Giriş
Bu
çalışmanın amacı “Race” filmi üzerinden ırkçlık
konusunun incelenmesi, özellikle film hikayesinin geçtiği 1930’lu
yıllarda ve genel olarak geçmişten günümüze ırkçılığın ne
olduğu, filmde nasıl yansıtıldığı, kimlere karşı ırkçılık
yapıldığı, bir Hollywood yapımı olarak “Race” filminin bu
konuya nasıl ele aldığı gibi soruların cevap bulmasını
sağlamaktır.
Bu
soruların cevaplanması için öncelikle bir yol planı
hazırlanmalıdır ve gidilecek yol, varılacak sonuç bu plan
dahilinde ilerlemelidir.
Öncelikle,
ilk olarak cevaplanması gereken soru, “Irkçılık Nedir?”
sorusu olmalıdır. Irkçılığın ne olduğu açıklandınktan,
aydınlığa kavuşturulduktan sonra çalışma için ilerlemek daha
kolay olacaktır. Dünya tarihi için oldukça hassas olan bu konunun
en iyi şekilde açıklığa kavuşturulabilmesi için çeşitli
akademik makalelerden, kitaplardan ve farklı kaynaklardan
yararlanılacaktır. Açıklamanın akademik kaynaklara
dayandırılarak yapılması ise çalışmanın daha sağlıklı ve
güven veren bir temele oturmasını sağlayacaktır.
Irkçılık
kavramının açıklaması yapıldıktan sonra ise bir sonraki adımda
filmle alakalı olarak ABD’de ve Nazi Almanyası’nda ırkçılığın
gerçekleşme şekli ve yöneldiği kesimler hakkında bilgi
verilecektir. Filmin odak noktasını oluşturan iki kesim, ABD’de
Siyahiler ve Nazi Almanyası’nda Yahudiler, hakkında ve
yaşadıkları, karşılaştıkları ırkçılık hakkında yine
akademik kaynaklar temel alınarak bilgi verilecektir.
Daha
sonra ise 1930’lu yıllar dünyası hakkında bazı temel bilgiler
verilecektir. II.Dünya Savaşı öncesi dönem olan ve savaşın
ayak seslerinin duyulmaya başladığı bu gerilimli yıllarda
dünyanın içinde bulunduğu siyasi durum yansıtılmaya
çalışılacaktır. I.Dünya Savaşı’nın galipleri ve mağlupları
arasındaki gerilim. Bir yanda ABD ve kapitalizm, diğer yanda
Sovyetler Birliği ve sosyalizm. Avrupa’da güç kazanmaya başlayan
faşizm ve diktatör yöneticiler. Bu konular hakkında yeterli
bilgiler tarihi kaynaklar eşliğinde çalışmaya eklenecektir.
Irkçılık,
1930’lu yıllar, ABD ve Nazi Almanyası hakkında gerekli bilgiler
verildikten ve film için ihtiyaç duyulan temeller sağlandıktan
sonra ise geçilecek bir sonraki adım film konusunun özetlenerek
çalışmaya eklenmesi olacaktır. Bu bölümde filmin hikayesi
kısaca anlatılacaktır.
Hikayenin
özeti sunulduktan sonra film daha ayrıntılı bir şekilde
incelenecektir ve ırkçılık ile alakalı çeşitli göstergeler
bulunup değerlendirilecektir. Bu değerlendirme hem çeşitli
semboller üzerinden yapılacak hemde film içerisindeki birçok
sahnenin incelenmesi şeklinde ilerleyecektir.
Film
içine yerleştirilen göstergelerin incelenmesi tamamlandıktan
sonra filmde adı geçen iki ülkenin, yani ABD ve Nazi Almanyası’nın
yine film özelinde ırkçılık ile olan ilişkilerini, ırkçılık
tutumlarını değerlendireceğiz. Her iki ülkede de ırkçılığa
maruz kalan kesimlerin durumlarının nasıl yansıtıldığını
inceleyeceğiz.
Daha
sonra ise bir Hollywood ürünü olarak “Race” filminin amacının
ne olduğu, neye hizmet ettiği konusunda bir fikir yürüterek
çalışmayı bir sonuca bağlayacağız.
Sonuç
kısmı çalışmanın başından sonuna kadar verilen bilgiler
eşliğinde “Race” filmi için bizim açımızdan verilmiş bir
hüküm niteliği taşıyacak. Film hakkında genel bir değerlendirme
ile çalışma bu bölümde son bulacak.
1) Irkçılık Nedir?
Irkçılığın
ne olduğunu iyi anlayabilmek için öncelikle ırk kavramının
doğru bir şekilde anlaşılması gerekmektedir.
“Irk
kavramı; toplum tarafından yaratılan, insanlar arasında geçmişten
günümüze devam eden eşitsizlik ve ayrımcılığı destekleyen,
ikili ilişkilerde objektifliğin yitirilmesine neden
olabilecek kadar güçlü ve kadim bir kavramdır. Bu kavrama dayalı
olarak oluşturulan
genellikle kriz ve çatışma dönemlerinde yükselişe
geçen/geçirilen, hatta propaganda aracı olarak kullanılabilen
ırkçılık kavramı ise; en basit ifadeyle; birtakım yetenek ve
özellikler bakımından diğerlerine göre üstün olduğuna
inanılan ırk veya grupları yücelten bir inanç eğilimidir
(http://www.globalissues.org, 2016)”1
“Eşitsiz
bir ayrımcılık ilişkisi yaratan ırk kavramı konusunda bilimsel
anlamda oluşmuş bir fikir birliği söz konusu değildir. Oldukça
tartışmalı olan bu kavrama ilişkin bilinen
bilimsel tartışmalar ilk kez 18.yüzyıl sonları ile 19.yüzyıl
başları arasında
ortaya çıkmıştır. Bunun temel nedeni Avrupalı egemen ülkelerin
kolonileşmelerine haklı
bir gerekçe oluşturmak istemeleriydi. Bu meyanda Kont Joseph Arthur
de Gobineau
modern ırkçılığın babası olarak tarif edilir. Günümüzde bir
takım yazarlar 4-5, birtakım yazarlar üç düzine kadar temel ırk
olduğunu öne sürerken; Kont Joseph Arthur de Gobineau
Beyaz(Caucasian), Siyah(Negroid) ve Sarı(Mongoloid) şeklinde 3
temel ırk olduğunu savunmuştur. Gobineau; beyaz ırkın üstün
zeka, ahlak, irade ve diğer tüm olumlu kalıtsal özelliklere sahip
olduğu için batı etkisinin tüm Dünya’ya yayıldığını iddia
etmiştir. Onun fikirleri daha sonra Almanya’da Nazi, Amerika’da
Ku-Klux Klan ve Güney Afrika’da Apartheidin hareketlerinde devam
etmiştir (Giddens, 2008,
s.533,)”2
Yukarıda
elde edilen bilgiler eşliğinde bakıldığında; ırk kavramı
fiziksel ve kültürel özellikleri bakımından farklılık
gösteren, diğerlerinden ayrılan insan topluluklarını ifade etmek
için kullanılmaktadır. Bu kavrama göre iki insanın derilerinin
renginin farklı olması ya da kültürel, dinsel inanışlarının
farklı olması onları farklı ırkların temsilcileri haline
getirmektedir. Ancak yine elde edilen bilgiler ile görülmektedirki;
ırk kavramı Batı kökenli bir kavramdır ve ortaya çıkışındaki
temel motivasyon Batılı Emperyalist devletlerin istila ettikleri
sömürge topraklarındaki kolonileşme hareketlerine dünya
kamuoyunda bir
haklılık algısı oluşturmaktır. “Böl, parçala, yönet”
anlayışıyla oluşturulmuş olan ırk kavramı, sömürgecilikten
doğmuş olan ve onun evladı sayılabilecek bir kavramdır ve
insanları sınıflandırarak topluluklar arasında gerilim
yaratmaktadır. Peki ya ırkçılık nedir?
