“RACE” FİLMİ VE IRKÇILIK SORUNSALI






Giriş


Bu çalışmanın amacı “Race” filmi üzerinden ırkçlık konusunun incelenmesi, özellikle film hikayesinin geçtiği 1930’lu yıllarda ve genel olarak geçmişten günümüze ırkçılığın ne olduğu, filmde nasıl yansıtıldığı, kimlere karşı ırkçılık yapıldığı, bir Hollywood yapımı olarak “Race” filminin bu konuya nasıl ele aldığı gibi soruların cevap bulmasını sağlamaktır.
Bu soruların cevaplanması için öncelikle bir yol planı hazırlanmalıdır ve gidilecek yol, varılacak sonuç bu plan dahilinde ilerlemelidir.
Öncelikle, ilk olarak cevaplanması gereken soru, “Irkçılık Nedir?” sorusu olmalıdır. Irkçılığın ne olduğu açıklandınktan, aydınlığa kavuşturulduktan sonra çalışma için ilerlemek daha kolay olacaktır. Dünya tarihi için oldukça hassas olan bu konunun en iyi şekilde açıklığa kavuşturulabilmesi için çeşitli akademik makalelerden, kitaplardan ve farklı kaynaklardan yararlanılacaktır. Açıklamanın akademik kaynaklara dayandırılarak yapılması ise çalışmanın daha sağlıklı ve güven veren bir temele oturmasını sağlayacaktır.
Irkçılık kavramının açıklaması yapıldıktan sonra ise bir sonraki adımda filmle alakalı olarak ABD’de ve Nazi Almanyası’nda ırkçılığın gerçekleşme şekli ve yöneldiği kesimler hakkında bilgi verilecektir. Filmin odak noktasını oluşturan iki kesim, ABD’de Siyahiler ve Nazi Almanyası’nda Yahudiler, hakkında ve yaşadıkları, karşılaştıkları ırkçılık hakkında yine akademik kaynaklar temel alınarak bilgi verilecektir.
Daha sonra ise 1930’lu yıllar dünyası hakkında bazı temel bilgiler verilecektir. II.Dünya Savaşı öncesi dönem olan ve savaşın ayak seslerinin duyulmaya başladığı bu gerilimli yıllarda dünyanın içinde bulunduğu siyasi durum yansıtılmaya çalışılacaktır. I.Dünya Savaşı’nın galipleri ve mağlupları arasındaki gerilim. Bir yanda ABD ve kapitalizm, diğer yanda Sovyetler Birliği ve sosyalizm. Avrupa’da güç kazanmaya başlayan faşizm ve diktatör yöneticiler. Bu konular hakkında yeterli bilgiler tarihi kaynaklar eşliğinde çalışmaya eklenecektir.
Irkçılık, 1930’lu yıllar, ABD ve Nazi Almanyası hakkında gerekli bilgiler verildikten ve film için ihtiyaç duyulan temeller sağlandıktan sonra ise geçilecek bir sonraki adım film konusunun özetlenerek çalışmaya eklenmesi olacaktır. Bu bölümde filmin hikayesi kısaca anlatılacaktır.
Hikayenin özeti sunulduktan sonra film daha ayrıntılı bir şekilde incelenecektir ve ırkçılık ile alakalı çeşitli göstergeler bulunup değerlendirilecektir. Bu değerlendirme hem çeşitli semboller üzerinden yapılacak hemde film içerisindeki birçok sahnenin incelenmesi şeklinde ilerleyecektir.
Film içine yerleştirilen göstergelerin incelenmesi tamamlandıktan sonra filmde adı geçen iki ülkenin, yani ABD ve Nazi Almanyası’nın yine film özelinde ırkçılık ile olan ilişkilerini, ırkçılık tutumlarını değerlendireceğiz. Her iki ülkede de ırkçılığa maruz kalan kesimlerin durumlarının nasıl yansıtıldığını inceleyeceğiz.
Daha sonra ise bir Hollywood ürünü olarak “Race” filminin amacının ne olduğu, neye hizmet ettiği konusunda bir fikir yürüterek çalışmayı bir sonuca bağlayacağız.
Sonuç kısmı çalışmanın başından sonuna kadar verilen bilgiler eşliğinde “Race” filmi için bizim açımızdan verilmiş bir hüküm niteliği taşıyacak. Film hakkında genel bir değerlendirme ile çalışma bu bölümde son bulacak.

1) Irkçılık Nedir?


Irkçılığın ne olduğunu iyi anlayabilmek için öncelikle ırk kavramının doğru bir şekilde anlaşılması gerekmektedir.

Irk kavramı; toplum tarafından yaratılan, insanlar arasında geçmişten günümüze devam eden eşitsizlik ve ayrımcılığı destekleyen, ikili ilişkilerde objektifliğin yitirilmesine neden olabilecek kadar güçlü ve kadim bir kavramdır. Bu kavrama dayalı olarak oluşturulan genellikle kriz ve çatışma dönemlerinde yükselişe geçen/geçirilen, hatta propaganda aracı olarak kullanılabilen ırkçılık kavramı ise; en basit ifadeyle; birtakım yetenek ve özellikler bakımından diğerlerine göre üstün olduğuna inanılan ırk veya grupları yücelten bir inanç eğilimidir (http://www.globalissues.org, 2016)”1

Eşitsiz bir ayrımcılık ilişkisi yaratan ırk kavramı konusunda bilimsel anlamda oluşmuş bir fikir birliği söz konusu değildir. Oldukça tartışmalı olan bu kavrama ilişkin bilinen bilimsel tartışmalar ilk kez 18.yüzyıl sonları ile 19.yüzyıl başları arasında ortaya çıkmıştır. Bunun temel nedeni Avrupalı egemen ülkelerin kolonileşmelerine haklı bir gerekçe oluşturmak istemeleriydi. Bu meyanda Kont Joseph Arthur de Gobineau modern ırkçılığın babası olarak tarif edilir. Günümüzde bir takım yazarlar 4-5, birtakım yazarlar üç düzine kadar temel ırk olduğunu öne sürerken; Kont Joseph Arthur de Gobineau Beyaz(Caucasian), Siyah(Negroid) ve Sarı(Mongoloid) şeklinde 3 temel ırk olduğunu savunmuştur. Gobineau; beyaz ırkın üstün zeka, ahlak, irade ve diğer tüm olumlu kalıtsal özelliklere sahip olduğu için batı etkisinin tüm Dünya’ya yayıldığını iddia etmiştir. Onun fikirleri daha sonra Almanya’da Nazi, Amerika’da Ku-Klux Klan ve Güney Afrika’da Apartheidin hareketlerinde devam etmiştir (Giddens, 2008, s.533,)”2

Yukarıda elde edilen bilgiler eşliğinde bakıldığında; ırk kavramı fiziksel ve kültürel özellikleri bakımından farklılık gösteren, diğerlerinden ayrılan insan topluluklarını ifade etmek için kullanılmaktadır. Bu kavrama göre iki insanın derilerinin renginin farklı olması ya da kültürel, dinsel inanışlarının farklı olması onları farklı ırkların temsilcileri haline getirmektedir. Ancak yine elde edilen bilgiler ile görülmektedirki; ırk kavramı Batı kökenli bir kavramdır ve ortaya çıkışındaki temel motivasyon Batılı Emperyalist devletlerin istila ettikleri sömürge topraklarındaki kolonileşme hareketlerine dünya kamuoyunda bir haklılık algısı oluşturmaktır. “Böl, parçala, yönet” anlayışıyla oluşturulmuş olan ırk kavramı, sömürgecilikten doğmuş olan ve onun evladı sayılabilecek bir kavramdır ve insanları sınıflandırarak topluluklar arasında gerilim yaratmaktadır. Peki ya ırkçılık nedir?

Genel olarak ırkçılığın tam olarak ne zaman ortaya çıktığı netlik taşımasa da orijin konusunda 2 tür görüş söz konusudur.İlk görüşe göre Antik çağlardaki Yunan-Barbar ayrımında veya Hindistan kast sisteminde olduğu gibi tarihin her aşamasında ırkçı yaklaşımlar var olmuştur. İkinci görüşe göre ise; ırkçılık kapitalizmin meydana getirdiği baskıcı bir sömürge ideolojisidir. 16.yüzyılda sömürgeci bir ekonomi ihdas edildiğinde; “uygar” sömürgeciler uygarlık bakımından aşağı gördükleri toprakların insanlarına sözde “insanlık”, “ahlak” ve “medeniyet” götürerek işgallerini meşrulaştırıyorlardı. Bu kendilerince işgale ve sonrasındaki kadim toplulukları köleleştirmeye zemin oluşturuyordu (Özbek, 2012, s.119-120)”3

“Irkçı, sadece ırka bağlı olarak bazı ırkların üstünlüğüne, bazı ırkların ise aşağı olduğuna inanan kişidir. Irkçılık ise; bir toplumun yapı ve işleyişine nüfuz etmiş, açıkça ifade edilmiş veya edilmemiş, birey veya grupların ırka dayalı inanç ve tutumlarıdır (Giddens, 2008, s. 540).4 Yani ırkçılık, belli özelliklere sahip bazı insan topluluklarının sahip oldukları bu özellikler diğer topluluklarda olmadığı için kendilerini onlardan üstün görmeleridir. Bu tutuma sahip olan kişiler de “ırkçı” olarak adlandırılır.
Sonuç olarak, “ırkçılık nedir?” sorusunu sorduğumuz zaman; ilk olarak Batılı güçlerin sömürgeci politikalarını meşrulaştırmak amacıyla ortaya çıkardıkları bir kavram olan “ırk” ile karşılaşırız. Irk ve ırkçılık örneklerine tarihte daha öncede rastlanmakla birlikte kavram olarak asıl gücünü sömürgecilik faliyetlerinin ardından kazandığını görürüz. Sömürgeciliğin ardından güç kazanan ırk kavramı zamanla dünyayı kutuplaştırdı. Ardından bazı ırkların diğerlerinden daha üstün olduğu ve kontrolün onlarda olması gerektiği gibi düşünceler toplumda filizlendi ve bu düşünceler “ırkçılık” denen kavramı ortaya çıkardı. Zincirleme şekilde ilerleyen bu sürecin en vahim sonuçlarından biri ise II.Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası’nda yaşandı. Irkçılığın sonraki aşaması olan “soykırım”. Sömürgecilik ile birlikte doğan “ırk” kavramı zamanla “ırkçılık” kavramının oluşmasına temel hazırladı. Irkçılık ise temel oluşturduğu düşünce yapısı ile Naziler’in kendilerinin üstün ırk olduğu düşüncesiyle soykırım yaparak Yahudiler’i katletmesine zemin hazırladı.

2) ABD’de ve Nazi Almanyası’nda Irkçılık


Bu bölümde özellikle II.Dünya Savaşı öncesi dönemde ABD ve Nazi Almanyası’nda ırkçılığa maruz kalan iki topluma; Siyahiler ve Yahudiler’e yoğunlaşacağız. Ülke içindeki durumlarına ve karşılaştıkları ırkçılığın sebeplerine ışık tutmaya çalışacağız. Bir tarafta ten rengi üzerinden ırkçılığa maruz bırakılan Siyahiler, diğer tarafta ise kültürel farklılıkları sebebiyle aynı acıyı yaşayan Yahudiler.

2-a) ABD’de Siyahiler’in Durumu


ABD’de Siyahiler’in tarihi coğrafi keşifler dönemi ile başlar. Yeni Dünya keşfedilir. Avrupa’dan insanlar bu yeni kıtanın zenginliğinden pay alabilmek için akın akın Amerika’ya göç eder ve yanlarında da köle olarak Afrikalı Siyahiler’i götürürler. Siyahiler, ABD’de çok uzun yıllar boyunca köle olarak varlıklarını sürdürürler ve insanlık dışı koşullarda yaşam mücadelesi verirler. Bu uzun süreçteki ilk umut ışığı Amerikan İç Savaşı’nın bitimiyle 1865’ten sonra oluşur. Savaşı kazanan Kuzey’in oluşturduğu yeni anayasa ile birlikte ABD’de kölelik kaldırılır. Kölelik yasa karşısında kaldırılır ancak bu gelişme Siyahi vatandaşların sorunlarına kesin bir çözüm getirmez.

Örneğin, belli hakları kazandıktan ve kölelik kaldırıldıktan sonra bile, siyahilere beyazlarla aynı bölgelerde değil kendilerine ayrılan bölgelerde yaşama koşulu getirilmiştir. Sağlık, eğitim, iş ve toplu taşıma araçlarının kullanımı konusunda bile ayrımcılığa uğrayan siyahi Amerikalılar, genellikle ya hiç hizmet alamamış ya da çok kötü koşullarda en kalitesiz hizmetleri almışlardır.”5

Örneğin kölelik yasal olarak kaldırılmış olsa bile siyahiler ekonomik özgürlükleri olmadığı için yine köle gibi çalışmak zorunda kalmıştır. Ekonomik özgürlüklerin bir nebze olsun kazanılmasından sonra, bu sefer de halk nezdinde aşağılama eğilimi devam ettiğinden, siyahiler toplumda sosyokültürel, ekonomik ve siyasi alanda yine ikinci sınıf insan muamelesi görmekten kurtulamamışlardır. Amerika’daki siyahilerin daha insancıl bir yaşama kavuşmaları kademe kademe çok yavaş olmuş ve siyahi bir başkanın seçilmesini sağlayan uzun ve zorlu bir mücadele sürdürülmüştür.”6

Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı gibi her ne kadar Amerikan İç Savaşı sonrası kölelik kaldırılmış bile olsa Siyahiler’in yaşadıkları zorluklar bir anda çözüme kavuşmamış. Fiili olarak kölelikleri bir süre daha devam etmiş. Ekonomik ve siyasi olarak güç kazanmaya başladıkları dönemlerde de bu defa Amerikan toplumu tarafından ikinci sınıf insan konumuna indirilmişler. Görüldüğü gibi Amerika’da Siyahiler’in Barak Obama’ya uzanan süreci çok zorlu ve acılı yoldan geçmiştir. Bu süreçte birçok isim Siyahiler’in özgürlük mücadelesinde rol almıştır.

