanatın karşılaştığı sorunlara
bir çözüm üretmekte güçlük çekmektedir. Bu noktada yapılması
gereken kıtanın (Latin Amerika) bu eski yöntemleri takip etmek
yerine teknik ve bilimsel yetersizliği içerisinde kitleleri
harekete geçirerek yeni bir yöntem ortaya koymasıdır. Aksi
takdirde yapılacak olan tek şey eski kıtanın seçkinci sanat
anlayışının bir yeniden üretimine düşmekten başka bir şey
olmayacaktır. Espinosa devrimi kültürün en yüksek ifade biçimi
olarak görür ve kitlelerin özgürleşmesinin, toplumun sınıflı
yapısının sona ermesinin ve sanatın azınlıklar kontrolünde
parçalanmış bir seçkinci üretimden kurtulmasının yegane çözümü
olarak savunur.
Ona
göre devrim ile birlikte sanat azınlıkların elinden alınarak
kitlelerin üretimine sunulacaktır. Özel olarak sinema ile ilgili
olarak da: Çelişkili
de olsa, Küba sinemasının yolunun yeni bir kültürel politika
değil,
yeni bir şiirsellik
olacağını
düşünüyoruz.
Nihai amacı intihar etmek olan, yok olmak olan bir şiirsellikten
bahsediyoruz. Buna karşın,
diğer
sanatsal algılamaların bizim içimizde de varlıklarını
sürdüreceklerini biliyoruz, tıpkı kırsal mülkiyetçiliğin
ve dinin varlıklarını sürdürmesi gibi (Espinosa,
1969).
Espinosa,
gelecek kuşak sinemacıların sanatçı olduğu kadar bilim insanı
olarak da yetiştirilmeleri gerektiğini savunur. Bilim ve sanat
arasında oluşturulan bu ayrım giderilmeden ve sanat kitlelerin
üretimine sunulmadan kitlelerin sahip olduğu beğeni düzeyi
geliştirilemez. Espinosa,
manifestosu içerisinde belirttiği bu fikirlerinin oluşumunda, bir
önceki bölümde belirttiğimiz Brezilyalı yönetmen Glauber
Rocha’nın fikirlerinden de etkilendiğini belirtir. İki
manifestonun yazılış tarihleri arasında dört yıllık bir fark
olduğu bilindiğine göre bu makul bir durumdur. Espinosa,
manifestosunda Mükemmel Olmayan Sinema’nın içerik üretimine
yönelik de konuşur. Mükemmel
olmayan sinema yeni izleyicileri arasından mücadele edenleri bulur
ve konularını onların sorunlarından çıkarır. Mükemmel olmayan
sinemada, “kafası
sağlam”
insanlar, değiştirebilecekleri
bir dünyada düşünen,
hisseden ve var olan insanlardır; tüm sorunlara ve zorluklara
rağmen,
dünyayı devrimci bir yolla dönüştürebileceklerine
ikna olmuşlardır.
Mükemmel olmayan sinema, bu yüzden bir “izleyici”
yaratmak için mücadele etme gereksinimi duymaz. Hatta tam tersine,
günümüzde bu tür bir sinemayı gerçekleştirmeye
muktedir sinemacıdan daha fazla bu tür bir sinemanın alıcısı
olabilecek izleyici vardır (Espinosa,
1969).
Espinosa,
manifestonun ilerleyen bölümlerinde Mükemmel Olmayan Sinema’nın
kullanması gereken söylem diline de dikkat çeker. Mükemmel
Olmayan Sinema yönetmeni zaten emperyalizm ile mücadele eden
kitleye, seyirciye emperyalizm ile mücadele etmesi yönünde bir
telkinde bulunmamalıdır. Bu
tarz bir seyirciye emperyalizm kötüdür demenin bir faydası
olmayacaktır. Mükemmel
olmayan sinema her şeyden
önce sorunları ortaya çıkaran süreci göstermek zorundadır. Bu
yüzden bu tür bir sinema, sonuçları ele alan bir sinemanın
karşıtıdır;
kendi kendine yeterli ve dalgın bir sinemanın karşıtıdır;
hâlihazırda sahip olduğumuz
fikirleri ya da kavramları “güzelce
tasvir eden”
sinemanın da karşıtıdır
(Espinosa,
1969). Yani Espinosa sinemacıdan emperyalizm, sömürgecilik kötüdür
demesi yerine, seyirciye bunun neden kötü olduğunu, bu sürecin
nasıl geliştiğini anlatmasını ister. Bu söylem tarzında,
Küba’nın manifestodan on yıl önce devrimini gerçekleştirmiş
olan bir ülke olmasının önemli bir etkisi vardır. Rocha şiddetin
devrime giden yolda bir araç olarak kullanılması gerektiğini
savunuyordu. Fakat Espinosa’nın ülkesi Küba’da bu arzulanan
devrim çoktan gerçekleşmiş ve yazılan manifestonun dili de buna
göre şekillenmiştir. Espinosa, artık devrimi arzulayan değil,
devrimin getirdiklerini korumak ve geliştirmek isteğinde olan bir
dille manifestosunu kaleme almıştır. Mükemmel
olmayan sinema bir yanıttır; fakat aynı zamanda yanıtlarını
kendi gelişimi
içerisinde bulacak olan bir sorudur. Mükemmel olmayan sinema
belgesel ya da kurmaca, ya da her ikisi olabilir. Herhangi bir türü,
ya da tüm türleri kullanabilir. Sinemayı çoğul
bir sanat ya da uzmanlaşmış
bir
ifade biçimi olarak kullanabilir. Bu sorunlar önemsizdir, çünkü
bunlar mükemmel olmayan sinemanın gerçek sorunlarını ya da
alternatiflerini ve her şeyden
önce gerçek amacını temsil etmezler. Bunlar, mükemmel olmayan
sinemanın harekete geçirmekle ilgilendiği
çarpışmalar
ya da polemikler değildir
(Espinosa,
1969).