“Genel
olarak ırkçılığın tam olarak ne zaman ortaya çıktığı
netlik taşımasa da orijin konusunda 2 tür görüş söz
konusudur.İlk görüşe göre Antik çağlardaki Yunan-Barbar
ayrımında
veya Hindistan kast sisteminde olduğu gibi tarihin her aşamasında
ırkçı
yaklaşımlar var olmuştur. İkinci görüşe göre ise; ırkçılık
kapitalizmin meydana getirdiği baskıcı bir sömürge
ideolojisidir. 16.yüzyılda sömürgeci bir ekonomi ihdas
edildiğinde; “uygar” sömürgeciler uygarlık bakımından aşağı
gördükleri toprakların insanlarına sözde “insanlık”,
“ahlak” ve “medeniyet” götürerek işgallerini
meşrulaştırıyorlardı. Bu
kendilerince işgale ve sonrasındaki kadim toplulukları
köleleştirmeye zemin oluşturuyordu (Özbek, 2012, s.119-120)”3
“Irkçı,
sadece ırka bağlı olarak bazı ırkların üstünlüğüne, bazı
ırkların ise aşağı olduğuna inanan
kişidir. Irkçılık ise; bir toplumun yapı ve işleyişine nüfuz
etmiş, açıkça ifade
edilmiş veya edilmemiş, birey veya grupların ırka dayalı inanç
ve tutumlarıdır (Giddens, 2008, s. 540).4
Yani
ırkçılık, belli
özelliklere sahip bazı insan topluluklarının sahip oldukları bu
özellikler diğer topluluklarda olmadığı için kendilerini
onlardan üstün görmeleridir. Bu tutuma sahip olan kişiler de
“ırkçı” olarak adlandırılır.
Sonuç
olarak, “ırkçılık nedir?” sorusunu sorduğumuz zaman; ilk
olarak Batılı güçlerin sömürgeci politikalarını
meşrulaştırmak amacıyla ortaya çıkardıkları bir kavram olan
“ırk” ile karşılaşırız. Irk ve ırkçılık örneklerine
tarihte daha öncede rastlanmakla birlikte kavram olarak asıl gücünü
sömürgecilik faliyetlerinin ardından kazandığını görürüz.
Sömürgeciliğin ardından güç kazanan ırk kavramı zamanla
dünyayı kutuplaştırdı. Ardından bazı ırkların diğerlerinden
daha üstün olduğu ve kontrolün onlarda olması gerektiği gibi
düşünceler toplumda filizlendi ve bu düşünceler “ırkçılık”
denen kavramı ortaya çıkardı. Zincirleme şekilde ilerleyen bu
sürecin en vahim sonuçlarından biri ise II.Dünya Savaşı
sırasında Nazi Almanyası’nda yaşandı. Irkçılığın sonraki
aşaması olan “soykırım”. Sömürgecilik
ile birlikte doğan “ırk” kavramı zamanla “ırkçılık”
kavramının oluşmasına temel hazırladı. Irkçılık ise temel
oluşturduğu düşünce yapısı ile Naziler’in kendilerinin üstün
ırk olduğu düşüncesiyle soykırım yaparak Yahudiler’i
katletmesine zemin hazırladı.
2) ABD’de ve Nazi Almanyası’nda Irkçılık
Bu
bölümde
özellikle II.Dünya Savaşı öncesi dönemde ABD ve Nazi
Almanyası’nda ırkçılığa maruz kalan iki topluma; Siyahiler ve
Yahudiler’e yoğunlaşacağız.
Ülke
içindeki durumlarına ve karşılaştıkları ırkçılığın
sebeplerine ışık tutmaya çalışacağız. Bir
tarafta
ten rengi üzerinden ırkçılığa maruz bırakılan Siyahiler,
diğer tarafta ise kültürel farklılıkları sebebiyle aynı acıyı
yaşayan Yahudiler.
2-a) ABD’de Siyahiler’in Durumu
ABD’de
Siyahiler’in tarihi coğrafi keşifler dönemi ile başlar. Yeni
Dünya keşfedilir. Avrupa’dan insanlar bu yeni kıtanın
zenginliğinden pay alabilmek için
akın
akın Amerika’ya göç eder ve yanlarında da köle olarak Afrikalı
Siyahiler’i götürürler. Siyahiler, ABD’de çok uzun yıllar
boyunca köle olarak varlıklarını sürdürürler ve
insanlık dışı koşullarda yaşam mücadelesi verirler. Bu uzun
süreçteki ilk umut ışığı Amerikan İç Savaşı’nın
bitimiyle 1865’ten
sonra oluşur.
Savaşı kazanan Kuzey’in oluşturduğu yeni anayasa ile birlikte
ABD’de kölelik kaldırılır.
Kölelik
yasa karşısında kaldırılır
ancak bu gelişme Siyahi vatandaşların sorunlarına kesin bir çözüm
getirmez.
“Örneğin,
belli hakları kazandıktan ve kölelik kaldırıldıktan sonra bile,
siyahilere beyazlarla aynı bölgelerde değil kendilerine ayrılan
bölgelerde yaşama koşulu getirilmiştir. Sağlık, eğitim, iş ve
toplu taşıma araçlarının kullanımı konusunda bile ayrımcılığa
uğrayan siyahi Amerikalılar, genellikle ya hiç hizmet alamamış
ya da çok kötü koşullarda en kalitesiz hizmetleri almışlardır.”5
“Örneğin
kölelik yasal olarak kaldırılmış olsa
bile siyahiler ekonomik özgürlükleri olmadığı
için yine köle gibi çalışmak zorunda kalmıştır. Ekonomik
özgürlüklerin bir nebze olsun kazanılmasından
sonra, bu sefer de halk nezdinde
aşağılama eğilimi devam ettiğinden, siyahiler toplumda
sosyokültürel, ekonomik ve siyasi alanda yine ikinci sınıf insan
muamelesi görmekten kurtulamamışlardır. Amerika’daki
siyahilerin daha insancıl bir yaşama kavuşmaları kademe kademe
çok yavaş olmuş ve siyahi bir başkanın seçilmesini sağlayan
uzun ve zorlu bir mücadele sürdürülmüştür.”6
Yukarıdaki
örneklerden de anlaşılacağı gibi her ne kadar Amerikan İç
Savaşı sonrası kölelik kaldırılmış bile olsa Siyahiler’in
yaşadıkları zorluklar bir anda çözüme kavuşmamış. Fiili
olarak kölelikleri bir süre daha devam etmiş. Ekonomik ve siyasi
olarak güç kazanmaya başladıkları dönemlerde de bu defa
Amerikan toplumu tarafından ikinci sınıf insan konumuna
indirilmişler. Görüldüğü
gibi Amerika’da Siyahiler’in Barak
Obama’ya uzanan süreci çok zorlu ve acılı yoldan geçmiştir.