Lincoln’ün köleliğin kaldırılması yönündeki girişimleri ve sonrasındaki yasa değişiklikleri, Harvard’da doktorasını alan ilk siyahi olan Willam E. B. Dubois’in söylemleri, Rodney King’in maruz kaldığı polis şiddetinin siyahiler arasında yol açtığı infial ve ardından yapılan düzenlemeler, Rosa Parks’ın halk otobüsünde uğradığı ırkçı tutum karşısındaki direnişi ve “I have a dream!” söylemiyle hafızalara kazınan Martin Luther King’in efsanevi mücadeleleri ilk akla gelen örneklerdir.”7

Başta Martin Luther King ve Abraham Lincoln olmak üzere birçok önemli isim Siyahi özgürlük mücadelesine katkı sağlamıştır ve Siyahiler, Afrika’dan Amerika’ya köle olarak geldikleri ilk andan günümüze kadar eşitlik ve özgürlük yolunda çok önemli bir aşama kaydetmiştir. Ancak maalesef Amerikan toplumunun Siyahiler’e karşı takındığı ırkçı tutum şu an bile tam olarak ortadan kalkmış değildir.
Filmin geçtiği 1930 yıllar özelinde duruma baktığımızda ise; karşımıza Siyahi gençlerin üniversiteye girme mücadelesi özellikle dikkat çeker. Anayasal olarak bu hakka kavuştukları halde bazı üniversiteler Siyahi öğrencilerin başvurularını kabul etmez. Örnek olarak, Donald G. Murray adındaki Siyahi genç, hukuk öğrenimi için başvuruda bulunduğu ancak başvurusunu kabul etmeyen Maryland Üniversitesi’ni 18 Nisan 1935’te dava eder ve davayı kazanır. Böylelikle dava sonucunda Maryland Üniversitesi’nin Siyahi öğrencileri kabul etmesi kararı çıkar. Bu ve benzeri birçok direniş örneği kendine Amerikan tarihinde sıkça yer bulur.

ABD’de yaşanan iç savaş ve sonrasında köleliğin kaldırılması, siyahilerin sorunlarını tam olarak çözememiş ve insanlar sosyoekonomik, hukuki ve siyasi alanda birçok ayrımcılığa uğramaya devam etmiştir. Bu sıkıntıların sonlanması zorlu bir süreci ve uzun süren mücadeleleri gerektirmiştir. Siyahilerle ilgili hukuksal alanda 14 ve 15’inci anayasal düzenlemeler gibi birçok iyileştirici adım atılmıştır. Bu yasal düzenlemelerin hemen hepsi siyahilerin maruz kaldığı ayrımcılık sürecinde verdikleri mücadeleler sonucu olmuş, hak ve hürriyetlerin kazanılması uzun zaman almıştır. Örneğin, ilk siyahi üniversite öğrencisi James Meredith’in üniversiteye girmek için ortaya koyduğu çabalardan tutun da otobüste uğradığı ırkçılık karşısında kararlı davranarak direnen Rosa Parks’ın yaşamış olduğu olaya kadar, siyahiler hak ve hürriyetlerini kazanabilmek için son derece meşakkatli zamanlardan geçmiştir. Tabii bu sürecin en dramatik boyutu da verilen hak mücadelesi sırasında hayatını kaybeden, cinayetlere kurban gidenlerdir. Bunlardan biri olan Nobel ödüllü insan hakları savunucusu Martin Luther King’in siyahilerin davasına yapmış olduğu katkılar, siyahilerin durumunu düzeltmede katalizör işlevi görmüş ve birçok yasa tasarısı o dönemde çıkmıştır.... ABD tarihinde ilk siyahi başkan adayı olan Barak Obama’nın Amerikan Başkanlık seçimlerini kazanması, ülkede büyük heyecana sebep olmuş ve ayrımcılık politikalarına karşı elde edilen büyük bir başarı olarak gösterilmiştir.”8

Tüm bu olumluya giden sürece karşın günümüzde Amerikan polisinin net bir şekilde hala Siyahi gençlere şiddet uyguladığı, Siyahi vatandaşların işsizlik sorunuyla en fazla yüzleşmek zorunda kalan Amerikan kesimi olduğu bir Amerika ile karşı karşıyayız. Ancak görülüyorki Obama’dan sonra belirgin bir şekilde Siyahiler ve karşılaştıkları ırkçılık konusu net bir şekilde gündeme geliyor ve geçmiş ile barışma, olayları kabullenme sürecine girilmiş yahut giriliyor. Bunun en belirgin örneğini ise bize Hollywood veriyor. Obama sonrası dönemde yapılan birçok film ırkçılık ve Siyahiler durumuna dokunuyor. Bu filmlere “Lincoln, 2015”, “Race, 2016”, “Black Panther, 2018”, “Django: Unchained, 2012”, “Hateful Eight, 2015”, “Subirbicon, 2017” gibi filmler ve çok daha fazlası örnek olarak verilebilir.
Ancak burada şu soru aklımıza geliyor; bu gerçekten geçmişle hesaplaşıp bir özür dileme süreci mi, yoksa sadece geçmişi normalleştirme ve yaşananların olduğundan daha az acılı olduğu algısını yaratma çalışması mı? Bu çalışma özelinde inceleyeceğimiz film olan “Race” filminin de asıl odak noktası bu soru olacak. Hollywood ve Amerika bu filmler ile gerçekten neyi amaçlıyor; af mı diliyor, üstünü mü örtüyor?


2-b) Nazi Almanyası’nda Yahudiler’in Durumu


Nazi Almanyası terimi, Adolf Hitler 30 Ocak 1933 yılında Almanya’nın yönetimine geçtikten ve Şansölye ünvanını aldıktan sonra ortaya çıkan bir terimdir. Hitler, yönetimi aldığı andan itibaren ülke federal cumhuriyet sisteminden hızla faşist ve askeri/militarist bir yönetime geçiş yapmıştır. 4 Şubat 1933’de çıkarılan kanun ile Hitler yönetiminin eline çok geniş imkanlar verilmiştir. Bunlara toplantı ve gösteri yapma hakları kısıtlanması, huzuru bozmakla suçlananların üç aylık sürelerle gözaltında tutulması gibi yetkiler örnek verilebilir.

Bu ve buna benzer düzenlemelerle kısa bir süre zarfında ‘iktidarı elinde bulunduran partiden başka siyasi partilerin kurulması ve var olan partilerin faaliyetlerine devam etmesi yasaklanmış, hükümet başkanı ve devlet başkanı sıfatları aynı kişide, yani Hitler’de birleştirilmiş, ülke tam bir diktatörlüğe dönüştürülmüştür. Bu aşamada imparatorluğun federal yapılanmasına da son verilmiş, 30 Ocak 1934 tarihli İmparatorluğun Yeniden Yapılandırılması Hakkında Kanun (Gesetz über den Neuaufbau des Reiches) ile federe devletlerin devlet olma nitelikleri ve bu nitelikten kaynaklanan yetkileri ellerinden alınmış, bunlar birer il statüsüne dönüştürülmüştür. Bu şekilde üniter bir devlet sistemine geçilmiş, böylece Alman tarihinde ilk kez federal veya konfederal sistemden uzaklaşılmıştır’ (Muratoğlu, 2014: 299). Bu yapı, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar devam etmiştir.”9

Federe devlet yapısından üniter devlet yapısına geçiş. Bu durum Alman tarihinde yüzyıllar sonra ilk defa Nazi Almanyası ile sağlanmış ancak sadece II.Dünya Savaşı’nın sonuna kadar varlık gösterebilmiştir. Sonraki dönemlerde ülke tekrar federal yapıya dönüş yapmıştır. Federal yapının Almanya’da bu kadar güçlü olmasının temel sebebi Almanlar’ın çok uzun yıllar boyunca, 18 Ocak 1871’de Alman İmparatorluğu kurulana kadar bölgede küçük prenslikler halinde varlık göstermeleri ve kendi içlerinde güçlü bir yapıya sahip olmalarıdır. Merkezi bir devlet kurulduktan sonra bile ülke bu güçlü bölgesel yönetimlerden dolayı federal bir yapı içinde olmak zorunda kalmıştır.
Tekrar Nazi dönemi Almanya’sına dönecek olursak; bu dönemde ülkeyi saran Yahudi düşmanlığının en temel sebebi I.Dünya Savaşı’nın kaybedilmesi ve Versay Antlaşması’nın getirdiği ağır koşullarla ekonominin çöküş noktasına gelip halkın yoksullukla yüzleşmesidir. Elbette Yahudi düşmanlığının ekonomik olmak dışında başka nedenleri de vardı. Bunlar arasında dini ve siyasi nedenler ve önyargılar sayılabilir.

Eski Hıristiyan-Yahudi düşmanlığı dinbilimsel tartışmalarla kendini doğrulamaya çalışırken, Yeni Yahudi Düşmanlığı, Yahudilerin biyolojik yönden aşağılık ırk olduğu varsayımına dayandırılmıştır. Yahudi düşmanlığı, kiliselerin doğurduğu, beslediği ve karşı çıkmak için hiçbir şey yapmadığı, daha önceki önyargılarla da beslenmiştir. Almanya’da Yahudi aleyhtarı Hıristiyan Sosyalist Partisi, 1882’de Dresden’de yapılan Uluslararası Yahudi Düşmanlığı Kongresi’nin başkanı, Protestan papazı Adolf Stöcker tarafından kurulmuştur. Yapılan yayınlar Yahudi karşıtı ayaklanmaların başlamasına neden olmuştur. Yürütülen karalama çalışmaları, daha sonra yaşanacak soykırım hareketine haklı bir zemin oluşturmak için bilim adamlarının gayretleri ile gerçekleştirilmiştir.”10

Görülüyorki o dönem Almanya’sında yaşanan Yahudi düşmanlığının faturasının sadece Hitler ve Naziler’e kesilmesi doğru bir bakış açısı olmayacaktır. Din adamlarından sanatçılara, bilim insanlarından düşünürlere kadar pek çok kesim Yahudiler hakkında halk içerisinde olumsuz ve yanlı bir bakış açısı oluşması için fikir beyan etmiş ve halkı bu şekilde belli bir kesime karşı kışkırtmıştır. Adolf Hitler ise henüz yönetime geçmediği dönemde bu fikirleri alarak yorumlamış ve ileride uygulayacağı politikalara bir kaynak oluşturmuştur.

Yapmak için yıkmanın gerekli olduğuna inanan Nietzsche, en başarılı yapıcının, en becerikli yıkıcı olduğunu savunmuştur. Nietzsche’nin bu görüşlerini yanlış yorumlayan Hitler, iktidara geldiğinde mükemmele ulaşmak için yok etme, yıkma ve yakma çalışmalarını uygulamaya koymuştur. Bu nedenle, akıl hastaları, Yahudiler, Çingeneler ve üstün insanın oluşumunu engelleyecek diğer insanlar Hitler tarafından yok edilmiştir.”11

Hitler, üstün ırk idealine sahiptir. Ona göre üstün alman ırkı sarışın ve mavi gözlüdür ve bu ırkı elde edebilmek için, onlara yaşam alanı oluşturabilmek için geri kalan etnik azınlıklardan, hastalardan ve sakatlardan kurtulmak gereklidir. Hitler’in bu üstün ırk iddasını ve de saplantısını yine tarihçilerin ve bilim insanlarının çalışmaları ile desteklediklerini görürüz. Gobineau, Frank ve Cermen ırklarının diğer ırklarla karışmamış ve saf olduğunu savunurken Avrupa’nın güneyindeki Latin ırkının Arap ırkı ile, doğudaki Slav ırkının ise Moğol ırkı ile karıştığını ve saflığını yitirdiğini söylemiştir. Rosenberg ise üstün Alman ırkı için Yahudiler’in bir iç tehlike, Ruslar’ın ise bir dış tehlike oluşturduğunu beyan etmiştir. Hitler, hapiste geçirdiği dönemde, bu tarz fikirleri kendi bakış açısı ve tecrübesi ile yorumlayarak “Kavgam” adlı kitabı yazmıştır ve siyasi bakış açısını ortaya koymuştur.