Espinosa,
Mükemmel Olmayan Sinema filmlerinin de eğlenceli olabileceğini
savunur (Juan Quin Quin’nin Serüvenleri bu iddayı destekleyen
öğeler barındırır). Onun
dışında Mükemmel Olmayan Sinema, ticari sinemanın film dağıtım
ağlarını ve yıldız oyuncu sistemini kullanmayı reddeder. Ayrıca
Mükemel
Olmayan Sinema, eleştiricilerin ve arabulucuların imkanlarını
reddederken, bilim insanları, devrim liderleri, sosyologlar gibi
farklı kesimlerden insanlar ile işbirliği içinde olmanın faydalı
olacağını savunur. Görüldüğü üzere, Mükemmel Olmayan
Sinema’da tıpkı Cinema Novo gibi kendisini popüler endüstri
sineması ve onun sunduğu imkanların karşısında
konumlandırmıştır. Mükemmel
olmayan sinema artık kalite ya da teknikle ilgilenmemektedir. İster
bir Mitchell’le
olsun ister bir 8mm’lik kamera ile ister bir stüdyoda olsun ister
ormanın
ortasında bir gerilla kampında, aynı güzellikte şeyler
yaratılabilir. Mükemmel olmayan sinema artık önceden saptanmış
beğeni
ile ve hatta “iyi
beğeni”
ile ilgili değildir.
Bir sanatçının yapıtında aranan kalite değildir.
Mükemmel olmayan sinemanın ilgilendiği
tek şey,
sanatçının şu
soruya nasıl bir karşılık
verdiğidir:
Şu
ana kadar senin yapıtını belirlemiş
olan
“kültürlü”
seçkin izleyici engelini aşmak
için ne yapıyorsun (Espinosa,
1969)? Espinosa’ya
göre Mükemmel Olmayan Sinema sanatçısı bireysel bir kendini
geliştirme yolunda değil devrim yolunda olmalı ve kendini
öncelikle bir devrimci olarak tanımlamalıdır. Bir sanatçıdan
önce bir insan olduğunu hatırlamalıdır.
Mükemmel
Olmayan Sinema’nın inancı geleceğin halk sanatında olduğu
yönündedir ve bu sebeple değişerek yok olmayı hedefler.
Manifesto ise şu şekilde son bulur; Fakat, halk sanatını
demagojik bir onurla ya da zafer sarhoşluğuyla
sunmayalım. Bunun yerine, dünya halklarının sanatsal
yaratıcılıklarını sınırlamak zorunda bırakılmalarının
ifşası
için, acı bir kanıt olarak halk sanatını gerçekleştirelim.
Şüphesiz
gelecek, halk sanatının olacaktır; fakat o zaman bunu tanımlamamız
gerekmeyecek. Çünkü hiç kimse ve hiç bir şey
insanların yaratıcı ruhlarını yeniden paralize etmeyi
başaramayacak
(Espinosa,
1969). Espinosa,
sanatı sorunsallaştırdığı; sanatın ne olduğu, ne olması
gerektiği, devrim sonrası sanatın ve sinemanın nasıl ilerlemesi
gerektiği gibi birçok soruya cevap aradığı manifestosunu en son
olarak şu sözler ile tamamlar: “Sanat
hiçliğe değil, her şeye dönüşerek ortadan kalkacaktır
(Espinosa, 1969).”
Julio
Garcia Espinosa’nın en önemli filmlerinden birisi Olan “Las
aventuras de Juan Quin Quin/Juan Quin Quin’nin Serivenleri”
manifestonun yazılışından iki yıl önce, 1967’de çekilmiştir.
Filmin
hikayesine baktığımızda; filme adını da vermiş olan ana
karakter Juan Quin Quin’in yaşadığı olaylar seyirciye
sunulmaktadır. Juan
Quin Quin ve yakın arkadaşı Jachero fakir insanlardır ve
geçimlerini köyleri ve kasabaları dolaşıp boğa güreşleri ve
sirk gösterileri yaparak sağlamaktadırlar. Bazı
köylerde boğa güreşçisi, bazı kasabalarda sirkte hokkabaz ve
tiyatro sanatçısı, yeri geldiğinde horoz dövüştüren, yeri
geldiğinde kilisede çalışan ve sadece gününü kurtaran bir
adamdır Juan Quin Quin. Sorumlulukları pek, hatta hiç olmayan,
sadece kendisi için yaşayan Juan, bir gün sirk gösterisi
yaptıkları bir kasabada Teresa isimli bir kadın ile karşılaşır
ve aşık olurlar. Aşk beraberinde sorumluluk bilincini de getirir.
Juan, Teresa ile evlenmek istemektedir ancak yaptığı iş ve fakir
olması sebebiyle Teresa’nın babası bu ilişkiye hoş
bakmamaktadır. Durum bu şekilde olduğu için Juan, Teresa’ya
daha iyi bir hayat sunabileceği bir iş sahibi olmaya karar verir.