Bu süreçte birçok isim Siyahiler’in özgürlük mücadelesinde
rol almıştır.
“Lincoln’ün
köleliğin kaldırılması yönündeki girişimleri ve sonrasındaki
yasa değişiklikleri, Harvard’da doktorasını alan ilk siyahi
olan Willam E. B. Dubois’in söylemleri, Rodney King’in maruz
kaldığı polis şiddetinin siyahiler arasında yol açtığı
infial ve ardından yapılan düzenlemeler, Rosa Parks’ın halk
otobüsünde uğradığı ırkçı tutum karşısındaki direnişi ve
“I have a dream!” söylemiyle hafızalara kazınan Martin Luther
King’in efsanevi mücadeleleri ilk akla gelen örneklerdir.”7
Başta
Martin Luther King ve Abraham Lincoln olmak üzere birçok önemli
isim Siyahi özgürlük mücadelesine katkı sağlamıştır ve
Siyahiler, Afrika’dan Amerika’ya köle olarak geldikleri ilk
andan günümüze kadar eşitlik ve özgürlük yolunda çok
önemli bir aşama kaydetmiştir. Ancak maalesef Amerikan toplumunun
Siyahiler’e karşı takındığı ırkçı tutum şu an bile tam
olarak ortadan kalkmış değildir.
Filmin
geçtiği 1930 yıllar özelinde duruma baktığımızda ise;
karşımıza Siyahi gençlerin üniversiteye girme mücadelesi
özellikle dikkat çeker. Anayasal olarak bu hakka kavuştukları
halde bazı üniversiteler Siyahi öğrencilerin başvurularını
kabul etmez. Örnek olarak, Donald G. Murray adındaki
Siyahi genç,
hukuk öğrenimi için başvuruda bulunduğu ancak başvurusunu kabul
etmeyen Maryland Üniversitesi’ni 18 Nisan 1935’te dava eder ve
davayı kazanır. Böylelikle
dava sonucunda Maryland Üniversitesi’nin Siyahi öğrencileri
kabul etmesi kararı çıkar. Bu
ve benzeri birçok direniş örneği kendine Amerikan tarihinde sıkça
yer bulur.
“ABD’de
yaşanan iç savaş ve sonrasında köleliğin kaldırılması,
siyahilerin sorunlarını tam olarak çözememiş ve insanlar
sosyoekonomik, hukuki ve siyasi alanda birçok ayrımcılığa
uğramaya devam etmiştir. Bu sıkıntıların sonlanması zorlu bir
süreci ve uzun süren mücadeleleri gerektirmiştir. Siyahilerle
ilgili hukuksal alanda 14 ve 15’inci anayasal düzenlemeler gibi
birçok iyileştirici adım atılmıştır. Bu yasal düzenlemelerin
hemen hepsi siyahilerin maruz kaldığı ayrımcılık
sürecinde
verdikleri mücadeleler sonucu olmuş,
hak ve hürriyetlerin kazanılması uzun zaman almıştır. Örneğin,
ilk siyahi üniversite öğrencisi James Meredith’in üniversiteye
girmek için ortaya koyduğu çabalardan tutun da otobüste uğradığı
ırkçılık karşısında kararlı davranarak direnen Rosa Parks’ın
yaşamış olduğu olaya kadar, siyahiler hak ve hürriyetlerini
kazanabilmek için
son derece meşakkatli zamanlardan geçmiştir.
Tabii bu sürecin en dramatik boyutu da verilen hak mücadelesi
sırasında hayatını kaybeden,
cinayetlere kurban gidenlerdir. Bunlardan
biri olan Nobel ödüllü insan hakları savunucusu Martin Luther
King’in siyahilerin davasına yapmış olduğu katkılar,
siyahilerin durumunu
düzeltmede katalizör işlevi görmüş ve birçok yasa tasarısı o
dönemde çıkmıştır.... ABD tarihinde ilk siyahi başkan adayı
olan Barak Obama’nın Amerikan Başkanlık seçimlerini kazanması,
ülkede büyük heyecana sebep olmuş
ve ayrımcılık politikalarına karşı elde edilen büyük bir
başarı olarak gösterilmiştir.”8
Tüm
bu olumluya giden sürece karşın günümüzde Amerikan polisinin
net bir şekilde hala Siyahi gençlere şiddet uyguladığı, Siyahi
vatandaşların işsizlik sorunuyla en fazla yüzleşmek zorunda
kalan Amerikan kesimi olduğu bir Amerika ile karşı karşıyayız.
Ancak görülüyorki Obama’dan sonra belirgin bir şekilde
Siyahiler ve karşılaştıkları ırkçılık konusu net bir şekilde
gündeme geliyor ve geçmiş ile barışma, olayları kabullenme
sürecine girilmiş yahut giriliyor. Bunun
en belirgin örneğini ise bize Hollywood veriyor. Obama sonrası
dönemde yapılan birçok film ırkçılık ve Siyahiler durumuna
dokunuyor. Bu filmlere “Lincoln, 2015”, “Race, 2016”, “Black
Panther, 2018”, “Django: Unchained, 2012”, “Hateful Eight,
2015”, “Subirbicon,
2017”
gibi filmler ve çok daha fazlası örnek olarak verilebilir.
Ancak
burada şu soru aklımıza geliyor; bu gerçekten geçmişle
hesaplaşıp bir özür dileme süreci mi, yoksa sadece geçmişi
normalleştirme ve yaşananların olduğundan daha az acılı olduğu
algısını yaratma çalışması mı? Bu çalışma özelinde
inceleyeceğimiz film olan “Race” filminin de asıl odak noktası
bu soru olacak. Hollywood ve Amerika bu filmler ile gerçekten neyi
amaçlıyor; af mı diliyor, üstünü mü örtüyor?
2-b) Nazi Almanyası’nda Yahudiler’in Durumu
Nazi
Almanyası terimi, Adolf
Hitler 30
Ocak 1933
yılında Almanya’nın yönetimine geçtikten ve
Şansölye ünvanını aldıktan sonra
ortaya
çıkan
bir terimdir.