Hitler, Kavgam adlı kitabında, Naziliğin, Irkçılık ve Ari ırk kuramını, net yoz sanat anlayışını, iktidar istemi ve üstün insan felsefesini eksiksiz bir siyasal program bildirisi şeklinde yazmıştır. Irkçı düşünürlerin görüşlerini yinelemek ve uygulamaktan öteye gitmeyen Hitler, ırkları kültür taşıyıcı ırklar ve kültür yıkıcı ırklar olarak sınıflandırmış, özellikle Yahudilerin kültür yıkıcı ırkların başında geldiğini belirtmiştir. Görüldüğü gibi, Hitler, adım adım geliştirilen ırkçı düşüncelerden yola çıkarak Yahudi ırkına duyulan düşmanlığa bilimsel temeli bilim adamlarının katkısı ile bulmuştur.”12

Hitler, “Kavgam” adlı kitabında Yahudi düşmanlığını ve Yahudiler’e bakış açısını net bir şekilde belirtmiştir. Hitler, Yahudiler’i asalak mikroplara benzetmiş ve Yahudiler’i kabul eden ülkelerin sonunun yıkım olacağını belirtmiştir. Bu benzetmeden yola çıkarak da iktidara geldikten sonra Alman kontrolü altındaki tüm bölgelerde Yahudiler’e karşı etnik bir temizliğe girilmiş ve milyonlarca Yahudi katledilmiştir.
Avrupa’da kurulan “Cermen Birliği” ve bu birliğe mensup (başkanı) Heinrich Class gibi kişiler tarafından Yahudi düşmanlığı ve üstün ırk düşüncesi körüklenmiş. İlk başlarda dinsel temelli olan anlaşmazlıklar ve düşmanlığa ırksal bir düşmanlık da eklenmiştir. Bu anlayışla birlik üyeleri tarafından oluşturulan birçok yayın ortaya çıkarılmış ve halk arasındaki nefret arttırılmıştır. Yahudiler’in toplum dışına itilerek seçme-seçilme, eğitim, sağlık, hukuk haklarının kısıtlanması ya da tamamen ellerinden alınması; Yahudiler’den Almanlar’dan daha fazla vergi alınması gibi çeşitli öneriler bu yayınlar aracılığı ile öne sürülmüştür ve Hitler yönetime geldikten sonra ise tüm bu öneriler hızla hayata geçirilmiştir.
Birçok bilim insanı ve düşünürden destek alan Hitler, Yahudiler dışında yer alan Çingeneler, hastalar, sakatlar ve eşcinseller gibi farklı kesimleri de hedef almıştır. 1933 yılında çıkan bir kanun ile hasta ve sağlıklı bireylerin birbirinden ayrılması emredilmiştir. Yine bu dönemde 74.000 akıl hastası Hitler’in emriyle katledilmiştir. Buradaki amaç; daha öncede bahsedildiği gibi, üstün ırkı elde ederken geri kalanların ortadan kaldırılması ile birlikte bu üstün ırka bir yaşam alanı oluşturmaktır.

Beyin yıkama politikası ile halkta, Yahudi düşmanlığını arttırmak amacı ile yerel ve bölgesel haber organlarında, Komünizmle Yahudiliği birleştirici yayınlar yapılmıştır. 1936’da Propaganda bakanı tarafından yayınlattırılan benzer haberler, haber organlarında artırılmıştır. “Der Ewige Jude” (Serseri Yahudi ya da ezeli Yahudi), “Klein Krieg” (Küçük Savaş) vb. Yahudi düşmanlığını yaymak amacı ile çevirtilmiş filmlerle, doktor, mühendis, kimyager, mimar gibi meslek gruplarından Almanlara Yahudi düşmanlığı benimsetilmiştir. Kendisi ile birlikte bu yok etme programını gerçekleştirecek yandaşlar isteyen Hitler’in iktidarda olduğu dönemde Yahudi, Rus, Macar, Romen, Çingene, Polonyalı, Yugoslav gibi aşağı ulus ve ırktan sayılan 12 milyon insan öldürülmüştür. Bu durum, soylu Cermen, Aryan ırkçılığı düşüncesinin acımasızlığını ortaya koyan ve bugün uygar ulus olmakla övünen Almanların unutmamaları gereken geçmişleridir.”13

Burada dikkat çeken bir diğer önemli nokta ise Nazi döneminde sinemanın ve diğer medya organlarının kullanım şeklidir. O dönem için kullanılan gazete, dergi, radyo ve sinema ile birlikte Naziler, Alman halkı üzerinde kapsamlı bir propaganda uygulamış ve insanların Yahudi düşmanlığını körüklemiştir. Bu amaçla, propaganda için kullanılan en güçlü aygıt ise sinemadır. Hem göze hem kulağa hitap ediyor oluşu ile insanları etkileme gücü diğer medya organlarından daha güçlü olan sinema Naziler için her daim önem verilen bir alan olmuştur.
1930’lu yıllarda henüz genç bir sanat olmasına rağmen sinema, Dışavurumcu Alman Sineması adıyla kendi dilini Almanya’da çoktan bulmuş bir sanattır. Nazi dönemi öncesinde dünyanın sinema alanında ABD, Sovyetler Birliği ve Fransa ile birlikte en öenmli ülkelerinden birisidir Almanya ve kendine has bir akımı vardır. Naziler ile birlikte ise sinema tam anlamıyla politik bir güce dönüşerek sanat olmaktan uzaklaşıp devletin kontrol aygıtlarından birisine dönüşmüş ve güçlü bir propaganda aracı olmuştur.
Dönemin ünlü propaganda bakanı “Joseph Goebbels” sinemayı çok iyi bir propaganda aracı olarak kullanıp halkın Nazi yönetimine desteğini sağlarken ünlü yönetmen “Leni Riefenstahl” ise çektiği filmler ile bu amaca doğrudan ya da dolaylı olarak hizmet etmiştir. Bu çalışmanın konusu olan “Race” filmi içerisinde de bu iki karakteri sıkça göreceğiz ve bu durum onların Nazi yönetimi içerisindeki görevlerini daha iyi anlamamıza katkı sağlayacaktır.
1941 yazı ile 1944 sonbaharı arasında gerçekleştirilen Yahudi katliamı sırasında milyonlarca insan hayatını kaybetmiştir. Yahudiler’i bakterilere benzeten Hitler, onları bu düşüncenin bir ürünü olarak gaz odalarında katlettirmiştir. Savaş dönemi boyunca Almanya kontrolünde ya da işgalinde olan bölgelerde kayda alınan ve aşağı ırk olarak görülen 8.301.000 Yahudi’nin 5.978.000’i katledilmiştir ve bu Yahudi nüfusunun %72’sini temsil etmektedir. Nerdeyse 6 milyon insan etnik bir temizliğe ve soykırıma maruz kalmıştır.

Almanlar yenilmeye başladıklarında “Toplu yok etme” çalışmalarının yerine, yaptıklarını gizleme çalışmalarına koyulmuşlardır. Toplu mezarların üzerlerini toprakla örtüp, çiçeklendirmişler, cesetleri yakmışlardır. II.Dünya Savaşı, Nazi biçimindeki sefalet, milyonlarca asker ve sivilin öldüğü çok uç noktada bir sonuca ulaşmıştır. Bu dönemde altı milyon Yahudi, Nazi soykırımına uğramıştır. Naziler, Yahudileri kovma değil, kökünü kazıma politikası ile 1941-1945 yılları arasında toplama kamplarında imha etmişlerdir. Şiddet, Nasyonal Sosyalizmin, sosyal yönden yenileştirilmesi için bir araç değil, aksine hükmetme garantisinin örtbas edilmesi olmuştur. 12 milyon insanın öldürülmesinin tek sorumlusu Hitler değildir. Irkçılığı adım adım geliştiren ve bu soykırımı onunla birlikte gerçekleştirenler de bundan en az onun kadar sorumludurlar. Daha öncede anlatıldığı gibi, Yahudi Düşmanlığı Avrupa’da Hitler’in 1924’te yazdığı Mein Kampf’ından çok daha önce vardı. Ancak, Hitler iktidarında bu düşmanlık kanlı bir gerçeğe dönüştü.”14

Almanya’da güçlü bir Yahudi düşmanlığının oluşmasında, daha öncede belirttiğimiz gibi bazı güçlü ve Nazi Almanyası’nın öncesine dayanan nedenler vardır. Bunlar ekonomik, dini, siyasi, psikolojik nedenler ve önyargılar şeklinde sıralanabilir ancak elbette en güçlü neden ekonomiktir.

Yahudiler, toprak sahibi olmalarına izin verilmediği için, tefecilik, bankerlik vb. mesleklere yönelmişlerdir. Ortaçağ’ın Hıristiyan hükümdarları, Yahudi bankalarını yağmalamışlardır. Bunu gizlemek için dinî gerekçeler arkasına sığınarak Yahudilere lanetler yağdırmışlardır. Yahudileri, kolay kazanç getiren mesleklere üşüşen, arsız, hilekar, tembel ve dünyanın tüm zenginliklerine sahip olmayı isteyen kapitalistler olarak suçlamışlardır. Yahudi düşmanlığının gerçek nedeni her zaman ekonomik nedenler olmuştur. Fakat hep gizlenerek diğer nedenlerin arkasına sığınılmıştır.”15

Toprak sahibi olmalarına izin verilmediği için çok eski çağlardan beri ticaret ile uğraşan Yahudiler, kapitalizmin yükselişe geçmesi ile birlikte güç kazanmışlardır. Eskinin tefecileri, tüccarları olan Yahudiler, kapitalizm çağında rekabet içerisine girecekleri Hristiyan kesime göre para yönetimi konusunda daha deneyimlilerdi ve bu durum onların ticari ilişkilerde daha başarılı ve kazançlı olmasını sağlıyordu.
Yahudiler, bu dönemde çok zengin bir konuma geldiler ve bulundukları şehrin ekonomisini yöneten güçlere dönüştüler. Elde ettikleri zenginlik ile refah düzeyi yüksek hayatlar yaşayıp çocuklarının iyi eğitim almasını sağlıyorlardı. Siyasi çevrelerde söz sahibi olamasalar bile elde ettikleri zenginlik ile siyasi güç sahipleri ile yakın ilişkiler kuruyorlardı. Bu durum kimi çevreler tarafından onların dünyayı ele geçirme planlarının bir aşaması olarak kabul ediliyordu ve bu hızlı zenginleşme tolumda rahatsızlığın oluşmasına zemin hazırlıyordu.

Karl Marx ise 1844’te yayımladığı ünlü “Yahudi Sorunu Üzerine” isimli makalesiyle antisemitik propogandanın klasiklerinden biri olmuştur. Marx bu makalede, Yahudileri ve hatta Museviliği yıkmayı istediği kapitalist düzenin en fazla rahatsızlık yaratan özellikleri olan açgözlülük ve yağmacılıkla tanımlar. Çözüm önerisi olarak da tüccarlığı ve tüccarlık ihtimalini ortadan kaldıracak toplumsal bir örgütün Yahudiyi imkansız kılacağından bahseder.”16

Öncelikle “antisemitizm” terimine bir açıklık getirmek gerekmektedir. Antisemitizm, “Yahudilere karşı düşmanca duygular besleyen ve Yahudilere karşı ayırt edici önlemler alınmasını isteyen görüş”17 olarak Türk Dil Kurumu tarafından tanımlanmaktadır. Nazi Almanyası döneminde Yahudiler’e karşı gerçekleştirilen tüm ırkçı hareketler de antisemitizm adı ile anılmaktadır. Tekrar Marx’a döndüğümüzde ise yine Hitler’in düşünürler ve bilim insanlarından görüş olarak beslendiği fikrini bir kez daha pekiştirmiş oluruz. Bu durum sadece bir diktatör liderin tek başına ortaya çıkardığı bir olay değildir. Dönem toplumunun bakış açısının, fikri yapısının bir sonucudur. Engellenemez sonucu.
Yahudiler’in hızla artan zenginliği hem kapitalist hemde sosyalist çevrelerde rahatsızlıklar uyandırdı ve Marx örneğinde olduğu gibi çeşitli düşünürler bu konu hakkında fikir beyan etti ve toplum içerisinde birer kanaat önderi olarak Yahudiler’e karşı olumsuz bir bakış açısının oluşmasına sebep oldular. Bu yaşananlara zincirleme bir şekilde ise Almanya’da Nasyonal Sosyalizm yani Nazizm ortaya çıkıp hedefine Yahudi toplumunu aldı. Nazizm TDK’da, “Almanya’da 1930’lu yıllarda Hitler tarafından kurulan Nasyonal Sosyalist Partisinin, Alman ırkının üstünlüğünü savunan politikası, Hitlercilik”18 olarak tanımlanır. Bu düşünürlerin fikirlerinden etkilenen Nazizm politikaları sonucunda Yahudiler soykırım ile yüzleşmek zorunda kaldılar.

Alman İmparatorluğunun toplam nüfusunun %5’ini Yahudiler oluşturmalarına rağmen Prusya’daki her 100 zenginden 30’u Yahudiydi. 1930’lara gelindiğinde Berlinli Yahudilerin % 80’i büyük burjuva veya orta sınıftandı. 1933’te toplam Yahudi nüfusunun sadece % 1,7’si tarımla uğraşıyordu, geri kalan nüfusun tamamı Ticaret (% 61,3), Endüstri-Zanaat (% 23,1) ve Kamu Hizmetlerinde (% 12,5) çalışmaktaydı. Yahudilerin zenginliği, kültür yaşamında, maliyede, ticarette ve serbest mesleklerde sahip oldukları konumlar toplumun çeşitli kesimlerinde büyük kıskançlık yarattı. Antisemitizm, işçi ve çiftçi sınıfı arasında pek yaygın değildi, çünkü her iki sınıfta da az sayıda Yahudi vardı. Ancak Nazi antisemitist propagandasının en büyük becerilerinden birisi Antisemitizmi işçi ve çiftçi sınıfına da yaymak oldu.”19

Görülüyorki nüfusun çok düşük bir kısmını oluşturan bir topluluğun ülke ekonomisinin, zenginliğinin büyük bir kısmına hükmeder hale gelmesi ülke içerisinde oluşan hoşnutsuzluğun en temel sebebi. Özellikle I.Dünya Savaşı’ndan mağlup ayrılan Almanya’da yoksul daha da yoksullaşınca bu durum halkın öfkesinin Yahudiler hızla yönelmesine sebep oldu. Hitler’in savaş sonrası çöken ekonomiden Yahudiler’i sorumlu tutması da düşmanlığı daha fazla arttırdı. Bu dönemde Alman bankaları ve medyasının önemli bir çoğunluğu Yahudi işadamlarının elinde bulunuyordu. Hitler’in ekonomik çöküşten Yahudiler’i sorumlu tutması özellikle orta ve alt sınıflar arasında yani ekonomik çöküntüyü en fazla hisseden ve açlıkla yüzleşen kesimler arasında hızla yayıldı ve destek gördü. Bolşevik Devrimi’ninde ülke ekonomisine zarar verdiğini düşünen Hitler, o dönemde hem Yahudiler’i hemde Bolşevikler’i hedef gösteren açıklamalar yapmıştır.
I.Dünya Savaşı sonrası yapılan Versay Antlaşması ile ekonomisi çok büyük zarar gören Almanya daha toparlanma fırsatı bulamadan 1929 Ekonomik Buhranı ile yüzleşmek zorunda kalır ve bu durum Alman ekonomisini çökme noktasına getirir. Ayrıca bu ortam içerisinde Yahudiler Alman ekonomisinde daha etkin bir güce dönüşürler. Elbette bu durum o zaman için henüz iktidarda olmayan aşırı Alman milliyetçisi Adolf Hitler’in tepkisini çeker ve sonraki dönem politikalarını belirleyen önemli bir etken olur.