Hayattaki
en büyük yardımcısı olan arkadaşı Jachero Juan’a yardımcı
olur ve bölge yöneticisinin emrinde bir iş bulur. İş şu
şekildedir; bölge yöneticisinin tarıma uygun boş bir arazisi
vardır. Juan Quin Quin ve Jachero bu araziyi temizleyecek
ve kahve yetiştireceklerdir. Arazinin ıslah edilmesi için
çalıştıkları süre boyunca toprak sahibi yeme içme masraflarını
karşılayacak ve elde edilen mahsulün gelirinden de yüzde
verecektir. Böylelikle
Juan ve Jachero büyük bir hevesle çalışmaya başlarlar. Araziyi
temizleyip kahve yetiştirirler. Ancak işler bu noktadan sonra
değişir. Toprak sahibi önce masraflar için verdiği ödeneği
keser ve sonra da Juan ve Jachero’nun mahsulden gelecek olan
kazancına
kahvenin
gelir getirmediği bahanesiyle el
koyar. Bunun üzerine Juan Quin Quin, kahvenin işlendiği fabrikaya
giderek olay çıkarır ama hakkına kavuşma konusunda başarılı
olamaz çünkü karşısında devletin desteğine sahip, devlet
koruması altında güçlü bir adam vardır. Juan Quin Quin,
fabrikada olay çıkardığı için yakalanır ancak sonrasında bir
şekilde karmaşa yaratarak kaçmayı başarır ve böylelikle
isyancı bir gerillaya dönüşme süreci başlar. Sonrasında
hızla etrafında insanlar toplanmaya başlar ancak bu kişilerin
ordu ile mücadele edecek silahları yoktur. Böylece Juan, kasabanın
karakoluna saldırarak oradaki silahlara el koymak için bir plan
yapar ve karakola saldırır ancak karakolda kimse yoktur. Tüm
askerler, silahlarıyla birlikte bölge yöneticisinin evinde Juan’a
tuzak kurmak amacıyla beklemektedirler. Bölge yöneticisi, Teresa
ve babasını esir almıştır. Bunu öğrenen Juan hızla bölge
yöneticisinin evine gider adamlarıyla birlikte. Gizlice eve girmeye
çalışan Juan askerler tarafından fark edilir ve aralarında bir
kargaşa başlar. Bu kargaşa içerisinde Juan hem sevdiği kadını
ve onun babasını kurtarır hem de silahları çalmayı başarır.
İstediklerini elde ettikten sonra ise tekrar ormana kaçarak gerilla
faliyetlerine başlarlar. Juan
Quin Quin ünlü bir gerillaya dönüştükten bir süre sonra bölge
yöneticisinin emrindeki askerler tarafından bir dağda köşeye
sıkıştırılır. Bu pusudan kurtulmak için başka gerillalardan
destek almak zorunda olan Juan, haberci olarak Jachero’yu yollar.
Jachero bu yolculuk sırasında yaralanır ancak diğer gerillalara
haber vermeyi başarır. Bacağından yara aldığı için geri dönüş
yolunda gerilla grubunun gerisinde kalır ve dinlenmek için bir köy
evine sığınır. Evdeki genç kadın ona yiyecek ve içeek yardımı
yapar ve aralarında bir yakınlaşma başlar ancak tam sabahın
erken saatinde Jachero, kaldığı bu yerden ayrılacakken yakalanır
ve asılır. Ona yardım eden genç kadın da vurularak öldürülür.
Yinede Jachero görevini yerine getirmiş ve arkadaşının hayatını
kurtarmayı başarmıştır. Dağda askerler ile çatışan Juan Quin
Quin’e takviye kuvvetler yardıma gelir ve Juan sevdiği kadın ile
birlikte içine düştüğü bu tuzaktan kurtulmayı başarır.
Dağdan
kurtulduktan sonra sömürgecilere
karşı devrimci mücadelesine kaldığı yerden devam eder.
Filmi
içerik olarak ele aldığımızda en net olarak görünen
durumlardan birisi, manifestonun belirttiği sonucu vermek yerine bu
sonuca giden sürecin gösterilmesi mantığıdır. Juan Quin Quin’in
karşısında sömürgeci bir figür ve devletin içinde bulunduğu
yozlaşmanın simgesi olan bölge yöneticisi vardır. Ancak film
direkt olarak kötü sömürgeci ve ona direnen devrimci formülünü
sunmaz. Bize Juan Quin Quin’in neden bir gerillaya dönüşüp var
olan düzene savaş açtığını başından itibaren gösterir;
seyirci için sebepleri netleştirir. Bölge yöneticisi, var olan
düzenin ve gücü elde edenlerin bu gücü nasıl kendi
bireysel
çıkarları
uğruna
kullanabildiğinin bir örneğidir ve ayrıca toprak sahibi olmasıyla
da yoksul halkın karşısında bir sömürgeci konumundadır. Ancak
Juan Quin Quin, bölge yöneticisine karşı sırf böyle bir insan
olduğu için isyan etmez. Onu bu noktaya getiren bireysel
tecrübeleridir. Böyleleikle film, sömürgeci düzen karşısında
seyirciden mücadele etmesini isterken, bunu sadece talep etmez. Aynı
zamanda toplumun bu mücadeleye neden katılması gerektiğine dahil
sebepler sunar. Film bu yönüyle, içerik olarak manifestonun
ilkelerini takip eder. Filmin hikayesi kesinlikle anti-sömürgecidir
ancak,
“Onlar
bizi sömürüyor, hadi biz de bunun karşılığını şiddet ile
onlara gösterelim.”
gibi bir slogan atmaz. Evet, direnilmesi gerektiğini söyler ama
bunu söylerken sebeplerini beraberinde sunar. Şiddete varan süreçte
yaşananları bize sunar. Şu kötüdür demek yerine kötü olanın
neden kötü olduğunu ve neden onunla mücadele edilmesi gerektiğini
gösterir.