Hitler,
yönetimi aldığı andan itibaren ülke federal cumhuriyet
sisteminden hızla faşist ve askeri/militarist bir yönetime geçiş
yapmıştır. 4 Şubat 1933’de çıkarılan kanun ile Hitler
yönetiminin eline çok geniş imkanlar verilmiştir. Bunlara
toplantı ve gösteri yapma hakları kısıtlanması, huzuru bozmakla
suçlananların üç aylık sürelerle gözaltında tutulması gibi
yetkiler örnek verilebilir.
“Bu
ve buna benzer düzenlemelerle kısa bir süre zarfında ‘iktidarı
elinde bulunduran partiden başka siyasi partilerin kurulması ve var
olan partilerin faaliyetlerine devam etmesi yasaklanmış, hükümet
başkanı ve devlet başkanı sıfatları aynı kişide, yani
Hitler’de birleştirilmiş, ülke tam bir diktatörlüğe
dönüştürülmüştür. Bu aşamada imparatorluğun federal
yapılanmasına da son verilmiş, 30 Ocak 1934 tarihli İmparatorluğun
Yeniden Yapılandırılması Hakkında Kanun (Gesetz über den
Neuaufbau des Reiches) ile federe devletlerin devlet olma nitelikleri
ve bu nitelikten kaynaklanan yetkileri ellerinden alınmış, bunlar
birer il statüsüne dönüştürülmüştür. Bu şekilde üniter
bir devlet sistemine geçilmiş, böylece Alman tarihinde ilk kez
federal veya konfederal sistemden uzaklaşılmıştır’ (Muratoğlu,
2014: 299). Bu yapı, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar
devam etmiştir.”9
Federe
devlet yapısından üniter devlet yapısına geçiş. Bu durum Alman
tarihinde yüzyıllar
sonra ilk defa Nazi Almanyası ile sağlanmış ancak sadece II.Dünya
Savaşı’nın sonuna kadar varlık gösterebilmiştir. Sonraki
dönemlerde ülke tekrar federal yapıya dönüş yapmıştır.
Federal
yapının Almanya’da bu kadar güçlü olmasının temel sebebi
Almanlar’ın çok uzun yıllar boyunca, 18 Ocak 1871’de Alman
İmparatorluğu kurulana kadar bölgede küçük prenslikler halinde
varlık göstermeleri ve kendi içlerinde güçlü bir yapıya sahip
olmalarıdır. Merkezi bir devlet kurulduktan sonra bile ülke bu
güçlü bölgesel yönetimlerden dolayı federal bir yapı içinde
olmak zorunda kalmıştır.
Tekrar
Nazi dönemi Almanya’sına dönecek olursak; bu dönemde ülkeyi
saran Yahudi düşmanlığının en temel sebebi I.Dünya Savaşı’nın
kaybedilmesi ve Versay Antlaşması’nın getirdiği ağır
koşullarla ekonominin çöküş noktasına gelip halkın yoksullukla
yüzleşmesidir. Elbette Yahudi düşmanlığının ekonomik olmak
dışında başka nedenleri de vardı. Bunlar arasında
dini
ve
siyasi nedenler
ve
önyargılar sayılabilir.
“Eski
Hıristiyan-Yahudi düşmanlığı dinbilimsel tartışmalarla
kendini doğrulamaya çalışırken, Yeni Yahudi Düşmanlığı,
Yahudilerin biyolojik yönden aşağılık ırk olduğu varsayımına
dayandırılmıştır. Yahudi düşmanlığı, kiliselerin doğurduğu,
beslediği ve karşı çıkmak için hiçbir şey yapmadığı, daha
önceki önyargılarla da beslenmiştir. Almanya’da Yahudi
aleyhtarı Hıristiyan Sosyalist Partisi, 1882’de Dresden’de
yapılan Uluslararası Yahudi Düşmanlığı Kongresi’nin başkanı,
Protestan papazı Adolf Stöcker tarafından kurulmuştur. Yapılan
yayınlar Yahudi karşıtı ayaklanmaların başlamasına neden
olmuştur. Yürütülen
karalama çalışmaları,
daha sonra yaşanacak soykırım hareketine haklı bir zemin
oluşturmak için bilim adamlarının gayretleri ile
gerçekleştirilmiştir.”10
Görülüyorki
o dönem Almanya’sında yaşanan Yahudi düşmanlığının
faturasının sadece Hitler ve Naziler’e kesilmesi doğru bir bakış
açısı olmayacaktır. Din adamlarından sanatçılara, bilim
insanlarından düşünürlere kadar pek çok kesim Yahudiler
hakkında halk içerisinde olumsuz ve yanlı bir bakış açısı
oluşması için fikir beyan etmiş ve halkı bu şekilde belli bir
kesime karşı kışkırtmıştır. Adolf
Hitler ise henüz yönetime geçmediği dönemde bu fikirleri alarak
yorumlamış ve ileride uygulayacağı politikalara bir kaynak
oluşturmuştur.
“Yapmak
için yıkmanın gerekli olduğuna inanan Nietzsche, en başarılı
yapıcının, en becerikli yıkıcı olduğunu savunmuştur.
Nietzsche’nin bu görüşlerini yanlış yorumlayan Hitler,
iktidara geldiğinde mükemmele ulaşmak için yok etme, yıkma ve
yakma çalışmalarını uygulamaya koymuştur. Bu nedenle, akıl
hastaları, Yahudiler, Çingeneler ve üstün insanın oluşumunu
engelleyecek diğer insanlar Hitler tarafından yok edilmiştir.”11
Hitler,
üstün ırk idealine sahiptir. Ona göre üstün alman ırkı
sarışın ve mavi gözlüdür ve bu ırkı elde edebilmek için,
onlara yaşam alanı oluşturabilmek için geri
kalan etnik azınlıklardan, hastalardan ve sakatlardan kurtulmak
gereklidir. Hitler’in bu üstün ırk iddasını ve de saplantısını
yine tarihçilerin ve bilim insanlarının çalışmaları ile
desteklediklerini görürüz. Gobineau, Frank ve Cermen ırklarının
diğer ırklarla karışmamış ve saf olduğunu savunurken
Avrupa’nın güneyindeki Latin ırkının Arap ırkı ile, doğudaki
Slav ırkının ise Moğol ırkı ile karıştığını ve saflığını
yitirdiğini söylemiştir. Rosenberg ise üstün Alman ırkı için
Yahudiler’in bir iç tehlike, Ruslar’ın ise bir dış tehlike
oluşturduğunu beyan etmiştir. Hitler, hapiste geçirdiği dönemde,
bu tarz fikirleri kendi bakış açısı ve tecrübesi ile
yorumlayarak “Kavgam” adlı kitabı yazmıştır ve siyasi bakış
açısını ortaya koymuştur.