Wall Street’teki borsanın çökmesinin ardından ABD’li tekeller Almanya’ya verdikleri on beş milyon mark tutarındaki kredi borcunu geri çekmeye başladılar. İflaslar birbirini izledi. Böylece Almanya’daki işsiz sayısı 1930’da 3 milyona, 1932’de 6 milyona ulaştı. Fabrikalar yüzde 50 kapasite ile çalışmaya başladı. I.Dünya Savaşından yenik çıkması nedeniyle ödediği savaş tazminatı ve işsizlik sigortası yüzünden artan ekonomik çıkmaz 1930’da koalisyonun dağılmasına neden olmuştu. Yeni bir koalisyon hükümeti kurulamadığı için de parlamenter demokrasi son bulmuştu. Almanya’da I. Dünya Savaşı’yla ortaya çıkan ekonomik bozulmanın 1929 Ekonomik Buhranıyla daha da ilerlemesi ve artık buna hiç kimsenin dur diyemeyecek güçte olması nedeniyle buhran Alman ekonomisini iyice yıpratmış, parlamenter demokrasinin son bulmasına neden olmuş ve Alman ekonomisi artık Almanların elinden çıkıp Yahudilerin eline geçmesine zemin hazırlamıştır.”20

Siyasi nedenlere baktığımızdaysa karşımıza “Zion Yasaları Protokolleri” çıkıyor. 1903 yılında Rusya’da yayınlanan ve doğruluğu kanıtlanmamış olan bu belgeler birçok dile çevrilip dünyanın birçok ülkesine dağıtılmıştır. Yahudiler’in dünyayı ele geçirme planları olarak yorumlanan bu belgeler, Yahudi düşmanlığının ve soykırımının temellerinin dayandığı ve bir haklılık zemini oluşturmaya çalıştıkları en önemli siyasi nedendir.
Dini sebeplerde ise iki temel nokta vardır. Birincisi; Hristiyan toplumunun İsa’nın çarmıha gerilmesinden Yahudiler’i sorumlu tutması ve ikincisi; Yahudiler’in İsa’yı Allah’ın oğlu olarak görmemeleri ve Hristiyanlığı kabul etmemeleri. Din adamları bu iki temel noktayı öne sürerek toplumun Yahudi düşmanlığını körüklemişlerdir.
Ekonomik, siyasi ve dini sebepler dışında Yahudiler’e karşı uygulanan ırkçılıkta önyargılar da çok etkili olmuştur. Yahudiler, stereotip bir şekilde aç gözlü, görgüsüz, hilekar ve sevimsiz kişiler olarak betimlenmiştir. Bu anlamsız ve dayanaksız stereotipleştirme geniş halk kitleleri arasında yayılarak güç kazanmıştır ve bir yahudi tipi algısı oluşmuştur.
Tüm bu temelde yatan önyargılar; siyasi, ekonomik ve dini sebepler sonucunda Almanya’da Hitler ve Nazi yönetimi başa geçmiş. Ülkeyi bir büyük savaşa daha sürüklerken ve daha ağır kayıplara sebep olurken, savaşın gölgesinde yaşanan tüm olumsuzlukların sorumlusu haline getirilen Yahudi toplumunun 6 milyon üyesini katlederek dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir soykırıma imza atmıştır.




2-c) Amerikan Sinemasında Nazi Karşıtlığı


Propaganda, sinemanın ilk yıllarından itibaren bu sanatla yakın bir ilişki içindedir. 1920’li yıllardan itibaren birçok ülke sinemayı bir propaganda aracı olarak kullanmıştır. Bu durumun ilk güçlü örneğini Sovyet Biçimci yönetmenler vermiştir. Sovyet Biçimciler, Rus halkını yıkılan Çarlık Rusyası üzerine kurulmuş olan yeni Sovyetler Birliği ve komünist yönetimine alıştırmak, bu yeni yönetimi onlara öğretmek için sinemayı kullanmıştır. Bu dönem yapılan filmlerde komünist yönetim yüceltilirken Çarlık yönetimi kötülenmiş ve böylece halkın desteğini kazanmak ve yönetimin gücü arttırılmak hedeflenmiştir.
1920’lerden 1960’lara ve Latin Amerika’ya hızlı bir geçiş yaptığımızda ise karşımıza “Üçüncü Sinema” akımı çıkar. Bu akımın amacı, en kısa tanımı ile; sömürülen, aç bırakılan tüm üçüncü dünya ülkelerinin halklarını sömürgecilere ve güç sahiplerine karşı bilinçlendirmek ve onları devrimci, özgürlükçü bir mücadelenin içine sokmaktır. Üçüncü Sinema, fakir ve geri bırakılmış toplumların bu sefaletlerinin farkına varmasını ve harekete geçmesini amaçlar. Bu amaç uğruna Üçüncü Sinema yönetmenleri kameralarını insanlara, sokağa ve gerçek problemlere çevirip sinemayı adeta “saniyede 24 kare ateş edebilen” bir politik, siyasi silah olarak kullanmışlardır.
Elbette bu iki sinema akımı dışında da farklı ülkeler, farklı kesimler sinemayı bir propaganda aracı olarak kullanmışlardır. Ancak bizim şimdi yoğunlaşacağımız asıl sinema Amerikan endüstri sineması, yani Hollywood’dur ve bu çalışma özelinde Amerikan Sineması’nın Nazi karşıtlığına değineceğiz. Bu meseleye değinmeden önce ise Naziler’in sinema ilişkisine kısaca değinmekte fayda vardır.
Naziler, 1930’lu yılların ortalarından II.Dünya Savaşı’nın sonuna kadar geçen yönetim dönemleri boyunca Propaganda Bakanı Joseph Goebbels yönetiminde, o dönem kullanılan tüm medya organlarını Nazizm propagandası yapmak için kullanmışlardır. Sinema ise görsel ve işitsel bir sanat, bir medya organı olması sebebiyle Nazi yönetiminin en çok değer verdiği ve en güçlü propaganda araçlarından birine dönüşmüştür. Naziler sinemayı, “İradenin Zaferi” gibi filmler ile Nazi görüşlerini, Nazi Almanya’nın güçlülüğünü, kudretini hem kendi halklarına hemde dünyaya göstermek için kullanırken, “Yahudi Süss” gibi filmler yoluyla da topluma Yahudi düşmanlığını aşılamaya çalışmışlardır.
Goebbels’in yönetimi altında, yönetmen Veit Harlan tarafından çekilen 1940 yapımı “Yahudi Süss” adlı film antisemitist bir filmdir ve Yahudi nefretini körüklemek amacındadır. Yönetmen ise Yahudi tarihini anlatmak isteyen bir film yapmak amacında olduğunu, antisemitist bir film yapmak istemediğini ve Goebbels’in baskılarına rağmen Yahudi düşmanlığını açıkça içeren birçok sahneyi filmden çıkarmayı başardığını söylemiş ve 1945 yılında yargılandıktan sonra çok hafif bir ceza almıştır.

D.J. Jay ve Michel Pierre ile ortak çalışan François Garçon başarılı bir makalesinde Yahudi Süss’ün birçok farklı okumasının mümkün olduğunu gösterdi; her durumda, film eşit derecede feminizm karşıtı, küçük burjuva ve tam tamına Hitler yanlısı esinler taşırken, antisemitist çizgisi de tüm bunlara kusursuzca bağıntılı: Antisemitizmin birçok katmanını, en yaygın olanının filmde en az bulunan olmasıyla birlikte, bir araya getirdiğini ve bunun da Veit Harlan’a, bazı kimseleri yargıları konusunda ikna etme olanağı tanıdığını söyleyebiliriz.”21

“Yahudi Süss” filmi bu dönem Alman sinemasının propaganda amacıyla ürettiği birçok filmden sadece birisidir ve soykırıma giden uzun sürecin merdivenlerinde Naziler’i taşıyan sadece tek bir basamaktır.
Nazi dönemi, sinemanın propaganda aracı olarak kullanılmasında yeni bir dönem başlatmış ve o döneme kadar hiç olmadığı kadar etkili, açık ve net bir şekilde sinemayı devletin aygıtlarından birine çevirip propaganda için kullanmıştır. “İradenin Zaferi”, “Yahudi Süss” gibi filmler ve çok daha fazla örnek, Nazizm anlayışının benimsetilmesinde ve Nazi yönetiminin otoritesinin korunmasında etkin rol oynamıştır.
Tekrar Amerikan Sineması’na döndüğümüzde ise tarih boyunca Amerikan Sineması’nın farklı katmanlardan oluştuğunu görüyoruz. Sinemanın ilk dönemlerinde sömürge yıllarına ve Protestan Beyaz Hristiyan Kuzey Amerika ile Katolik Latin Güney Amerika arasındaki gelişmişlik farklarına yoğunlaşan filmler yapılmış. Sonraki dönemde ise çoğunlukla Amerikan İç Savaşı’na yoğunlaşan ve özellikle bir tarafın ötekini suçladığı filmler yapılmıştır. Bu ikinci dönem filmleri, iç savaş öncesi tarihin geri plana atılmasına sebep olmuştur. Üçüncü dönemde ise sinema genel olarak iç savaşın nedenlerine ve sebep olduğu sonuçlara değinen filmler üretmiştir. Ancak bu dönem filmleri gişede başarı elde edebilen filmler olmamıştır.

Tarihsel olarak kırılgan sorunları ele alan ve başarı yakalayan tek film Rüzgar Gibi Geçti oldu. Ne var ki bu film, iç savaşın önderlerinden hiçbirini ele almıyor: Ne Lincoln ne Lee ne de benzerleri; gerçek muharebelerin hiçbiri yeniden canlandırılmadı; Atlanta yangını gibi, savaşın dramlarına elbette ki değinildi ancak yönetmen bunu, iki koalisyondan birine saldırmak yerine, yalnızca savaşı olduğu gibi lanetlemek adına yaptı. Burada, tüm siyasal açıların Scarlett ya da Rhett Butler gibi belirli bir siyasal ideali temsil etmeyen bireysel kahramanlar yararına bertaraf edildiği bir ulusal uzlaşım eseri söz konusu.”22

1917’de savaşa katılan ve bu savaştan hem galip hemde dünyanın yeni süper gücü olarak çıkan ABD, böylelikle sinemasını dış olaylara da çevirir hale gelmiştir. Bu dönemde sinema ülkenin siyasi olarak karşı karşıya geldiği, anlaşmazlık yaşadığı, çatışmaya düştüğü ülkeleri karalamak amacıyla kullanılmaya başlamıştır. Bu amaçla II.Dünya Savaşı sırasında Almanya’dan kaçan göçmenlerin Nazi karşıtı filmler yapmasını da desteklemiştir Amerika.
1929-1932 yıllarında gerçekleşen Büyük Ekonomik Buhran o dönem için film senaryolarına etki eden önemli bir faktör konumuna gelmiş olsa bile 1930’lu yıllarda Amerikan toplumunu eleştiren bir sinema filmi pek azdı. Bu eleştiri genellikle Charlie Chaplin gibi sanatçıların ortaya koyduğu komedi türü ile sınırlı kalıyordu.
Yine bu 1917-1940 döneminde Amerikan sinemasında ilk defa farklı bir kesimin sesini yükselttiğini ve sinemada etkili olmaya çalıştığını görüyoruz. Bu kesim önce Yeni Dünya’ya köle olarak getirilen, kölelik kalktıktan sonra ise beyazlar ile eşit haklara sahip olabilmek için her alanda mücadele etmek zorunda kalan Siyahiler’den başkası değildi.