Filmi
biçim olarak ele aldığımız zaman ise oldukça çeşitli bir
kullanım ile karşılaşırız. Öncelikle
filmin görüntü kalitesini ve kamera kullanımını ilk bölümün
filmi olan “Siyah
Tanrı Beyaz Şeytan”
filmi ile kıyaslayacak olursak; bu filmin görüntü kalitesi daha
iyi ve sahneler daha net. Sadece doğal ışık kullanılarak değil,
ekstra aydıtlama ile çekim yaptıklarını söylemek mümkün.
Bunun dışında, bir önceki filmde hareketli ve sallantılı kamera
kullanımı vardı ve sahnelerin çekimi amatör bir hava
barındırıyordu. Bu amatör hava ayrıca filme gerçekçi bir bakış
açısı sağlıyordu. Bu film ise önceki filme nazaran daha sabit
açılar içeren bir film olarak çekilmiş. Geniş açılar, boy
planlar, yakın planlar, vs. gibi birçok farklı açı film boyunca
bolca kullanılmış. “Juan
Quin Quin’in Serüvenleri”
adlı bu film genel anlamda kamera kullanımı ile kendini popüler
sinemadan farklılaştırma uğraşına girmemiş ve Hollywood
filmlerinde görmeye alışık olduğumuz açılar ile çekimlerini
gerçekleştirmiş. Ancak, elbette farklılaştığı, özgünleştiği
yerler film ilerledikçe seyircinin karşısına çıkmıştır.
Aslında
film, belli bir noktaya kadar hikayesini popüler bir tür filmi
olarak adlandırılabilecek şekilde ilerletmiştir. Bu tür,
aksiyon, macera ya da romantizm gibi başlıklar alabilir. Elbette
hikaye olarak devrimci dilini net bir şekilde ortaya koyuyor ama
ilerleyiş biçimiyle izlenenin bir macera filmi olabileceği
hissini uyandırıyor. Bu tarzın belirli bir amaç uğruna,
manifestonun belirttiği Mükemmel Olmayan Sinema filmleri eğlenceli
olabilir iddasını ortaya koymak adına yapıldığını var
sayabiliriz ki aynı bakış açısı filmin son kısmında tekrar
karşımıza çıkar.
Ben
filmi özetlerken, olayları toparlayabilmek adına hikayeyi sanki
doğrusal bir şekilde ilerliyormuş gibi anlattım fakat film en
başından itibaren parçalı bir anlatıma sahip. “Flash
back”
ve “flash
forward”
olarak anılan zamanda
geriye ve ileriye atlayışlar,
filmin sonuna kadar devam eder. Film tamamen son bulana kadar hikaye
zihnimizde doğrusal bir çizgiye oturmaz ancak film bittikten sonra
aynı benim üst paragraflarda yaptığım gibi bir
anlatıma kavuşuruz seyirci olarak. Günümüz popüler sinema
seyircisi için bu anlatım dili, Tarantino Sineması ile
özdeşleşmiştir ve belki de Tarantino filmlerine dünya çapında
popülerliği sağlayan en önemli unsurlardan birisi kullandığı
bu parçalı anlatımdır. Ancak görülüyorki filmi parçalara
bölerek ve karıştırarak yapılan bu anlatım Tarantino’dan çok
daha uzun yıllar önce ve Tarantino’nun içinde yer aldığı
popüler endüstri sinemasına muhalif olan bir sinema ve bir
yönetmen tarafından oldukça başarılı bir şekilde
kullanılmıştır. Yine bu parçalı anlatım da filmi, eğlenceli
olarak niteleyebileceğimiz bir konuma getirir. Espinosa kullandığı
yöntemlerle filmini popüler sinema izleyicisine de ulaştırma
potansiyelini elde etmiş ve mesajını ulaştırabilmek için imkan
yakalamıştır. Filmin sadece Küba içinde 3 milyon insan
tarafından izlenmiş olduğu gerçeği de bu noktada önemli bir
veridir.
Film
biçimsel olarak asıl büyük değişimini son sahnelere doğru
yaşar. Özet kısmında bahsettiğim karakol baskını sahnesi
filmin ikinci yarısı içindedir ve bu sahnede, filmde o zamana
kadar olmayan bir şey olur. Bir dış ses anlatıcı filme dahil
olur ve hareketli kamera ile birlikte karakol baskınına giden
gerillaların takibi başlar. Bu takip ve karakolun çevresine
konuçlanma süresi boyunca dış ses baskının nasıl yapılacağı,
planın nasıl gerçekleşeceği hakkında seyirciye bilgiler verir
ve şimdiye kadar izlemiş olduğumuz aksiyon, macera filmi bir anda
bir gerilla belgeseline dönüşür. Film
bir anda daha gerçekçi bir hava yakalar ve öğretici bir misyon
üstlenir gerilla faliyetleri açısından. Filmin yaşadığı bu
ani anlatı değişikliği, manifestonun popüler endüstri
sinemasının kalıplaşmış, formüllere dayalı (klasik) anlatı
tarzını reddedişine ve karşı duruşuna güzel bir örnektir.
Film kendi ekonomik, kültürel ve sosyal koşulları içinde kendi
anlatısını oluşturma çabası içerisindedir.