“Hitler,
Kavgam adlı kitabında, Naziliğin, Irkçılık ve Ari ırk
kuramını, net yoz sanat anlayışını, iktidar istemi ve üstün
insan felsefesini eksiksiz bir siyasal program bildirisi şeklinde
yazmıştır. Irkçı
düşünürlerin görüşlerini yinelemek ve uygulamaktan öteye
gitmeyen Hitler,
ırkları kültür taşıyıcı ırklar ve kültür yıkıcı ırklar
olarak sınıflandırmış, özellikle Yahudilerin kültür yıkıcı
ırkların başında geldiğini belirtmiştir. Görüldüğü
gibi,
Hitler, adım adım geliştirilen ırkçı düşüncelerden yola
çıkarak Yahudi ırkına duyulan düşmanlığa bilimsel temeli
bilim adamlarının katkısı ile bulmuştur.”12
Hitler,
“Kavgam” adlı kitabında Yahudi düşmanlığını ve
Yahudiler’e bakış açısını net bir şekilde belirtmiştir.
Hitler, Yahudiler’i asalak mikroplara benzetmiş ve Yahudiler’i
kabul eden ülkelerin sonunun yıkım olacağını belirtmiştir. Bu
benzetmeden yola çıkarak da iktidara geldikten sonra Alman kontrolü
altındaki tüm bölgelerde Yahudiler’e karşı etnik bir temizliğe
girilmiş ve milyonlarca Yahudi katledilmiştir.
Avrupa’da
kurulan “Cermen Birliği” ve bu birliğe mensup (başkanı)
Heinrich
Class gibi kişiler tarafından Yahudi düşmanlığı ve üstün ırk
düşüncesi körüklenmiş. İlk
başlarda dinsel temelli olan anlaşmazlıklar ve düşmanlığa
ırksal bir düşmanlık da eklenmiştir. Bu anlayışla birlik
üyeleri tarafından oluşturulan birçok yayın ortaya çıkarılmış
ve halk arasındaki nefret arttırılmıştır. Yahudiler’in toplum
dışına itilerek seçme-seçilme, eğitim, sağlık, hukuk
haklarının kısıtlanması ya da tamamen ellerinden alınması;
Yahudiler’den Almanlar’dan daha fazla vergi alınması gibi
çeşitli öneriler bu yayınlar aracılığı ile öne sürülmüştür
ve Hitler yönetime geldikten sonra ise tüm bu öneriler hızla
hayata geçirilmiştir.
Birçok
bilim insanı ve düşünürden destek alan Hitler, Yahudiler dışında
yer alan Çingeneler, hastalar, sakatlar ve eşcinseller gibi farklı
kesimleri de hedef almıştır. 1933 yılında çıkan bir kanun ile
hasta ve sağlıklı bireylerin birbirinden ayrılması
emredilmiştir. Yine bu dönemde 74.000 akıl hastası Hitler’in
emriyle katledilmiştir. Buradaki
amaç; daha öncede bahsedildiği gibi, üstün ırkı elde ederken
geri kalanların ortadan kaldırılması ile birlikte bu üstün ırka
bir yaşam alanı oluşturmaktır.
“Beyin
yıkama politikası ile halkta, Yahudi düşmanlığını arttırmak
amacı ile yerel ve bölgesel haber organlarında, Komünizmle
Yahudiliği birleştirici yayınlar yapılmıştır. 1936’da
Propaganda bakanı tarafından yayınlattırılan benzer haberler,
haber organlarında artırılmıştır. “Der
Ewige Jude” (Serseri Yahudi
ya
da ezeli Yahudi),
“Klein Krieg” (Küçük Savaş) vb. Yahudi düşmanlığını
yaymak amacı ile çevirtilmiş filmlerle, doktor, mühendis,
kimyager, mimar gibi meslek gruplarından Almanlara Yahudi düşmanlığı
benimsetilmiştir. Kendisi ile birlikte bu yok etme programını
gerçekleştirecek yandaşlar isteyen Hitler’in iktidarda olduğu
dönemde Yahudi, Rus, Macar, Romen, Çingene, Polonyalı, Yugoslav
gibi aşağı ulus ve ırktan sayılan 12 milyon insan öldürülmüştür.
Bu durum, soylu Cermen, Aryan ırkçılığı düşüncesinin
acımasızlığını ortaya koyan ve bugün uygar ulus olmakla övünen
Almanların unutmamaları gereken geçmişleridir.”13
Burada
dikkat çeken bir diğer önemli nokta ise Nazi döneminde sinemanın
ve
diğer medya
organlarının
kullanım şeklidir. O
dönem için kullanılan gazete, dergi, radyo ve sinema ile birlikte
Naziler, Alman halkı üzerinde kapsamlı bir propaganda uygulamış
ve insanların Yahudi düşmanlığını körüklemiştir. Bu amaçla,
propaganda için kullanılan en güçlü aygıt ise sinemadır. Hem
göze hem kulağa hitap ediyor oluşu ile insanları etkileme gücü
diğer medya organlarından daha güçlü olan sinema Naziler için
her daim önem verilen bir alan olmuştur.
1930’lu
yıllarda henüz genç bir sanat olmasına rağmen sinema,
Dışavurumcu Alman Sineması adıyla kendi dilini Almanya’da
çoktan bulmuş bir sanattır. Nazi
dönemi öncesinde dünyanın sinema alanında ABD, Sovyetler Birliği
ve Fransa ile birlikte en öenmli ülkelerinden birisidir Almanya ve
kendine has bir akımı vardır. Naziler ile birlikte ise sinema tam
anlamıyla politik bir güce dönüşerek sanat olmaktan uzaklaşıp
devletin kontrol aygıtlarından birisine dönüşmüş ve güçlü
bir propaganda aracı olmuştur.
Dönemin
ünlü propaganda bakanı “Joseph Goebbels” sinemayı çok iyi
bir propaganda aracı olarak kullanıp halkın Nazi yönetimine
desteğini sağlarken ünlü yönetmen “Leni Riefenstahl” ise
çektiği filmler ile bu amaca doğrudan ya da dolaylı olarak hizmet
etmiştir. Bu çalışmanın konusu olan “Race” filmi içerisinde
de bu iki karakteri sıkça göreceğiz ve bu durum onların Nazi
yönetimi içerisindeki görevlerini daha iyi anlamamıza katkı
sağlayacaktır.
1941
yazı
ile 1944 sonbaharı arasında gerçekleştirilen Yahudi katliamı
sırasında milyonlarca insan hayatını kaybetmiştir. Yahudiler’i
bakterilere benzeten Hitler, onları bu düşüncenin bir ürünü
olarak gaz odalarında katlettirmiştir. Savaş dönemi boyunca
Almanya kontrolünde ya da işgalinde olan bölgelerde kayda alınan
ve aşağı ırk olarak görülen 8.301.000 Yahudi’nin 5.978.000’i
katledilmiştir ve bu Yahudi nüfusunun %72’sini temsil etmektedir.
Nerdeyse 6 milyon insan etnik bir temizliğe ve soykırıma maruz
kalmıştır.
“Almanlar
yenilmeye başladıklarında “Toplu yok etme” çalışmalarının
yerine, yaptıklarını gizleme çalışmalarına koyulmuşlardır.