Amerikan sinemasında, çoğunlukla hizmetçileri ve şarkıcıları oynadıklarını ve bunun uzun süre böyle kaldığını fark etmekte gecikmediler. 1920 itibariyle, Amerikan toplumunun ‘siyah’ bir görünümünü sunmayı deneyen siyahi inkar sinemasının doğuşu böyle gerçekleşti: The Birth of a Race, bir anlamda Amerikan sinema tarihinin ilk karşı-filmi oldu. Ardından The Right of Birth, While Thousands Cheer gibi başkaları geldi ancak bu ilk siyah karşı-film dalgası, Siyahiler nezdinde dahi, hiçbir başarı elde edemedi; çünkü Siyahiler öylesine dürüst, adil ve faziletli resmediliyordu ki, bu filmler usanç ve ahlak ırmağıydı, izleyicileri cezbetmiyordu.”23

Siyahiler, sinema alanında asıl başarıyı 1970’li yıllarda gösteri, şiddet ve ırksal intikamın birleştirildiği fimler ile yakaladılar. Siyah erkekleri beyaz erkeklere tercih eden beyaz kadınlar, mutluluğu siyah kadınlarda bulan siyah erkeler gibi konular içeren filmler ürettiler.
Siyahiler’i bir kenara bırakıp tekrar Amerikan Sineması’nın Nazi karşıtlığına dönelim. Bu durumun 1930’lu yılların ikinci yarısında hız kazanan bir süreç olduğu görülüyor ve Nazi karşıtlığı, Naziler ya da II.Dünya Savaşı gibi konuları işleyen filmlerin o tarihten günümüze kadar olan süreçte hala üretilmeye devam ettiği görülüyor.
Aslında savaşın başlangıç yılı olan 1939’da hala kimi Nazi yanlısı filmler ABD’de kendine gösterim şansı bulabiliyordu ancak çoğu Almanya ve Avusturya göçmeni ya da Amerikalı Yahudi olan film yapımcıları akışı tersine çevirmek için harekete geçmişti. Bu çoğunluğun bir tepkisi olmasa bile Nazi karşıtı hareketler güç kazanmaya başlamıştı.

Savaş ilan edildiğinde Roosevelt, Amerikan değerlerini ve adil hukuku yüceltecek bir sinema geliştirmeye yönelik kesin talimatlar verdi. Eylül 1939 ve Haziran 1940 arasında, yani savaş halindeyken, Fransa henüz Nazi karşıtı filmler üretmiyorken, hareket ABD’de durmaksızın genişliyordu. ABD, belirleyici ivmesini İkinci Dünya Savaşı başlarında (Bir Nazi Casusunun İtirafları dahi 1939 yapımı) Four Sons, Escape the Great Dictator, Foreign Correspondant ve bilhassa Frank Borzage’ın, Almanya’ya Hitler’i devirme çağrısı yapan ve diplomatik vakalara zemin hazırlayan The Mortal Storm’u ile kazandı.”24

Nazizm üzerine yapılan Amerikan filmleri belli başlı bazı ortak özellikler gösterir. Filmlerde Alman halkı ve Naziler birbirinden ayrı tutulur, Alman halkının Naziler’e karşı direnme isteğinin ve gücünün olduğuna vurgu yapılır, anlatılan olayların mekanı ya küçük ya da orta büyüklükte şehirlerdir, Nazizm’in aile bağlarını ve toplumun yapısını parçaladığı vurgusu yapılır. Elbette bu özellikler çoğunlukla savaş dönemi filmleri için geçerli olmakla birlikte; günümüzde II.Dünya Savaşı’nı ve Naziler’i konu alan benzer filmlerde de kendini göstermektedir.
Naziler’i kötüleyen ve modası günümüzde bile hala geçmeyen II.Dünya Savaşı filmleri, Nazizm’i, Naziler’i, Hitler’i ve Nazi Almanyası’nı kötülerken; aslında temelde yaptığı en önemli şey ABD’yi, Amerikan toplumunu ve Amerikan kültürünü dünyanın karşısında yüceltmektir. Bu filmleri üreterek ABD, her zaman kendini dünyanın ve barışın koruyucusu; mazlumların ve kendini koruyamayacak olanların kurtarıcısı olarak konumlandırır. Güçlü Amerika! Bu anlayışla bakıldığında Amerikan Endüstri Sineması/Holywood/Birinci Sinema, politik bir sinemadır ve dünya çapında gösterim şansı bulan filmleri ile Amerikan kültürünü yayan bir propaganda aracı olarak sinemayı kullanır. Sinema yolu ile siyasi ve ekonomik alanda yürüttüğü politikalara; Ortadoğu’da askeri müdahalede bulunduğu alanlara ve dünyanın işleyişinde yaptığı her harekete meşru bir zemin oluşturmayı amaçlar. Güçlü Amerika! Uzaylılar hep Amerika’yı işgal eder zaten...
1990-2018 yılları arasında vizyona giren başka ülkelerle ortaklaşa yapılmış ya da yalnızca ABD etiketi taşıyan “Okuyucu (The Reader)”, “Soysuzlar Çetesi (Inglourious Basterds)”, “Çizgili Pijamalı Çocuk (The Boy in the Striped Pyjamas)”, “Şeytanın Aritmetiği (The Devil’s Arithmetic)”, “Piyanist (The Pianist)”, “Schindler’in Listesi (Schindler’s List), “Race”, “Fury”, “Kaptan Amerika İlk Yenilmez (Captain America The First Avenger)”, “En Karanlık Saat (Darkest Hour)”, “Dunkirk”, “Er Ryan’ı Kurtarmak (Saving Private Ryan)” gibi konu olarak II.Dünya Savaşı’nı ya da Yahudi Soykırımı’nı işleyen filmler Amerika’nın Nazi karşıtı politikasının ve Naziler üzerinden güçlü Amerika propagandasının hala gücünü ve güncelliğini koruduğunu görürüz.

3) 1930’lu Yıllar Dünyasına Kısa Bir Bakış


1930’lu yıllarda dünya hala I.Dünya Savaşı’nın ve 1929 Ekonomik Buhranı’nın etkilerinden kurtulmaya çalışıyordu. Savaş sonrası dönemde her ne kadar ekonomik krizden etkilenmiş olsa bile ABD, İngiltere’den dünyanın süper gücü ünvanını almış bir ülke konumuna gelmişti ve dünya siyasetinde artık daha etkin bir güç olarak görülüyordu. Bu dönemde ABD, Alaska, Havai, Porto Riko ve Filipinler gibi sömürge ve yarı sömürge topraklarına sahipti.
Öte yandan İngiltere hala dünyanın en büyük sömürge imparatorluğuna sahipti ve bu gücünü korumak için çabalıyordu. İngiltere dışında Fransa, Portekiz, İspanya, Belçika ve Hollanda’da diğer önemli sömürgeci devletler konumundaydılar ve bu güçleri coğrafi keşifler sonrasında önceki yüzyıllarda elde ettikleri topraklarda kaynaklanıyordu. Bu yıllarda Avrupa dünyanın geri kalanına hükmeder konumdaydı ve Afrika ve Asya’da geniş toprakları sömürge olarak hakimiyetleri altında tutuyorlardı.

Fransa ve Birleşik Krallık 3 Eylül 1939’da Almanya’ya savaş ilan ettiklerinde, Avrupa devletlerinin çoğunluğu diktatörlüktü. Avrupa’da, demokrasilere karşı üç totaliter rejim kendini dayatıyordu: Stalin’in sovyetler Birliği, Nazi Almanyası ve Faşist İtalya. Almanya tüm Orta Avrupa’ya hükmediyordu ve Münih Antlaşmaları’ndan sonra (1938) Çekoslovakya’yı haritadan silmişti. İtalya Nisan 1939’da Arnavutluk’u ele geçirmişti. Almanya İtalya ve Japonya Mihver’i oluşturuyorlardı.”25

Avrupa siyaseti, o dönem için dünya siyaseti ile eş değer konumdaydı. Avrupa’da yaşanan siyasi gelişmeler dünyanın geri kalanını da etkiliyordu. 1930’lu yılların başında Almanya hala bir önceki savaşın sonuçlarıyla yüzleşiyordu ve ödediği ağır bedeller ülkeyi ekonomik bir darboğaza sokmuştu. Halk sefaletle yüzleşiyordu. Bu kaotik ortam Hitler ve Naziler’in yönetime geçişini kolaylaştırdı. Hitler yönetime geldikten sonra ülke diktatörlükle yönetilir hale geldi ve üstün ırk politikası güç kazandı. Bütün Almanlar’ı aynı ülke çatısı altında toplamak isteyen Naziler önce Avusturya’yı ardından da Çekoslovakya’yı işgal ettiler. Polonya’yı işgal etmeleri ise savaşı başlatan son nokta oldu.
İtalyanlar ise I.Dünya Savaşı’ndan galip ayrılmalarına rağmen istediklerini alamayıp topraklarını genişletemedikleri için Faşist lider Mussolini yönetiminde yayılmacı bir politika izlediler ve bu tutumları onları Naziler’e yaklaştırdı. İtalya, 1939’da Arnavutluk’u işgal etmeden önce Afrika kıtasında Etiopya gibi bazı bölgeleri de ele geçirmişti.
Mihver’in son parçasını oluşturan Japonya ise yine bir başka üstün ırk politikası yürüten ve dünya siyasetinde daha etkin bir güç olmak isteyen bir devletti. Uzun yıllar dış dünyaya kapalı bir şekilde yaşayan Japonya, Amerikan gemilerinin sahillerine gelmesi ve onları kendileri ile ticaret yapmaya zorlaması ile birlikte hızlı bir değişim sürecine girer. Ülke, Çin’in ya da diğer Asya ülkelerinin olduğu gibi bir sömürge haline gelmemek için hızlı bir modernleşme içine girer ve sanayisini geliştirir. Gelişen sanayi ve hammadde ihtiyacı Japonya’yı yayılmacı politikalara iter. Japonya için 20.yüzyıldaki ilk büyük başarı bu yayılmacı politikalar sonucu 8 Şubat 1904-5 Eylül 1905 tarihleri arasında Çarlık Rusyası ile savaşa girmesi ve bu savaşı kazanmasıdır. Savaşı Japonya’nın kazanması onu dünya siyasetinde etkin bir güce dönüştürürken, bu savaş Çarlık Rusyası’nın ekonomisinin daha da kötüleşmesine sebep olmuş ve Bolşevik Devrimi’ne giden süreçte Rusya’yı etkileyen bir hadise olmuştur.

Japon İmparatorluğu 20.yüzyılın başlarında doğmuştu. 1919’da Büyük Okyanus’taki Alman adalarını (Marianne, Marshall, Caroline Adaları) ele geçirdikten sonra Japonya, 1930’larda Mançurya’yı (sonradan Mançukuo adıyla bir uydu-devlet haline getirildi), ardından da Çin’in bir kısmını aldı. 1939’da, dünyanın bu kısmında savaş neredeyse iki yıldır sürmekteydi.”26

Japonlar’ın bu hızlı modernleşme, sanayileşme ve yayılmacı politikaları; ayrıca üstün ırk inanışları, onları benzer düşünce yapıları ve politikaları benimseyen Almanya ve İtalya ile yakınlaştırmış ve bu tehlikeli yakınlık dünya tarihine ikinci ve daha büyük bir cihan harbinin yazılmasına zemin hazırlamıştır.
Sonuç olarak, 1930’lu yıllar dünyasına genel olarak baktığımızda; I.Dünya Savaşı’nın etkisinden henüz kurtulamamış olan ve bir de üstüne gelen 1929 Ekonomik Buhranı ile iyice sarsılan bir dünya vardır. Bir yanda her ne kadar savaştan galip olarak çıkmış olsalar bile eski güçlerinde olmayan fakat hala sömürge imparatorluğu konumunda bulunan İngiltere ve Fransa gibi ülkeler, bir yanda savaştan dünyanın yeni süper gücü olarak çıkan ABD, bir yanda komünizm ve Sovyet Rusya ve bunun kapitalist ülkeler üzerinde oluşturduğu baskı, diğer tarafta ise Avrupa ve dünyada yükselen totoliter rejimler.