Bu
belgesel vari süreç elbbete uzun sürmez ve Espinosa bizi bir kez
daha ters köşe yapar. Filmin
genel anlatı dilinden ikinci
büyük sapma, Juan Quin Quin’in Teresa’yı kurtarmak için bölge
yöneticisinin evine sızdığı sahnede yaşanır ve o andan film
bitene kadar geçen süre aynı tarzda ilerler. Bu kısmın
anlatımı, “vodvil”
komedilerine benzemektedir. Film bir anda “Charlie
Chaplin”
vari bir komedi filmine dönüşür. Sakarlıklar ve beceriksizce
yapılan hareketler ve amansız ancak kansız ve ölümsüz bir
kovalamaca, çatışma döngüsü. Juan kaçar, askerler kovalar;
Juan’ın üstüne çullanan askerler onu yakalayacağına
birbirlerine dolanırlar; Juan kolaylıkla askerlerin silahlarını
çalar ve kendi adamlarına teslim eder. Sürekli bir tempo hali
vardır ve karakterlerin yüzünde bir gülümseme hakimdir. Askerler
ve gerillalar sona doğru çatışmaya başlar ancak kimse ölmez.
Yine burada manifestonun öne sürdüğü popüler sinemanın anlatı
dilini, düzenini reddedişin bir örneği sunulmaktadır ancak bu
defa bu reddedişi, popüler sinemanın kendi yöntemini dönüştürerek
yapmaktadır Espinosa. Yine bu kısımda Espinosa, manifestoda
değindiği filmlerin eğlenceli olabileceği iddasını destekler.
Filmin
bitişi ise Teresa’nın Juan’a, eline silah almasının zor olup
olmadığını sorması ve Juan Quin Quin’in zor olmadığını
söylemesiyle şekillenir. Juan, Teresa’nın sorusuna cevap
verirken askerler ile çatışmaya devam etmektedir ve soruyu
yanıtlarken yavaş yavaş yüzünü kameraya doğru çevirir ve
eline silah almanın zor olmadığını seyirciye bakarak ve hafif
bir tebessümle söyler; bu cevabın tonlamasında seyirciye yönelik
bir soru işareti vardır. Böylece Espinosa, filmini bitirirken
mücadele etmenin zor olmadığı mesajını verirken, insanları
harekete geçmeye çağırır.
“Juan
Quin Quin’in Serüvenleri”
anti emperyalist bir filmdir bu tartışılamaz ancak Cinema Novo
filmleri gibi aç ve kederli bir film değildir. Eleştirir, çağrıda
bulunur ama aynı zamanda da eğlendirir. Sonuç
olarak, bu film, manifestonun savunduğu düşünceleri içinde
bulunduran anlatımıyla her kesimden seyirciye ulaşabilecek
potansiyelde bir filmdir.
Sonuç
60’lı
yıllara gelene kadar dünyanın sadece birinci (popüler, endüstri,
Hollywood) ve ikinci (sanat) sinemaları vardı ancak, 60’lar
dünyaya Üçüncü Sinema’yı hediye etti. Bu
sinema, devrimci, politik bir sinemaydı ve insanları,
karşılaştıkları emperyalist, sömürgeci düzene karşı
mücadele etmeye çağırıyordu. Sosyalizmin giderek güç kazandığı
yıllarda, başta
Latin Amerika olmak üzere birçok ülkenin (çoğunlukla sömürge
ve eski sömürge ülkeleri) sinemacıları bu sosyalist akımdan
etkilendiler ve devrimci düşüncelerini insanlara anlatabilmek için
sinemayı bir araç haline getirdiler. Oysa bu tarihe kadar sinema
sadece eğlendirmek veya sanat yapmak için kullanılıyordu. Fakat,
artık sömürge düzenine karşı mücadele eden devrimci bir sinema
doğmuştu. Bu
sinema anlayışı genel olarak “Üçüncü
Sinema”
başlığı altında anılmaya başlandı ancak kesin çizgilerle
belirlenmiş net kuralları bulunmuyordu. Sadece temel ilkesi
devrimci, anti sömürgeci, anti kapitalist bir söylem bulunduruyor
olmaktı.
Bu
kesin kuralların ve sınırların bulunmuyor oluşu elbette ülkeden
ülkeye, kültürden kültüre devrimci sinemanın algılanışında
ve uygulanmasında farklılıklara yol açmıştır. Her ülkede
devrimci sinemacılar, kendi anlatı dillerini içinde bulundukları
ülkenin kültürel, sosyal ve elbette ekonomik imkanları dahilinde
geliştirmişlerdir. Kimi sinemacı biçimi ön plana çıkarırken,
kimisi içeriğe önem vermiş, kimisi de dağıtım koşulları gibi
alanlara daha fazla eğilmiştir.
Bu
çalışmanın çıkış noktası da bu farklılaşma, farklı bakış
açıları olmuştur. Amaç ortaktır; devrimci sinema. Fakat bunun
uygulanışında önemli farklar ortaya çıkmaktadır. Mutlak hedef
devrim olduğu için bahsettiğim farklılaşmayı en iyi
yansıtabilecek denklem, devrimi gerçekleştirmeye çalışan ve
çoktan gerçekleştirmiş iki ülke sinemasını seçmek olacaktı.
Böylelikle sinema dilindeki değişim çok daha net bir şekilde
ortaya konulabilecekti. Bu
denklemi sağlayacak ülkeler olarak Küba ve Brezilya’yı seçtim.
Her iki ülkenin de “Üçüncü
Sinema”
içinde anılan devrimci sinema hareketleri benzer dönemler içinde
mevcuttu. Brezilya’nın Cinema Novo’su ve Küba’nın Mükemmel
Olmayan Sinema’sı.
Elbette
bu devrimci ülke sinemalarının bakış açılarındaki
farklılıkları o ülkelerde ortaya çıkmış manifestolar
üzerinden okumak durumu daha net bir hale sokmaktadır. Bu
manifestolar bir yerde, o ülkenin devrimci sinema anlayışının
maddelere döken, sınırlarını çizen
metinler oluyorlardı. Ülke sinemasının amacını, çıkış
nedenini ve hedefini bu manifestolar üzerinden okumak mümkündür.