Toplu mezarların üzerlerini toprakla örtüp, çiçeklendirmişler,
cesetleri yakmışlardır. II.Dünya Savaşı, Nazi biçimindeki
sefalet, milyonlarca asker ve sivilin öldüğü çok uç noktada bir
sonuca ulaşmıştır. Bu
dönemde altı milyon Yahudi, Nazi soykırımına uğramıştır.
Naziler, Yahudileri
kovma değil, kökünü kazıma politikası ile 1941-1945 yılları
arasında toplama
kamplarında imha etmişlerdir. Şiddet,
Nasyonal Sosyalizmin, sosyal yönden yenileştirilmesi
için bir araç değil, aksine hükmetme garantisinin örtbas
edilmesi olmuştur. 12
milyon insanın öldürülmesinin tek sorumlusu Hitler değildir.
Irkçılığı adım
adım geliştiren ve bu soykırımı onunla birlikte
gerçekleştirenler de bundan en az onun kadar sorumludurlar. Daha
öncede anlatıldığı gibi, Yahudi Düşmanlığı Avrupa’da
Hitler’in 1924’te yazdığı Mein Kampf’ından çok daha önce
vardı. Ancak, Hitler iktidarında bu düşmanlık kanlı bir gerçeğe
dönüştü.”14
Almanya’da
güçlü bir Yahudi düşmanlığının oluşmasında, daha öncede
belirttiğimiz gibi bazı güçlü ve Nazi Almanyası’nın öncesine
dayanan nedenler vardır. Bunlar ekonomik, dini, siyasi, psikolojik
nedenler ve önyargılar şeklinde sıralanabilir ancak elbette en
güçlü neden ekonomiktir.
“Yahudiler,
toprak sahibi olmalarına izin verilmediği için, tefecilik,
bankerlik vb. mesleklere yönelmişlerdir. Ortaçağ’ın Hıristiyan
hükümdarları, Yahudi bankalarını yağmalamışlardır. Bunu
gizlemek için dinî gerekçeler arkasına sığınarak Yahudilere
lanetler yağdırmışlardır. Yahudileri, kolay kazanç getiren
mesleklere üşüşen, arsız, hilekar, tembel ve dünyanın tüm
zenginliklerine sahip olmayı isteyen kapitalistler olarak
suçlamışlardır. Yahudi düşmanlığının gerçek nedeni her
zaman ekonomik nedenler olmuştur. Fakat hep gizlenerek diğer
nedenlerin arkasına sığınılmıştır.”15
Toprak
sahibi olmalarına izin verilmediği için çok eski çağlardan beri
ticaret ile uğraşan Yahudiler, kapitalizmin yükselişe geçmesi
ile birlikte güç kazanmışlardır. Eskinin
tefecileri, tüccarları olan Yahudiler, kapitalizm çağında
rekabet içerisine girecekleri Hristiyan kesime göre para yönetimi
konusunda daha deneyimlilerdi ve bu durum onların ticari ilişkilerde
daha başarılı ve kazançlı olmasını sağlıyordu.
Yahudiler,
bu dönemde çok zengin bir konuma geldiler ve bulundukları şehrin
ekonomisini yöneten güçlere dönüştüler. Elde ettikleri
zenginlik ile refah düzeyi yüksek hayatlar yaşayıp çocuklarının
iyi eğitim almasını sağlıyorlardı. Siyasi çevrelerde söz
sahibi olamasalar bile elde ettikleri zenginlik ile siyasi güç
sahipleri ile yakın ilişkiler kuruyorlardı. Bu durum kimi çevreler
tarafından onların dünyayı ele geçirme planlarının bir aşaması
olarak kabul ediliyordu ve bu hızlı zenginleşme tolumda
rahatsızlığın oluşmasına zemin hazırlıyordu.
“Karl
Marx ise 1844’te yayımladığı ünlü “Yahudi Sorunu Üzerine”
isimli makalesiyle antisemitik propogandanın klasiklerinden biri
olmuştur. Marx bu makalede, Yahudileri ve hatta Museviliği yıkmayı
istediği kapitalist düzenin en fazla rahatsızlık yaratan
özellikleri olan açgözlülük ve yağmacılıkla tanımlar. Çözüm
önerisi olarak da tüccarlığı ve tüccarlık ihtimalini ortadan
kaldıracak toplumsal bir örgütün Yahudiyi imkansız kılacağından
bahseder.”16
Öncelikle
“antisemitizm” terimine bir açıklık getirmek gerekmektedir.
Antisemitizm,
“Yahudilere
karşı düşmanca duygular besleyen ve Yahudilere karşı ayırt
edici önlemler alınmasını isteyen görüş”17
olarak Türk Dil Kurumu tarafından tanımlanmaktadır. Nazi
Almanyası döneminde Yahudiler’e karşı gerçekleştirilen tüm
ırkçı hareketler de antisemitizm adı ile anılmaktadır. Tekrar
Marx’a döndüğümüzde ise yine Hitler’in düşünürler ve
bilim insanlarından görüş olarak beslendiği fikrini bir kez daha
pekiştirmiş oluruz. Bu durum sadece bir diktatör liderin tek
başına ortaya çıkardığı bir olay değildir. Dönem toplumunun
bakış açısının, fikri yapısının bir sonucudur. Engellenemez
sonucu.
Yahudiler’in
hızla artan zenginliği hem kapitalist hemde sosyalist çevrelerde
rahatsızlıklar uyandırdı ve Marx örneğinde olduğu gibi çeşitli
düşünürler bu konu hakkında fikir beyan etti ve toplum
içerisinde birer kanaat önderi olarak Yahudiler’e karşı olumsuz
bir bakış açısının oluşmasına sebep oldular. Bu yaşananlara
zincirleme bir şekilde ise Almanya’da Nasyonal Sosyalizm yani
Nazizm ortaya çıkıp hedefine Yahudi toplumunu aldı. Nazizm
TDK’da,
“Almanya’da
1930’lu yıllarda Hitler tarafından kurulan Nasyonal Sosyalist
Partisinin, Alman
ırkının üstünlüğünü savunan politikası, Hitlercilik”18
olarak tanımlanır. Bu
düşünürlerin fikirlerinden etkilenen Nazizm politikaları
sonucunda Yahudiler soykırım ile yüzleşmek zorunda kaldılar.
“Alman
İmparatorluğunun toplam nüfusunun %5’ini Yahudiler
oluşturmalarına rağmen Prusya’daki her 100 zenginden 30’u
Yahudiydi. 1930’lara gelindiğinde Berlinli Yahudilerin % 80’i
büyük burjuva veya orta sınıftandı. 1933’te toplam Yahudi
nüfusunun sadece % 1,7’si tarımla uğraşıyordu, geri kalan
nüfusun tamamı Ticaret (% 61,3), Endüstri-Zanaat (% 23,1) ve Kamu
Hizmetlerinde (% 12,5) çalışmaktaydı. Yahudilerin zenginliği,
kültür yaşamında, maliyede, ticarette ve serbest mesleklerde
sahip oldukları konumlar toplumun çeşitli kesimlerinde büyük
kıskançlık yarattı. Antisemitizm, işçi ve çiftçi sınıfı
arasında pek yaygın değildi, çünkü her iki sınıfta da az
sayıda Yahudi vardı. Ancak Nazi antisemitist propagandasının en
büyük becerilerinden birisi Antisemitizmi işçi ve çiftçi
sınıfına da yaymak oldu.”19
Görülüyorki
nüfusun çok düşük bir kısmını oluşturan bir topluluğun ülke
ekonomisinin, zenginliğinin büyük bir kısmına hükmeder hale
gelmesi ülke içerisinde oluşan hoşnutsuzluğun en temel sebebi.