4) “Race” Filmi ve Irkçılık


4-a) Filmin Konusu


Race, yönetmenliğini Stephen Hopkins’in yaptığı 2016 yılında vizyona giren biyografik bir filmdir. Filmin hikayesi, 1936 Berlin Olimpiyatları’nda 4 altın madalya kazanan Siyahi atlet Jesse (JC) Owens’ın hayatının 1933-1936 yılları arasındaki dönemini anlatır. Film bir yandan Owens’ın altın madalyaya giden başarı hikayesine ışık tutarken, diğer taraftan ise bize 1930’lu yılların siyasi ortamı hakkında bir fikir verir. Filme seçilen isim de hikayeyi çok güzel özetleyen bir kelimedir: “Race”. Race iki anlamlı bir kelimedir, yani eş seslidir. Aynı anda hem “yarış” hemde “ırk” anlamlarına gelmektedir ve bu kelime filmin hikayesini oluşturan iki temel konuyu bize hatırlatır. Spor ve ırkçılık. Race filmi spor ve ırkçılık konuları üstüne kurulmuş bir filmdir.
Race, Jesse Owens’ın 1933 sonbaharında Cleveland, Ohio’da koşma görüntüleri ile başlar. Jesse’nin antremanı sırasında arka planda gösterilen şehrin depresif bir havası vardır. Umutsuz, işsiz insanlar sokaklardadır. Bu görüntü akıllara 1929 Ekonomik Buhranı’nı getirir. Sabah antremanından sonra eve dönen Jesse eşyalarını toplar ve evden ayrılmak için hazırlanır. Jesse, ailesinin üniversiteye gidecek olan ilk bireyidir. Jesse’nin ailesi dışında hayatında önemli yeri olan, henüz evlenmediği ama kızının annesi olan Ruth adında bir sevgilisi vardır ve Ruth bir kadın kuaföründe çalışmaktadır.
Ohio Eyalet Üniversitesi’ne atletizimdeki yetenekleri sayesinde giren Jesse, burada koç Larry Snyder ile tanışır ve ondan eğitim almaya başlar. Hedef üç yıl sonra düzenlenecek olan Berlin Olimpiyatları’na katılmak ve orada altın madalya kazanmaktır. Ancak oyunlar ile alakalı siyasi problemler mevcuttur.
Olimpiyatlara ev sahipliği yapacak olan ülke Almanya’dır ve Almanya’da 1933 Ocak ayında Hitler ve Nazi yönetimi iktidara gelmiş ve kısa sürede uygulamaya soktukları ırksal politikaları ile dünyanın ve de elbette ABD’nin dikkatini çekmişlerdir. Naziler’in Yahudiler’e karşı göstermiş oldukları tavırdan endişe duyan Amerikan olimpiyat komitesi, oyunlara katılıp katılmama konusunda bir karara varabilmek için Almanya’ya bir diplomat göndermeye karar verir. Bu kişinin adı Avery Brundage’dır ve kendisi bir müteahhittir.
Almanya’ya giden Avery, Naziler’in Yahudiler’e karşı uyguladığı ırkçı politikalarla karşılaşır. Ülkenin olimpiyatlara katılması taraftarı olan Avery, yaşananları görmezden gelir ve Goebbels ile olimpiyat oyunlarına kadar bu ırksal politikalarında bir değişikliğe gitmeleri, uygulamaları hafifletmeleri konusunda bir anlaşma yapar ve bu şekilde ülkesine döner. Bu sahnelerde Nazi yönetiminin ünlü yönetmeni “Leni Riefenstahl” da olimpiyat oyunlarını kayda alacak yönetmen olarak karşımıza çıkar.
Tekrar Jesse’ye döndüğümüzde ise; Jesse sonunda antremanlardan gerçek yarışlara geçiş yapmıştır. 25 Mayıs 1935 günü Ann Arbor, Michigan’da Big Ten Atletizm Konferansı’na katılır ve 45 dakika içinde 3 dünya rekoru kırar. Sahaya çıktığında ten rengi yüzünden yuhalanan ve ırkçı söylemlere maruz kalan Jesse, 25 Haziran’da yani tam bir ay sonra tekrar sahaya çıktığında ise elde ettiği bu başarı sayesinde beyaz kalabalığın sevgilisi haline gelmiştir.
Atletizmdeki başarısı Jesse’ye popülerlik, popülerlik yeni ortamlar ve yeni ortamlar ise hayatına giren yeni bir kadın getirmiştir. Yarış için gittiği Los Angeles şehrinde tanıştığı bu genç, güzel ve üst orta sınıf diyebileceğimiz Siyahi kadın kısa zamanda Jesse’yi etkiler ve Jesse, sevgilisi Ruth’u aldatır. Yaşadığı bu yeni ilşiki ve eski ilişkisi arasında sıkışan Jesse, bu sürecin etkilerini atletizme de yansıtır ve yarış kaybetmeye başlar. Ancak koç Larry’nin araya girip verdiği öğütlerin ardından bir seçim yapan Jesse ailesine geri dönüp kendisini Ruth’a affettirir ve onunla evlenir.
Bu rada ise Avery tekrar Almanya’yı ziyaret eder ve Berlin sokaklarında gerçekleşen değişimi görürüz. Sokalarda askerler yerine balonlarıyla oynayan çocuklar ve binalarda Nazi bayrakları yerine olimpiyat bayrakları görürüz. Goebbels, görüşmeye gelen Avery’nin oylamada kendilerine destek vermesi için ona Washington’da yaptıracakları konsolosluk binasının projesini teklif eder ve anlaşırlar.
23 Aralık 1935 günü halkın protestoları altında oylama gerçekleştirilir ve 58 karşı 56 oyla ABD olimpiyatlara katılmayı kabul eder. Bu kararın ardında “Siyahi İnsanları Geliştirmek İçin Ulusal Birlik” adkuruluştan bir yetkili Owens’ın evini ziyaret eder. Bu ziyaretin amacı Owens’ın olimpiyatlara katılma kararını tersine çevirmektir. Yetkili ile görüştükten sonra kafası karışan Jesse okula gidip Larry’ye olimpiyatlara katılmayacağını söyler ve tartışırlar. Sonrasında ise Larry olimpiyatlara katılmasa bile bir seçeneği olması için en azından elemelere katılması konusunda onu ikna eder ve Jesse Owens, Temmuz 1936’da New York’da olimpik denemelere katılıp derece alır. Sonrasında ise ailesinin ve arkadaşlarının desteğiyle, bazı Siyahi kesimler tam tersini istese bile o gemiye biner ve Almanya’ya gider.
Almanya’da ise hazırlıkla tüm hızı ile ilerlemektedir. Berlin Olimpiyatları’nın unutulmaz bir hal almasını isteyen Goebbels, Riefenstahl’ın çektiği filme çok önem vermektedir. Oyunların her anı yönetmen tarafından kayıt altına anmaktadır.
Oyunlar başlamadan koç Larry ile çalışabilmek için olimpiyat komitesini ikna eden Owens, oyunların ilk nünde 100 metre yarışı10.2 saniye ile kazanır. Yarışın ardından Owens, Avery tarafından, tebrik edilmek üzere Hitler’in yanına götürülür ancak Hitler stattan ayrılmıştır ve Goebbels ona Hitler’in kesinlikle Owens ile aynı karede fotoğraf çekinmeyeceğini bildirir.
Oyunların ikinci gününe ise uzun atlama müsabakası sırasında Jesse ve Almanlar’ın şampiyon sporcusu Luz Long’un birbirlerine karşı göstermiş oldukları sportmence davranışlar ve başa baş geçen bir mücadelenin ardından Jesse’nin yarışı kazanıp ikinci altın madalyasını kazanması damga vurur.
İlk iki gün istediklerini elde edemeyen Goebbels, üçüncü gün çekim yapılmasını yasaklar ancak Riefenstahl bu yasağa uymaz ve çekimlerine kaldığı yerden devam eder. Bu günde ise Jesse 200 metre yarışını 20.7 saniyelik derecesi ile kazanır ve üçüncü altın madalyasının sahibi olur. Bu günün akşamında ise Goebbels, Avery’i işbirliklerini ortaya çıkarmakla tehdit ederek ABD kafilesinde yer alan Marty ve Sam adlı Yahudi sporcuların yarışlardan çekilmesini sağlar.
Bayrak koşusundan çekilen Sam ve Marty’nin yerine geçenlerden biri ise Jesse Owens’tır ve 4x100 metre bayrak koşusunu Amerikan takımı kazanır. Bu galibiyet. Jesse’ye bu olimpiyatlardaki dördüncü altın madalyasını getirir. Olimpiyatlar, Riefenstahl’ın Jesse’nin uzun atlama galibiyetini temsil eden sembolik görüntüleri kayda alması ile son bulur. En son sahnede ise Jesse, eşi Ruth, Larry Snyder ve onun eşi; hep birlikte Jesse’nin onuruna düzenlenen yemeğe giderler ancak kapıdaki görevli bu lüks restoranta Jesse ve eşinin ön kapıdan girmesine kurallar yüzünden izin veremez ve Jesse kendi adına düzenlenen yemeğe servis kapısından giriş yapar.

4-b) Race Filminin Irkçılık Açısından İncelenmesi


Race” filmini ele aldığımızda ilk gördüğümüz şey spor temalı biyografik bir filmdir. Ancak hikayenin arka planına indiğimizde ise karşımıza ırkçılık sorunu çıkar. Film her ne kadar bir spor filmi olsada temelinde işlediği en önemli konu ırkçılıktır ve seyirciye bu konu hakkında bir mesaj ya da mesajlar vermek ister, bu amaçla ilerler. Film ırkçılık olayına iki farklı ırk, iki farklı kültür ve iki farklı ülke üzerinden yaklaşır. Bir tarafta demokratik, özgürlükçü Amerika ve tüm bu demokratikliğinin içinde Siyahiler’in durumu ve diğer taraftan totaliter, zorba Nazi Almanyası ve Yahudiler’in durumu.
1930’lu yılları anlatan bu film içerisinde hem Yahudiler hemde Siyahiler kendi ülkelerinde ırkçı tutumlar ile yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Bir taraf, kölelikten geliyor oluşu ve ten rengi dolayısıyla ikinci sınıf insan muamelesi görürken; diğer taraf ise dini temelli başlayan ancak zamanla ön yargılar ve ekonomik, siyasi etkiler ile birlikte ırksal bir kimlik kazanan bir öfkenin sonucunda aynı sonuçla yüzleşmek zorunda kalıyor.
Filmi adım adım inceleyecek olursak; Jesse evden ayrılmadan önce annesi, göğsündeki yarayı gördükten ve yıllar önce atlamış olduğu ölüm tehlikesinden bahsettikten sonra, “Tanrı bir nedenden ötürü senin canını bışladı.” diyor. Daha filmin henüz başlarında Siyahiler arasında din ve tanrı inancı faktörünün gücü ve etkisi hissettiriliyor ve filmin sonlarında Jesse’nin elde edeceği başarılara bir gönderme yapılıyor.
Bir diğer taraftan filmin başında yer alan koşu sahnelerinde 1933 yılında olunmasına rağmen 1929 Ekonomik Buhranı’nın etkilerinin hala net bir şekilde toplumun, özellikle ekonomik gücü daha zayıf olan Siyahi toplumun üzerinde net bir şekilde hissedildiği yansıtılıyor. Sokaklarda dolaşan, sokaklarda ya da derme çatma barakalarda kalan, kuyruklarda bekleyen insanlar ve bu insan kalabalığının çoğunluğunu oluşturan Siyahiler.
Siyahiler’in karşılaştığı ırkçı tutumu ise en net şekliyle Jesse ve arkadaşı Dave’in üniversiteye gitmek için bindikleri otobüste görüyoruz. Otobüsün en arka kısmında bir tabela ile Siyahiler için ayrılmış bir kısım vardır ve tabelada, “For Colored Patrons/Renkli Kullanıcılar İçin” yazmaktadır. Jesse ve Dave bu kısımda beyaz olmayan yolcularla birlikte otururlar. Yine otobüste yaşanan bir diğer örnek ise; Dave otobüsün arkasına doğru ilerlerken gerçekleşir. Dave’in çantası yanlışlıkla beyaz bir kadına çarpar ve kadın yüzünde iğrenir bir ifadeyle kendini çeker. Otobüsün bu kullanım şekli bize gösteriyorki; o dönemde hala Siyahiler belli sınırlar çerçevesinde özgürler ve beyazlar karşısında ikinci sınıf insan muamelesi görüyorlar. Ayrıca bu sahne meşhur “Rosa Park” olayını hatırlatması ile de önem kazanıyor.

Bir gün iş dönüşü bindiği otobüste beyazlara yer vermeye zorlanan Rosa Parks, yerinden kalkmamakta direnince tutuklanmış ve bu olay siyahiler arasında büyük bir kızgınlık yaratmıştır. Rosa Parks’ın tutuklanmasından sonra siyahiler otobüse binmeme boykotu başlatarak seslerini duyurmaya çalışmıştır.”27