Böylelikle incelemek üzere Glauber Rocha’nın “Bir
Açlık Estetiği, Şiddet Sineması”
ve Julio Garcia Espinosa’nın “Mükemmel
Olmayan Bir Sinema İçin”
adlı manifestolarını ve manifestolardaki ilkelerin pratikte ne
denli başarılı olduğunu belirleyebilmek için Rocha’dan “Siyah
Tanrı Beyaz Şeytan”
ve Espinosa’dan “Juan
Quin Quin’in Serüvenleri”
filmlerini çalışmamın örneklemleri olarak seçtim.
Değerlendirmeye
manifestoların yazılış yıllarına göre başlamaya karar
verdiğim için ilk bölümde Rocha’nın manifestosuna ve filmine
yer verdim. Cinema Novo’nun Brezilya’da doğuşu, askeri
yönetimler altında yaşamını sürdüren bir ülkede sivil
iktidarların başa geçme şansı bulduğu 50’lerin ortalarından,
60’ların ortalarına kadar süren bir on yıllık döneme denk
gelir. Sosyalizme yaklaşan politikaların güdüldüğü bu kısa
dönemde devrime yönelik çalışmalar güç kazanırken, bu devrim
yanlısı dil kendini sinemada da gösterme şansını bulmuştur. Bu
devrimci yeni sinemanın en etkili yönetmenlerinden birisi ise
Glauber Rocha’dır. Rocha, anti sömürgeci, anti kapitalist ve
devrimci bir dil içeren filmlerini çekmeye başladıktan bir süre
sonra bu
yeni sinema ile alakalı düşüncelerini içeren bir denemeyi 1965
yılında yayınlar ve bu metin Cinema Novo’nun manifestosuna
dönüşür.
Arzulanan
devrimin henüz gerçekleşmediği bir ülkede yazılan bu manifesto,
önceliğini açlığa ve şiddete verir. Popüler filmler yoluyla
üstü örtülmeye çalışılan açlığı ve sefaleti kendi
filmlerine konu edinir, insanları bu sefalet ile yüzleştirir.
Açlıkla yüzleşen topluma ise bu açlığın sebebi olarak
sömürgeci güçleri ve yozlaşmış yöneticileri gösterir.
Güçlüden yana olan, güçlüyü koruyan bir sistemin tüm
ayrıntıları filmler yoluyla seyirciye yansıtılır. Sonraki aşama
ise farkındalık kazanan halkın kendisini sömüren ile mücadele
etmesidir. Bunun yolu olarak ise şiddet öne sürülür. Şiddet
devrim yolunda bir araç olarak görülür.
Rocha,
açlıkla yüzleşen halkın günlük yaşamının şiddet dolu
olduğunu söyleyerek bu şiddeti bir uyarana dönüştürerek
sömürgeciye yönlendirmek gerektiğini savunur. Ona göre sömürgeci
bu şiddetle karşılaşmadığı sürece sömürdüğü toplumların
farkına varmayacak, onların açlığını görmeyecektir. Rocha,
Latin Amerika’nın hala bir sömürge toprağı olduğunu, sadece
sömürenlerin isimlerinin ve yöntemlerinin değiştiğini belirtir.
Ancak toplumun yaşadığı açlık aynı şekilde devam etmektedir.
Bu açlıktan kurtuluşun yolu ise şiddeti bir araç olarak kullanıp
var olan sömürü düzenine karşı mücadele etmek ve onu
yıkmaktır.
Rocha,
kendi devrimci sinemalarını, Hollywood gibi popüler sinemaların
karşısında konumlandırır. Ona göre popüler filmler açlığı
gizleyen ve var olan düzeni koruyan filmlerdir. Bu sebeple Cinema
Novo, Hollywood’un film üretim yöntemlerini reddeder. İçerik
olarak açlığı anlatan filmlerin biçim olarak da buna uygun
olması gerektiğini söyler Rocha. Manifestodan
bir yıl önce çektiği
“Siyah
Tanrı Beyaz Şeytan”
filmiyle de bu düşüncesini destekler Rocha. Film Manuel isimli ana
karakterin açlığını, çaresizliğini ve sömürülmesini bize
anlatır, yani konu açlıktır. Bu hikayeyi anlatan filmin biçimi
de açtır. Görüntü kalitesi düşüktür, sallantılı ve
hareketli bir kamera kullanımı vardır; bu şekilde sunulan kamera
kullanımı seyirciye bir amatörlük ya da gerçekçi bir izlenim
oluşturur. Filmin anlattığı hikayeyi teknik açıdan
mükemmelleştirme gibi bir çabası yoktur, kusurludur, çünkü
anlattığı hikaye de aç ve kusruludur. Rocha’nın manifestosu,
devrim yolunda, açlığı gösteren, şiddeti mücadele için bir
araç olarak konumlandıran kederli ve aç filmler yapılması
gerektiğini savunur.
Birçok
açıdan Rocha’ya benzerlik göstermekle birlikte, Espinosa yazdığı
manifesto ile birlikte devrimci sinemaya yönelik düşünce
farklılıklarını belirtir. Öncelikle şöyle
bir temel ayrım vardır; Rocha devrimi gerçekleştirememiş ve
tarihinin büyük çoğunluğunu askeri diktatörlükler altında
geçirmiş bir ülkeden devrimci sinemaya bir bakış sunmaktadır.