Özellikle I.Dünya Savaşı’ndan mağlup ayrılan Almanya’da
yoksul daha da yoksullaşınca bu durum halkın öfkesinin Yahudiler
hızla
yönelmesine sebep oldu. Hitler’in savaş sonrası çöken
ekonomiden Yahudiler’i sorumlu tutması da düşmanlığı daha
fazla arttırdı. Bu dönemde Alman bankaları ve medyasının önemli
bir çoğunluğu Yahudi işadamlarının elinde bulunuyordu.
Hitler’in ekonomik çöküşten Yahudiler’i sorumlu tutması
özellikle orta ve alt sınıflar arasında yani ekonomik çöküntüyü
en fazla hisseden ve açlıkla yüzleşen kesimler arasında hızla
yayıldı ve destek gördü. Bolşevik Devrimi’ninde ülke
ekonomisine zarar verdiğini düşünen Hitler, o dönemde hem
Yahudiler’i hemde Bolşevikler’i hedef gösteren açıklamalar
yapmıştır.
I.Dünya
Savaşı sonrası yapılan Versay Antlaşması ile ekonomisi çok
büyük zarar gören Almanya daha toparlanma fırsatı bulamadan 1929
Ekonomik Buhranı ile yüzleşmek zorunda kalır ve bu durum Alman
ekonomisini çökme noktasına getirir. Ayrıca bu ortam içerisinde
Yahudiler Alman ekonomisinde daha etkin bir güce dönüşürler.
Elbette
bu durum o zaman için henüz iktidarda olmayan aşırı Alman
milliyetçisi Adolf Hitler’in tepkisini çeker ve sonraki dönem
politikalarını belirleyen önemli bir etken olur.
“Wall
Street’teki borsanın çökmesinin ardından ABD’li tekeller
Almanya’ya verdikleri on beş milyon mark tutarındaki kredi
borcunu geri çekmeye başladılar. İflaslar birbirini izledi.
Böylece Almanya’daki işsiz sayısı 1930’da 3 milyona, 1932’de
6 milyona ulaştı. Fabrikalar yüzde 50 kapasite ile çalışmaya
başladı. I.Dünya Savaşından yenik çıkması nedeniyle ödediği
savaş tazminatı ve işsizlik sigortası yüzünden artan ekonomik
çıkmaz 1930’da koalisyonun dağılmasına neden olmuştu. Yeni
bir koalisyon hükümeti kurulamadığı için de parlamenter
demokrasi son bulmuştu. Almanya’da I. Dünya Savaşı’yla ortaya
çıkan ekonomik bozulmanın 1929 Ekonomik Buhranıyla daha da
ilerlemesi ve artık buna hiç kimsenin dur diyemeyecek güçte
olması nedeniyle buhran Alman ekonomisini iyice yıpratmış,
parlamenter demokrasinin son bulmasına neden olmuş ve Alman
ekonomisi artık Almanların elinden çıkıp Yahudilerin eline
geçmesine zemin hazırlamıştır.”20
Siyasi
nedenlere baktığımızdaysa karşımıza “Zion Yasaları
Protokolleri” çıkıyor. 1903
yılında Rusya’da yayınlanan ve doğruluğu kanıtlanmamış olan
bu belgeler birçok dile çevrilip dünyanın birçok ülkesine
dağıtılmıştır. Yahudiler’in dünyayı ele geçirme planları
olarak yorumlanan bu belgeler, Yahudi düşmanlığının ve
soykırımının temellerinin dayandığı ve bir haklılık zemini
oluşturmaya çalıştıkları en önemli siyasi nedendir.
Dini
sebeplerde ise iki temel nokta vardır. Birincisi; Hristiyan
toplumunun İsa’nın çarmıha gerilmesinden Yahudiler’i sorumlu
tutması ve ikincisi; Yahudiler’in İsa’yı Allah’ın oğlu
olarak görmemeleri ve Hristiyanlığı kabul etmemeleri. Din
adamları bu iki temel noktayı öne sürerek toplumun Yahudi
düşmanlığını körüklemişlerdir.
Ekonomik,
siyasi ve dini sebepler dışında Yahudiler’e karşı uygulanan
ırkçılıkta önyargılar da çok etkili olmuştur. Yahudiler,
stereotip bir şekilde aç gözlü, görgüsüz, hilekar ve sevimsiz
kişiler olarak betimlenmiştir. Bu anlamsız ve dayanaksız
stereotipleştirme geniş halk kitleleri arasında yayılarak güç
kazanmıştır ve bir yahudi tipi algısı oluşmuştur.
Tüm
bu temelde yatan önyargılar; siyasi, ekonomik ve dini sebepler
sonucunda Almanya’da Hitler ve Nazi yönetimi başa geçmiş.
Ülkeyi bir büyük savaşa daha sürüklerken ve daha ağır
kayıplara sebep olurken, savaşın gölgesinde yaşanan tüm
olumsuzlukların sorumlusu haline getirilen Yahudi toplumunun 6
milyon üyesini katlederek dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş
bir soykırıma
imza atmıştır.
2-c) Amerikan Sinemasında Nazi Karşıtlığı
Propaganda,
sinemanın ilk yıllarından itibaren bu sanatla yakın
bir
ilişki içindedir. 1920’li
yıllardan itibaren birçok ülke sinemayı bir propaganda aracı
olarak kullanmıştır. Bu durumun ilk güçlü örneğini Sovyet
Biçimci yönetmenler vermiştir. Sovyet Biçimciler, Rus halkını
yıkılan Çarlık Rusyası üzerine kurulmuş olan yeni Sovyetler
Birliği ve komünist yönetimine alıştırmak, bu yeni yönetimi
onlara öğretmek için sinemayı kullanmıştır. Bu dönem yapılan
filmlerde komünist yönetim yüceltilirken Çarlık yönetimi
kötülenmiş ve böylece halkın desteğini kazanmak ve yönetimin
gücü arttırılmak hedeflenmiştir.