Sonrasında, üniversiteye gittikten sonra, yaptıkları ilk antremanın ardından yine beyazlar tarafından aynı muamele ile karşılanıyorlar. Duşları kullanabilmek için, önce gelmiş oldukları halde, beyazları beklemek zorunda kalıyorlar. Bu açıkça ikinci sınıf muamelesi gördüklerini kanıtlar örnekler olarak bize sunuluyor.
Irkçılık açısından bir diğer önemli sahne ise; olimpiyat komitesinin binasının önünde Berlin Olimpiyatları’nı protesto eden kalabalık ve komite toplantısıdır. Aralarında yer yer Siyahiler’inde bulunduğu büyük bir kalabalık Berlin Olimpiyatları’nı ve Naziler’i protesto etmek için komite binasının önünde toplanmıştır. Pankartlarda; “Unite Against Germany (or Berlin Games)/Almanya’ya Karşı Birleşin (ya da Berlin Oyunlarına)”, “Hey Adolph! Leave Our Youth Alone/Hey Adolf! Gençliğimizi Rahat Bırak”, “Nazi Germany Is Stained With Blood/Nazi Almanyası Kanla Lekelendi”, “Anti-Jewish Olympics/Yahudi Karşıtı Olimpiyatlar” gibi sloganlar yer almaktadır. Naziler’in Yahudi ırkçılığına film ilk temasını bu pankartlar ile kurmuş olur.
Tamamı beyazlardan oluşan komite toplantısı ise bizi ilk defa net bir şekilde ırkçılık sorununun içine çekiyor. Olimpiyatlara katılım durumunun tartışıldığı toplantıda Naziler’in Çingeneler’i toplatması ve Yahudi evlerini yağmalatması sorunu gündeme getirilirken, Avery’nin önüne konulan kitapçığın üstünde Almanca “Yahudi Problemi” yazdığını görüyoruz. Toplantıda ayrıca olimpiyatlarda Naziler tarafından Siyahiler’inde istenmediği söylenirken Avery, boykot kararı vermek isteyen ve Nazi politikalarını eleştiren muhalif lidere, “Aklıma gelmişken, en son ne zaman bir Yahudi ya da zenciyle 18 delik oynadın?” diye bir soru yöneltiyor. Bu söylemden, Nazi politikalarını eleştiren bu beyaz Amerikalı elit kesimin aslında eleştirdikleri kişilerden fiziksel şiddete başvurmak dışında çok da farklı olmadıklarını görüyoruz.
Avery’nin Berlin ziyaretine bakacak olursak; olimpiyat stadının inşaatının gerçekleştiği sahnede muazzam bir yapı olan stad ile Nazi yönetiminin otoritesi ve gücü bağdaştırılmaya çalışılıyor. Devasa yapılar ile devlet otoritesi topluma nüfuz ettiriliyor. Bir sonraki gezide çizimleri sunulan ve Avery tarafından Washington’a yapılması istenen ve muazzamlığı ile Beyaz Saray’ı gölgede bırakabilecek olan Alman konsolosluğu da yine aynı devasalık ilkesinin bir ürünüdür ve adeta Nazi ideolojisinin Amerika’da yayılma arzusunun bir işaretidir.
Stad ziyaretinden sonra içinden geçilen bir caddede “Almanlar! Kendinizi Savunun!”, “Yahudiler’den Satın Almayın!” gibi duvar yazıları ve pankartlar ve binalara asılan Nazi bayrakları dikkat çekmektedir. Ayrıca, evleri yağmalanan ve kamyonlara doldurulan insanlar görülmektedir. Bu noktada ırkçılık fiziki şiddete bürünmüş olur. Filmin başından itibaren ABD’de Jesse ve diğer Siyahiler çeşitli yerlerde çok defa ırkçı söylemler ile karşılaştılar fakat bunlar her zaman söylem ile sınırlı kaldı. Ancak Almanya’ya geçtiğimizde ise söylemler fiziki eyleme dönüşmüş olarak karşımıza çıkar ve Nazi ırkçılığının vahşeti, Amerikan ırkçılığından daha korkunç bir hale gelir/getirilir.
Irkçılık sorununa bir küçük parantez açıp filmin diğer önemli karakterlerinden olan Joseph Goebbels ve Leni Riefenstahl’a bakmakta fayda var. Filmde Goebbels, propaganda bakanı kimliğinden çok olimpiyatların düzenleyicisi olarak karşımıza çıkıyor ancak elbette oyunlara bu kadar önem verilmesinin sebebi yine bu oyunların ırksal ideolojilerini ve devlet politikalarını yayacak bir propaganda aracı olarak görülmesi. Riefenstahl ise Hitler tarafından bizzat seçilmiş olan ve olimpiyat oyunlarını filme almakla görevlendirilen yetenekli bir yönetmen olarak sunuluyor ve film boyunca Nazi ideolojisi ve politikalarını benimsemekten çok sundukları imkanları iyi filmler yapmak için kullanan bir karakter çizgisinde ilerliyor. Naziler’in emrinde ama yinede asi ve özgür. Goebbels ve Riefenstahl’ın aralarında geçen bir diyalogta, Goebbels olimpiyatlar için, “...bunlar benim oyunlarım.” diyor. Riefenstahl ise, “Ama bu da benim filmim. Ben olmadan oyunların bir yılda unutulur.” şeklinde cevap veriyor. Bu diyalogdan elde edilebilecek ana düşünce sinemanın Nazi Almanyası’nın propaganda aracı olarak ne kadar etkili bir sanat olduğu gerçeğinin tekrar hatırlanması olacaktır.
Irılık sorununa tekrar döndüğümüzde; Jesse’nin resmi yarışlarda koşmaya başladığı 1935 yılı karşımıza çıkıyor. 25 Mayıs’ta ilk yarışına çıktığında beyazlardan oluşan bir kalabalık tarafından yuhalanan, hakarete uğrayan Jesse, 45 dakika içinde 3 rekor kırıp tüm yarışları kazanınca bir anda o beyaz topluluğun sevgilisi haline geliyor ve sonrasında katıldığı tüm yarışlarda adı haykırılan, sevilen bir insana dönüşüyor. Bu süreç gösteriyorki ırkların unutulduğu tek an başarının geldiği andır. Elbette bu durum başka bir ırkçılık örneğidir. Sadece başarılarınla ve başarılı olduğun sürece topluma kabul edilmek.
Bir sonraki önemli sahne ise Los Angeles’da gece kulübüne gittikleri sahnedir. Bu sahnede mekanda bulunan tüm insanlar Siyahi’dir ve bu şekilde bu mekanın sadece Siyahiler’e hizmet veren bir yer olduğunu anlarız. Bu aynı hizmeti farklı mekanda ya da aynı mekanda sınırlar dahilinde ya da farklı yollardan alma durumu film boyunca birçok defa karşımıza çıkar. Bu gece klübü sahnesinde, otobüste, Jesse’nin sevgilisi Ruth’un çalıştığı kuaförde (Kuaförün tüm çalışanları ve müşterileri beyaz olmayanlardan oluşuyordu) ve elbette filmin sonunda Jesse’nin onuruna lüks bir restorantta düzenlenen yemekte (Jesse ve Ruth yemeğe katılmak için ön kapı yerine arkadaki servis kapısını kullanmak zorunda kalır.) Tüm bu sahnelerde gördüğümüz ortak şey Siyahiler’in beyazlar karşısında ikinci sınıf insan muamelesi gördüğü ve toplum içinde ötekileştirildiğidir.
1936 Berlin Olimpiyatları, daha önce bahsettiğimiz benzer protestolar eşliğinde 23 Aralık 1935’te kabul edilir. Sonrasındaysa asıl çelişki, çatışma Jesse Owens için yeni başlar. “Siyahi İnsanları Geliştirmek İçin Ulusal Birlik” kuruluşu adına evlerine gelen bir temsilci Jesse’den kendi halkları adına oyunlara katılmamasını ister. Bu duruma sebep olarak ise kendi ülkelerinde yaşanan ırkçılığa rağmen Amerika’nın diğer ülkelerde yaşananlar hakkında ahkam kesmesini ve yaşanan tüm olayları aynı büyük nefretin parçaları olarak görmeleri olarak belirtir. Eğer Jesse oyunlara gitmezse hem Almanya’da ezilen halklara desteğini göstermiş olacak hemde bu Amerika’nın karşısında yer alan zenci cemaati sağlam bir darbe indirme şansını yakalamış olacaktır. Olimpiyatlara giden bu süreçte katılmama fikrini düşündüğü için Larry tarafından, denemelere katıldığı için de Siyahi basın ve topluluklar tarafından tepkiyle karşılanır Jesse. Jesse’nin asıl korkusu ise Berlin’e gidip başarısız olmaktır. Eğer başarısız olursa, Naziler’in uyguladıkları ırksal politikalarının haklılığını kanıtlamış olacaktır. Ancak sonuçta yinede o gemiye biner. Gemi sahnesinde yine Siyahiler’e uygulanan ikinci sınıf insan muamelesini görürüz. Tüm kafile birinci sınıf kamaralarda yolculuk yaparken Siyahi sporcular daha alt bölümlerde kalır.
Larry’nin ayakkabı fabrikası aradığı sırada şehirde kaybolduğu ve yanlışlıkla, kamyonlara, büyük olasılıkla Yahudi olan, kişilerin dolduruldu ana denk geldiği ve bunu görmesinin Alman askerleri tarafından engellendiği sahne ırkçılığın, bir kez daha söylemden fiziksel şiddete dönüştüğü anlardan birisidir. Film boyunca Naziler’in ırkçılığı hep fiziksel şiddet bağdaşırken ve ırkçılık sonunda şiddeti doğururken, Amerikan ırkçılığı her zaman sadece söylem düzeyinde kalıyor.
Irkçılığın net bir şekilde ortaya çıktığı bir diğer sahne ise 100 metre koşusundan sonradır. Hitler, Jesse Owens’ın galibiyetini tebrik etmeden stadı terk eder ve Goebbels, bu duruma sinirlenip hesap soran Avery’ye, “Sizce o, şununla el sıkışırken fotoğraf çektirmeye izin verir mi?” diye Almanca olarak cevap verir. Bu sahneden, aslında Naziler’in ırkçı tavırlarını çok net bir şekilde ortaya koyduklarını görürüz.
Amerikan Sineması’nın Alman halkı ile Naziler’i birbirinden ayıran ve onları Naziler’e karşı direnme gücünü içinde barındıran bireyler olarak tasvir etme tarzı bu filmde de kendini gösterir ve bunu uzun atlama yarışlarının yaşandığı sahneler ile yapar. Bu sahnede Alman Luz Long ve Jesse sportmen bir şekilde mücadele eder; Luz, Jesse’ye yardımcı olur ve ırk farkı gözetmeksizin birlikte samimi ve dostane pozlar verirler. Görüntüleri kayda alan kameraman Long’un kariyerini mahvettiğini söylediğinde, Riefenstahl, “Hayır...o benim filmimi yapıyor.” der. Buradan yine Riefenstahl’ın Nazi politikalarına uzak bir bakış açısı çizdiği söylenebilir. Film içerisinde yine Luz Long kullanılarak Nazi Almanyası ve ırksal politikalar içerden, bir Alman’ın ağzından eleştirilmiş oluyor. Long ve Owens’ın Long’un odasında yaptıkları sohbette, her iki ülkede de ırkçılık sorunları yaşandığı ama Almanya’da yaşanan sürecin karşısında ABD’nin kötünün iyisi konumuna getirildiğini görebiliyoruz.
Jesse’nin oyunlarda gösterdiği başarı ve kazandığı madalyalar sonucunda, ABD’li Yahudi sporcuların da olası bir başarısı ile Berlin Olimpiyatları’nın ırksal politikalara çok büyük zarar vereceği düşüncesiyle Naziler ABD’nin bu Yahudi sporcuları oyunlarda kullanmasını engelliyorlar ancak Yahudi atletlerin yerine yarışa katılan Jesse bir defa daha altın madalyayı kazanan isim oluyor.
Dikkat edilmesi gereken son sahne ise Riefenstahl’ın Jesse’nin altın madalya getiren atlayışını tekrar çekmesi. Bu sahnede Riefenstahl, “Burada bir tarih yazdın. Benim yapmak istediğim bunu görmemiş insanların yıllar sonra da görmesini sağlamak. Böylelikle yaptığın şeyi asla unutmayacaklar.” diyor Jesse’ye. Bu diyaloğun ardından film içinde birkaç kez tekrar edilen Riefenstahl’ın düşünce yapısı olarak Naziler’in politikalarını desteklemekten çok bu işi sanatsal bir çalışma olarak yürüttüğü fikri bir kez daha güç kazanıyor. Gerçek Riefenstahl belki bir Nazi’ydi ya da değildi ancak filmdeki karekterin Nazi düşüncelerinden çok sanatsal yönü ağır basan bir yönetmen olarak ele alındığı görülüyor.
Jesse Owens’ın 1936 Olimpiyatları’daki başarısının Beyaz Saray tarafından hiçbir zaman resmi olarak tanınmaması gerçeği, Siyahiler’in uğradığı ırkçılığın boyutlarını bir kez daha gözler önüne seren bir başka acı verici nokta olarak bu hikayeyi sonlandırmaktadır.