Oysa Espinosa bu bakışı, devrimi 1959 yılında gerçekleştiren
Küba’dan ve devrimden on yıl sonra ortaya koymaktadır. Espinosa
ve Mükemmel Olmayan Sinema, bize devrim sonrası bir devrimci
sinemanın gideceği yol hakkında bir fikir sunmaktadır. Artık
devrime giden süreç değil, elde edilen devrimin ve yeni düzenin
nasıl korunacağı önemlidir Espinosa için. Sömürgeci,
kapitalist sistemin oluşturduğu sanat anlayışının nasıl
değiştirilebileceği ve devrimin kendi sanat anlayışını nasıl
oluşturacağı önemlidir.
Espinosa,
manifestosunun başından sonuna değin en geniş biçimde sanat ve
sinema üzerine konuşur. Bir yanı hala devrimci ve insanları
mücadeleye çağıran bir manifesto olsa bile metnin çoğunluğu
sanat anlayışının nasıl dönüştürüleceği üzerinedir.
Espinosa,
özellikle sinemanın seçkinci bir sanat olduğunu belirtir.
Kitleler için azınlıklar tarafından üretilen bir sanat. Espinosa
bu durumu değiştirmeyi arzular. Ancak kendi dönemi için bunu
gerçekleştirmenin çok kolay olmadığını çünkü film üretimi
için gerekli bilgi birikimine ve teknik imkanlara her bireyin ulaşma
imkanının ekonomik olarak bulunmadığını kabul eder. Ancak
sadece var olan sorundan bahsetmez. Bu soruna bir çözüm üretir.
Seyircinin sadece seyirci olmadığı ve aynı zamanda sanatsal
üretimin bir parçası olduğu bir gelecek hayali kuran Espinosa,
çözümün, sanatın bilimle işbirliği içinde ilerlemesiyle
ortaya çıkacağını savunur. Öncelikle bilim ve sanatın
ayrıştırılmaya çalışılmasına bir son verilmelidir.
Sonrasında bilimsel gelişmeler ışığında sanat da gelişme
imkanı bulacaktır.
Espinosa,
1969 yılında teknolojinin gelişmesiyle birlikte sinemanın
yaşayacağı gelişime yönelik bir öngörüde bulunmuştur. Ona
göre gelecek kuşaklara sinema eğitimi sağlanmasıyla ve sinema
ekipmanlarında yaşanancak teknolojik gelişmeyle birlikte,
seyircinin sadece tüketici konumundan çıkacağı ve aynı zamanda
bir üreticiye dönüşeceği, kitle sanatının doğacağı bir
zaman gelecektir. Nitekim günümüz teknolojisi bu öngörüyü
destekler bir ilerleyiş göstermiştir ve film çekebilecek
kameralar artık hemen hemen herkesin cebinde taşıdığı sıradan
bir alete dönüşmüştür. Film üretim teknolojisi ve imkanları
artık azınlık bir kesimden daha geniş kitlelerin imkanı
dahilinde bir hal almıştır. Daha önce de belirttiğim gibi artık
günümüz dünyasında her birey “mükemmel
olmayan” bir
film çekebilme imkanına sahiptir. Teknolojik
gelişmeler dışında, artık sinema üniversitelerde eğitimi
verilen bir dala dönüşmüştür ve sinema konusunda birikimli
nesiller yetiştirilme imkanı doğmuştur. Manifestonun amaçladığı
kitle sanatı henüz tam anlamıyla gerçekleşmemiştir, ancak 1969
yılından çok daha yakın bir noktada bulunduğumuzu belirtmek
yanlış olmayacaktır. Günümüz dünyasında, artık sanat daha
etkileşimli bir üretime sahiptir.
Espinosa’nın
manifestosunda belirttiği bir diğer önemli
nokta ise sonuç değil, süreç odaklı bir anlatımdır. Manifesto,
sömürgeci kötüdür, git onunla mücadele et demek yerine neden
kötü olduğunu ve neden mücadele edilnmesi gerektiğinin
gösterilmesinin daha doğru ve verimli olacağını savunur. Bu
bakış açısı kendini Espinosa’nın “Juan
Quin Quin’in Serüvenleri”
adlı filminde de gösterir. Filmin en başında bize Juan Quin
Quin’in mücadeleci bir gerilla olduğu gösterilir. Ancak film
ilerledikçe seyirci olarak bu adamın nasıl bu konuma geldiğini,
bu durumu tetikleyen süreçlerin neler olduğunu ve kime karşı
hangi amaçla mücadele ettiğini görürüz. Juan’ın
mücadelesinin sebepleri vardır. Manifestoya göre; sebeplerinizi
doğru bir şekilde sunmadan insanları mücadeleye çağıramazsınız.
Espinosa’nın
manifestosu da Mükemmel Olmayan Sinema’yı, tıpkı Rocha’nın
yaptığı gibi popüler sinema ve Hollywood’un karşısında
konumlandırır. Popüler sinemanın anlatımını reddeder. Mükemmel
Olmayan Sinema’nın dili, anti kapitalist bir dildir. Seyirciyi
eğlendirip uyutmayı değil, düşündürüp harekete geçirmeyi
amaçlar. Ancak eğlenceye bakış açısıyla yine Rocha’dan
ayrılır Espinosa. Rocha,
açlığı, sömürüyü anlatabilmek için kederli ve aç filmler
yapılması gerektiğini savunur ama Espinosa, filmlerinin eğlenceli
olabileceğini savunur ve bunun örneğini de “Juan
Quin Qıin’in Serüvenleri”
filmi üzerinden verir. Film genel olarak seyirciyi eğlendiren
popüler bir aksiyon filmi havasında ilerler ve komedi unsurları
içerir. Ancak popüler sinemanın klasik anlatısını reddeden bir
sinema olduğu için aykırılıklarını belli eder. Film sonlara
doğru dış ses anlatıcıya sahip bir belgesel film şeklini alır
ilk
önce. Bir süre bu şekilde ilerleyen film sonlara doğru ise bir
“vodvil”
komedisine dönüşür. Böylelikle filmin eğlence yönü ayyuka
çıkar. Sakarlıklar, kovalamacalar, tempolu ve sürekli bir aksiyon
ile birlikte Juan Quin Quin bir anda bir komedi filmi karakterine
dönüşür. Filmin
belgesel vari anlatımla kazandığı ciddi hava bir anda kaybolur ve
seyirci eğlenceli bir film ile baş başa kalır. Ancak elbette,
yinede devrimci bir filmdir bu yapım ve son sahnede seyirciye
mücadele çağrısında bulunur ve bunu yaparken silahı, yani
şiddeti bir araç olarak sunar.
Sonuç
olarak baktığımızda hem “Brezilya
Cinema Novo” hem
de “Küba
Mükemmel Olmayan Sinema”
devrimci, anti sömürgeci “Üçüncü
Sinema”
örnekleridir ve kapitalist sömürü düzenine karşı mücadele
ederler. Aynı zamanda ortak bir şekilde kendilerini Hollywood ve
popüler sinemanın karşısında konumlandırırlar.
Farklılaştıkları noktalar ise çoğunlukla birinin devrim
gerçekleşmemiş bir ülke sineması olmasından ve diğerinin ise
bu devrimi gerçekleştirmesinden kaynaklanmaktadır. Rocha,
topluma açlığı gösterip, bu açlığın sebebi olanlara karşı
şiddet yoluyla bir mücadeleye girişilmesi gerektiğini ve açlığı
anlatabilmek için kederli, aç filmler üretilmesi gerektiğini
savunurken; Espinosa elde edilen devrimin korunup, devrim sonrasında
kapitalist, sömürgeci düzenin anlayışlarını, özellikle sanat
anlayışını yıkarak devrimin kendi sistemlerini kurmasının
yolları üzerine düşünmektedir. Espinosa, eski düzenin seçkinci
sanat, sinema anlayışını ortadan kaldırarak kitleler tarafından
üretilen bir sanatın oluşturulmasının yolarını, çözümlerini
aramaktadır. Ayrıca Espinosa, Rocha’nın kederli filmler
anlayışının aksine filmlerinin devrimci fikirlerin yanı sıra
eğlenceli de olabileceğini savunur ve bunu pratikte film örneği
sunarak da destekler. Farklılıkları olsa dahi Rocha’nın kederli
filmleri de Espinosa’nın eğlenceli filmleri de sömürge karşıtı
bir sinema dili kullanır ve ezilen halkları mücadeleye davet eder.
Bu çalışma göstermiştir ki “Üçüncü
Sinema”
tıpkı popüler Hollywood sineması, birinci sinema gibi sınrıları
belirli bir sinema değildir. Aynı çatı altında, tek bir benzer
ideal etrafında toplanan birçok bakış açısının, farklı
seslerin birleşimidir. “Üçüncü
Sinema”
adı altında üretim yapan sinemacıların dertleri ortak ancak bu
dertle mücadele etme yolları farklıdır. Ortak mücadele
sömürgeciliğe karşıdır ancak kullanılan yöntemi her ülke
sinemasının kendi kültürü, tarihi ve ekonomik koşulları
belirler. Sömürgeci düzen var olduğu sürece onunla mücadele
eden bir “Üçüncü
Sinema”,
bir devrimci sinemacı da var olmaya devam edecektir.
Kaynakça
- ROCHA Glauber, Bir Açlık Estetiği Şiddet Sineması, New York-Milano-Rio de Janerio, 1965, https://www.cafrande.org/bir-aclik-estetigi-siddet-sinemasi-glauber-rocha/ , 11/06/2019-17:00
- ESPINOSA Julio Garcia, Mükemmel Olmayan Bir Sinema İçin, Havana, 1969, https://www.bagimsizsinema.org/mukemmel-olmayan-bir-sinema-icin/ , 11/06/2019-17:01
- UYANIK Özgür, Latin Amerika’nın Devrimci Tarihi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2014
- YILDIRIM Cem, Cinema Novo: Açlığın Estetiği ve “Elde Bir Kamera Kafada Bir Fikir”, Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl: 5, Sayı: 19, Ocak 2018
Filmler
- ROCHA Glauber, Deus e o Diabo na Terra do Sol-Siyah Tanrı Beyaz Şeytan, Brezilya, 1964
- ESPINOSA Julio Garcia, Las aventuras de Juan Quin Quin-Juan Quin Quin’in Serüvenleri, Küba, 1967
1 Filmleri
bu şekilde seçmemdeki temel sebep “Siyah Tanrı Beyaz Şeytan”
filminin Rocha’nın en etkili filmlerinden biri olması ancak
diğer taraftan “Juan Quin Quin’in Maceraları” adlı film ise
tamamen mecburi olarak seçilmiştir çünkü İspanyolca dilinde
olan Espinosa filmlerine Türkçe altyazılı olarak ulaşma imkanı
bulamadım ve sadece bu filme İngilizce altyazılı olarak
ulaşabildim. Böylelikle zoraki bir seçime dönüştü benim için.
2Makalenin
yayınlanış tarihine ulaşamadığım için başlığın ilk
kelimesin i parantez içinde belirtmeyi daha uygun buldum.
Yorumlar
Yorum Gönder