Sonuç


Bu çalışmanın amacı 2016 yapımı “Race” filmini ırkçılık sorunu çerçevesinde incelemektir. Film, hikayesinin geçtiği 1930’lu yıllarda iki farklı ülkede (ABD ve Nazi Almanyası) iki farklı topluluğun (Siyahiler ve Yahudiler) yüzleştiği ırkçılık sorununa değiniyor.
Bu çalışma filmin daha iyi okunup anlaşılması adına filmin incelenmesinden önce bazı önemli noktaların aydınlatılmasını hedeflemiştir. Bu amaçla öncelikle ırk ve ırkçılık kavramlarının açıklanması yoluna başvurmuştur. Irk kavramının ele alındığı bu ilk bölümde görülmüştürki ırk kavramı daha önceki dönemlerde birçok medeniyette kendine yer bulsa bile asıl gücünü coğrafi keşifler sonrasında, Batılı devletlerin işgal ettikleri yerlerdeki sömürgeci faliyetlerini meşrulaştırma çalışmalarıyla kazanmıştır. Batılı güçler, ortaya attıkları ırk kavramı ile kendilerini üstün, sömürge topraklarını ise geri olarak tanımlamış ve bu geri toplumlara medeniyet götürdüklerini savunmuşlardır. Zaman içerisindeyse bu ırk kavramı ve bazı ırkları diğerlerinden üstün görme tutumu ırkçılığı doğurmuştur. Irkçılık ile birlikte bazı topluluklar ve milletler ten renkleri, kültürleri ve inanışları gibi çeşitli nedenlerden dolayı aşağılanmaya ve ötekileştirilmeye maruz kalmıştır. Irkçılığın en uç örneklerinden birini ise Almanlar’ı üstün ırk olarak gören ve bu sebeple onlara yaşam alanı açmak için Yahudiler’i katletme yoluna giderek soykırım yapan Naziler göstermiştir.
Irkçılık kavram ve gelişim süreci olarak açıklanmaya çalışıldıktan sonraysa bu durumun ABD ve Nazi Almanyası’nda yaşanış şekline değinilmiştir.
ABD’ye coğrafi keşiflerin ardından Afrika’dan gemiler ile getirilen bu halk uzun yıllar boyunca insani haklardan mahrum bir şekilde köle olarak çalışmaya ve yaşamaya mahkum edilmiştir. Amerikan İç Savaşı’na kadar geçen süre boyunca nesiller boyu köle olan bu millet, savaşı Kuzey’in kazanması ve köleliğin resmi olarak kaldırılması ile birlikte özgürlüğünü kanun önünde kazanmış olur. Ancak bu dönemden sonra ise toplum önünde özgürlüğün ve eşitliğin kazanılması mücadelesi başlar. Her ne kadar artık köle olmasalar bile önce ekonomik koşullarının kötülüğü sebebiyle dışlanan, toplum dışı kalan Siyahiler, ekonomik iyileşmeler gösterdikleri dönemlerde ise ten renkleri üzerinden ırkçı bir saldırı ve söylemle yüzleşip ikinci sınıf insan konumuna indirildiler. Uzun yıllar bu ırkçılığın üstesinden gelip toplum önünde eşitlik kazanmak için mücadele veren Siyahilar, 2008 yılında Obama’nın ilk Siyahi başkan seçilmesiyle birlikte önemli bir zafer kazandılar. Bu dönemden sonra Siyahiler’in yaşadıkları süreçler kendine Hollywood’da da daha sık yer bulmaya başladı ve Siyahiler’in geçmişine ışık tutan “Race” gibi filmlerin sayısı hızla artmaya başladı.
Nazi Almanyası’nda Yahudiler’in durumuna baktığımızda ise; sonu soykırım ve 6 milyon insanın ölümü ile biten bir süreç görürüz. Naziler’in üstün ırk politikalarının kurbanı olan Yahudiler’in yaşadıklarına baktığımızda olayların temelinde birçok neden olduğunu ve bu nedenlerin birleşiminden ortaya çıkan tüm öfkenin Yahudiler’e döndüğünü görürüz. En temel neden ise ekonomiktir. Almanya I.Dünya Savaşı’ndan mağlup olarak ayrılıp savaşın oluşturduğu yük ekonomiyi çökme noktasına getirdiği ve halkın büyük çoğunluğu yoksullukla yüzleşmek zorunda kaldığı için büyük bir öfke oluşmuştur. Böyle bir ortamda geçmişten gelen bir kültürle ticaret hayatında çok aktif, Alman ekonomisinde çok önemli bir güç olan ve zenginliği elinde bulunduran Yahudi toplumu öfkenin hedefine konulmuştur. Ekonomik nedenlere eklenen Yahudiler’in Hristiyanlık’ı kabul etmemeleri gibi dini nedenler ve Yahudiler’in aç gözlü, dolandırıcı kimseler olduklarına dair ön yargılar öfkenin miktarını daha da arttırmıştır. Bu öfke dönemin bilim insanları, düşünürleri ve yazarları tarafından da yönlendirilmiştir. Tüm bunların sonucunda iktidara gelen Hitler ve Naziler ise tüm bu nefreti şiddete dönüştürmüş ve soykırım gerçekleştirmiştir.
Bu çalışmada değinilen bir diğer önemli nokta ise Amerikan Sineması’nın Nazi karşıtlığıdır. Amerikan Sineması, özellikle II.Dünya Savaşı boyunca Nazi karşıtı propaganda filmleri yapmıştır. Küçük ve orta büyüklükteki şehirlerde geçen hikayelerde, Alman halkı ve Naziler birbirinden ayrı tutulur, Almanlar’ın Naziler’e karşı direnme gücü ve isteği olduğuna vurgu yapılır ve Naziler Alman aile yapısı ve toplumunu çökertmekle suçlanır. Bu dönem boyunca propaganda amaçlı olarak üretilen savaş filmleri, savaş bittikten sonra günümüze kadar gelen süreçte de varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Buradaki temel amaç zaten yok olmuş olan bir ideolojiyi tekrar ve tekrar kötülemek değil; Amerikan ideolojisini ve kültürünü yüceltirken ABD’yi dünyanın kurtarıcısı ve barışın koruyucusu olarak konumlandırmaktır. Bu amaca uygun olarak yakın dönemde Okuyucu (The Reader)”, “Soysuzlar Çetesi (Inglourious Basterds)”, “Çizgili Pijamalı Çocuk (The Boy in the Striped Pyjamas)”, “Şeytanın Aritmetiği (The Devil’s Arithmetic)”, “Piyanist (The Pianist)”, “Schindler’in Listesi (Schindler’s List), “Race”, “Fury”, “Kaptan Amerika İlk Yenilmez (Captain America The First Avenger)”, “En Karanlık Saat (Darkest Hour)”, “Dunkirk”, “Er Ryan’ı Kurtarmak (Saving Private Ryan)” gibi filmlerin hala üretildiğini ve II.Dünya Savaşı ve Yahudi Soykırımı’nı konu aldığını görüyoruz.
Amerikan ve Nazi ırkçılığı ile ilgili açıklamalar yapıldıktan ve Amerikan Sineması’nın Nazi karşıtı tutumundan bahsedildikten sonra ise kısaca 1930’lu yıllarda dünyanın siyasi durumuna değinilmiştir. Bu dönemde dünya bir yandan önceki büyük savaşın ve 1929 Ekonomik Buhranı’nın etkilerinden kurtulmaya çalışmakta, diğer yandan ise adım adım yeni bir savaşa doğru gitmektedir. İngiltere ve Fransa gibi bazı Avrupa devletleri hala ekonomilerini sömürgecilik üzerinden ilerletmekte, Asya ve Afrika kıtasının büyük çoğunluğunu kontrolleri altında tutmaktadır. Amerika savaştan dünyanın yeni süper gücü olarak çıkmış ve İngiltere’nin koltuğunu devralmıştır. Diğer tarafta ise Sovyetler ve komünizm, kapitalist Batı için bir tehtid oluşturmaktadır. Avrupa’da birçok devlet totoliter rejimlerle yönetilmektedir. Bu dönemde savaşın ayak seslerini en fazla duyuranlar ise totoliter yönetimler altında ırkçı ve yayılmacı politikalar benimseyen Almanya, İtalya ve Japonya’dır.
Dönemle ilgili tüm gerekli bilgiler aktarıldıktan sonra ise Race filminin ırkçılık sorunu çerçevesinde incelenmesine geçilmiştir. İlk önce filmin konusu baştan sona ana hatlarıyla anlatılmıştır. Konu anlatıldıktan sonra tek tek sahneler üzerinden ırkçılık göstergeleri üzerine yoğunlaşılmıştır. Filmi üzerine yapılan incelemenin ardından çıkarılan sonuç şudur: “Race” ön planda Jesse Owens’ın olimpiyat başarısını anlatan spor ve biyografi türünde bir filmdir. Arka planda ise asıl işlediği konu ırkçılıktır.
Film ırkçılığa iki farklı ülke ve iki farklı topluluğun maruz kaldığı durumlar üzerinden yaklaşır. Bir yanda Amerikan toplumunun Siyahiler’e karşı tutumu, diğer yanda ise Naziler ve Yahudiler’e karşı uyguladıkları ırkçı politikalar.
Race, Amerikan tarihinde Siyahiler’in yaşadığı zorluklara değiniyor oluşu, yaşadıklarını göstermesi ile 2008 sonrası üretilen ve Siyahiler’in tarihine yoğunlaşan birçok filmden sadece birisidir. “Lincoln, 2015”, “Black Panther, 2018”, “Django: Unchained, 2012”, “Hateful Eight, 2015”, “Subirbicon, 2017” ve “Concussion, 2015” gibi filmlerde merkezine Siyahi karakterleri alan ve bir şekilde yaşanan bu ırkçılık sorununa örnek olarak verilebilecek son dönemin diğer filmlerinde birkaç tanesidir.
Race, ilk başta Amerikan toplumunun Siyahiler’e göstermiş olduğu ırkçı tutumu ve onları ikinci sınıf insan konumuna indirmesini göstererek adeta geçmişle bir hesaplaşma, bir af dileme ve yaşananları kabul etme süreci başlatıyor. Ancak Amerikan toplumunun tüm ırkçılığına rağmen, yapılan ırkçılık her zaman sadece söylem düzeyinde kalıyor. Bu belki, sadece tek taraftan ele alınarak bakılan bir durum olsa o kadar büyük bir problem oluşturmaz. Ancak tam bu noktada devreye Naziler giriyor.
Filmde Siyahiler’den sonra ırkçılığa uğrayan bir başka topluluk daha gösteriliyor; Yahudiler! Yahudiler’in uğradığı ırkçılığın devreye girmesiyle birlikte ilk defa fiziki şiddetle sonuçlanan bir ırkçılık ile karşılaşıyoruz. Amerikan ırkçılığı her zaman söylem düzeyinde kalırken Naziler ırkçılığı fiziki şiddete, evlerin yağmalanmasına, insanların kamyonlara doldurulup yuvalarından koparılmasına götürüyor. Dolaysıyla ırkçılığın seviyesini daha yukarılara çıkarıyor.
Her ne kadar Yahudi Soykırımı ve Nazi ırkçılığı dünya tarihi açısından çok önemli ve elbette ağır konular olsa bile bu film özelinde sadece bir araç haline getirilmiştir. Asıl önemli olan konu Siyahiler’in uğradığı ırkçılıktır. Film izleyen herkese şunu söyler: Tamam Amerika Siyahiler’e ırkçılık yapmıştır, onları toplumun dışına itmiştir ancak Naziler, Yahudiler’e daha kötüsünü yapmıştır. Amerikan ırkçılığı söylemden öteye gitmezken, Naziler ırkçılığı fiziksel müdahaleye, şiddete ve etnik temizliğe/soykırıma kadar götürmüştür. Böylelikle yaşananlar kabul edilmekle birlikte amaç Siyahi toplumundan af dilemek değil, daha çok yaşananların üstünü örtmek ve geçmiş acıları olduğundan daha hafif bir şekle sokarak zihinlerde böyle yer etmesini sağlamaktır.
Filmin Siyahi ve başarılı bir sporcu olan Jesse Owens’ın hayat hikayesini merkezine alması da bu politikanın amacını yansıtan bir diğer noktadır. Jesse Owens ezilmekte, dışlanmakta ve ikinci sınıf muamele görmektedir ancak ülkesi ona özgürlükler de vermektedir. Owens, Amerikan bayrağı altında ülkesini temsil etme hakkına sahiptir. Bu hakkı kullanır ve muazzam başarılar kazanır. Böylelikle gösterilen şudur; her ne kadar toplumda hala ırkçılık yaşansa bile Siyahiler özgürdür ve başarılı olma, bir şeyler elde etme şansına sahiptir. Oysa aynı dönemde Almanya’da ırkçılığa uğrayan bir diğer topluluk olan Yahudiler’in hiçbir şansı yoktur. Ellerinden tüm imkanlar alınmıştır. Hiçbir şey başarmalarına izin verilmez, özgür değillerdir artık. Bu şekilde Siyahiler daha iyi koşullar altında bulunmuş bir konuma gelirken; Nazi Almanyası ve ırkçı politikaları yerilerek Amerika ve Amerikan toplumu yüceltilmektedir.
Sonuç olarak verilen tüm bilgilerin ışığında genel bir değerlendirme yapılacak olursa; “Race” merkezine ırkçılığı alan, ırkçılığı iki farklı topluluk üzerinden anlatan bir filmdir. Önce Siyahiler’in Amerikan toplumunda karşılaştığı ırkçılığı yansıtarak geçmişini kabullenir ve bir şekilde af dilediği izlenimini uyandırır. Daha sonra ise Naziler’i ve Yahudiler’e uyguladıkları ırkçılığı gösterir. Irkçılığın nasıl söylemden öte fiziki bir şiddete dönüştüğünü yansıtır. Bu şekilde ise Amerikan ırkçılığını kötünün iyisi konumuna getirir. Amerika’da yaşananlar kötüdür ancak daha kötüsü vardır. Daha kötüsü her zaman vardır.

Kaynakça


  • SAYIN Eylem-CANDAN Hakan, Küresel Irkçılığın Yükselişi, Ardahan Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 2016
  • MIZRAK Baransel, Amerika’da Ayrımcı Politikalar ve Siyahi Mücadele Tarihi, İNSAMER
  • KARADAĞ Cafer Tayyar, Alman Federalizminin Tarihsel Süreçteki Gelişimi, CBÜ Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 13, Sayı 2, Haziran 2015
  • ERTAN Serkan, Almanya’da Irkçılık ve Antisemitizm, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü AB ve Uluslararası Ekonomik İlişkiler Anabilim Dalı, Ankara-2012
  • FERRO Marc, Sinema ve Tarih, Ayrıntı Yayınları, Haziran 2017, İstanbul
  • Gençler İçin Çağdaş Tarih, Epsilon Yayınları, Eylül 2004, İstanbul

1SAYIN Eylem-CANDAN Hakan, Küresel Irkçılığın Yükselişi, Ardahan Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 2016, s.36
2SAYIN Eylem-CANDAN Hakan, a.g.e, s.38
3SAYIN Eylem-CANDAN Hakan, a.g.e, s.37
4SAYIN Eylem-CANDAN Hakan, a.g.e, s.39
5MIZRAK Baransel, Amerika’da Ayrımcı Politikalar ve Siyahi Mücadele Tarihi, İNSAMER, s.1-2
6MIZRAK Baransel, a.g.e, s.2
7MIZRAK Baransel, a.g.e, s.2
8MIZRAK Baransel, a.g.e, s.20
9KARADAĞ Cafer Tayyar, Alman Federalizminin Tarihsel Süreçteki Gelişimi, CBÜ Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 13, Sayı 2, Haziran 2015, s.129
10ERTAN Serkan, Almanya’da Irkçılık ve Antisemitizm, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü AB ve Uluslararası Ekonomik İlişkiler Anabilim Dalı, Ankara-2012, s.47-48
11ERTAN Serkan, a.g.e, s.48-49
12ERTAN Serkan, a.g.e, s.49
13ERTAN Serkan, a.g.e, s.52
14ERTAN Serkan, a.g.e, s.55
15ERTAN Serkan, a.g.e, s.56
16ERTAN Serkan, a.g.e, s.58
19ERTAN Serkan, a.g.e, s.58-59
20ERTAN Serkan, a.g.e, s.60-61
21FERRO Marc, Sinema ve Tarih, Ayrıntı Yayınları, Haziran 2017, İstanbul, s.113
22FERRO Marc, a.g.e, s.162
23FERRO Marc, a.g.e, s.165
24FERRO Marc, a.g.e, s.102
25Gençler İçin Çağdaş Tarih, Epsilon Yayınları, Eylül 2004, İstanbul, s.18
26Gençler İçin Çağdaş Tarih, Epsilon Yayınları, Eylül 2004, İstanbul, s.18
27MIZRAK Baransel, a.g.e, s.14

Yorumlar