1920’lerden
1960’lara ve Latin Amerika’ya hızlı bir geçiş yaptığımızda
ise karşımıza “Üçüncü Sinema” akımı çıkar. Bu akımın
amacı, en kısa tanımı ile; sömürülen, aç bırakılan tüm
üçüncü dünya ülkelerinin halklarını sömürgecilere ve güç
sahiplerine karşı bilinçlendirmek ve onları devrimci, özgürlükçü
bir mücadelenin içine sokmaktır. Üçüncü Sinema, fakir ve geri
bırakılmış toplumların bu sefaletlerinin farkına varmasını ve
harekete geçmesini amaçlar. Bu amaç uğruna Üçüncü Sinema
yönetmenleri kameralarını insanlara, sokağa ve gerçek
problemlere çevirip sinemayı
adeta “saniyede
24 kare ateş edebilen”
bir politik, siyasi silah olarak kullanmışlardır.
Elbette
bu iki sinema akımı dışında da farklı ülkeler, farklı
kesimler sinemayı bir propaganda aracı olarak kullanmışlardır.
Ancak bizim şimdi yoğunlaşacağımız asıl sinema Amerikan
endüstri sineması, yani Hollywood’dur ve bu çalışma özelinde
Amerikan Sineması’nın Nazi karşıtlığına değineceğiz. Bu
meseleye değinmeden önce ise Naziler’in sinema ilişkisine kısaca
değinmekte fayda vardır.
Naziler,
1930’lu yılların ortalarından II.Dünya Savaşı’nın sonuna
kadar geçen yönetim dönemleri boyunca Propaganda Bakanı
Joseph Goebbels yönetiminde, o dönem kullanılan tüm medya
organlarını Nazizm propagandası yapmak için kullanmışlardır.
Sinema
ise görsel ve işitsel bir sanat, bir medya organı olması
sebebiyle Nazi yönetiminin en çok değer verdiği ve en güçlü
propaganda araçlarından birine dönüşmüştür. Naziler sinemayı,
“İradenin Zaferi” gibi filmler ile Nazi görüşlerini, Nazi
Almanya’nın güçlülüğünü, kudretini hem kendi halklarına
hemde dünyaya göstermek için kullanırken, “Yahudi Süss” gibi
filmler yoluyla da topluma Yahudi düşmanlığını aşılamaya
çalışmışlardır.
Goebbels’in
yönetimi altında, yönetmen Veit Harlan tarafından çekilen 1940
yapımı
“Yahudi
Süss” adlı film
antisemitist bir filmdir ve Yahudi nefretini körüklemek
amacındadır. Yönetmen ise Yahudi tarihini anlatmak isteyen bir
film yapmak amacında olduğunu, antisemitist bir film yapmak
istemediğini ve Goebbels’in baskılarına rağmen Yahudi
düşmanlığını açıkça içeren birçok sahneyi filmden
çıkarmayı başardığını söylemiş ve 1945 yılında
yargılandıktan sonra çok hafif bir ceza almıştır.
“D.J.
Jay
ve
Michel
Pierre
ile
ortak
çalışan
François
Garçon başarılı bir makalesinde Yahudi Süss’ün birçok farklı
okumasının mümkün olduğunu gösterdi; her durumda, film eşit
derecede feminizm karşıtı, küçük burjuva ve tam tamına Hitler
yanlısı esinler taşırken, antisemitist çizgisi de tüm bunlara
kusursuzca bağıntılı: Antisemitizmin birçok katmanını, en
yaygın olanının filmde en az bulunan olmasıyla birlikte, bir
araya getirdiğini ve bunun da Veit Harlan’a, bazı kimseleri
yargıları konusunda ikna etme olanağı tanıdığını
söyleyebiliriz.”21
“Yahudi
Süss”
filmi bu dönem Alman sinemasının
propaganda amacıyla ürettiği birçok filmden sadece birisidir ve
soykırıma giden uzun sürecin merdivenlerinde Naziler’i taşıyan
sadece tek bir basamaktır.
Nazi
dönemi, sinemanın propaganda aracı olarak kullanılmasında yeni
bir dönem başlatmış ve o döneme kadar hiç olmadığı kadar
etkili, açık ve net bir şekilde sinemayı devletin aygıtlarından
birine çevirip propaganda için kullanmıştır. “İradenin
Zaferi”, “Yahudi
Süss” gibi filmler ve çok daha fazla örnek, Nazizm anlayışının
benimsetilmesinde ve Nazi yönetiminin otoritesinin korunmasında
etkin rol oynamıştır.
Tekrar
Amerikan Sineması’na döndüğümüzde ise tarih boyunca Amerikan
Sineması’nın farklı katmanlardan oluştuğunu görüyoruz.
Sinemanın
ilk dönemlerinde sömürge yıllarına ve Protestan Beyaz Hristiyan
Kuzey Amerika ile Katolik Latin Güney Amerika arasındaki
gelişmişlik farklarına yoğunlaşan filmler yapılmış. Sonraki
dönemde ise çoğunlukla Amerikan İç Savaşı’na yoğunlaşan ve
özellikle bir tarafın ötekini suçladığı filmler yapılmıştır.
Bu ikinci dönem filmleri, iç savaş öncesi tarihin geri plana
atılmasına sebep olmuştur. Üçüncü
dönemde
ise
sinema genel olarak iç savaşın nedenlerine ve sebep olduğu
sonuçlara değinen filmler üretmiştir. Ancak bu dönem filmleri
gişede başarı elde edebilen filmler olmamıştır.
“Tarihsel
olarak
kırılgan
sorunları ele alan
ve başarı
yakalayan tek
film Rüzgar
Gibi Geçti oldu.
Ne
var ki
bu
film,
iç savaşın
önderlerinden
hiçbirini ele almıyor: Ne Lincoln ne Lee ne de benzerleri; gerçek
muharebelerin hiçbiri yeniden canlandırılmadı; Atlanta yangını
gibi, savaşın dramlarına elbette ki değinildi ancak yönetmen
bunu, iki koalisyondan birine saldırmak yerine, yalnızca savaşı
olduğu gibi lanetlemek adına yaptı. Burada, tüm siyasal açıların
Scarlett ya da Rhett Butler gibi belirli bir siyasal ideali temsil
etmeyen bireysel kahramanlar yararına bertaraf edildiği bir ulusal
uzlaşım eseri söz konusu.”22
1917’de
savaşa katılan ve bu savaştan hem galip hemde dünyanın yeni
süper gücü olarak çıkan ABD,
böylelikle
sinemasını dış olaylara da çevirir hale gelmiştir. Bu
dönemde sinema ülkenin siyasi olarak karşı karşıya geldiği,
anlaşmazlık yaşadığı, çatışmaya düştüğü ülkeleri
karalamak amacıyla kullanılmaya
başlamıştır.
Bu amaçla II.Dünya Savaşı sırasında Almanya’dan kaçan
göçmenlerin Nazi karşıtı filmler yapmasını da desteklemiştir
Amerika.
1929-1932
yıllarında gerçekleşen Büyük Ekonomik Buhran o dönem için
film senaryolarına etki eden önemli bir faktör konumuna gelmiş
olsa bile 1930’lu yıllarda Amerikan toplumunu eleştiren bir
sinema filmi pek azdı. Bu eleştiri genellikle Charlie Chaplin gibi
sanatçıların ortaya koyduğu komedi türü ile sınırlı
kalıyordu.
Yine
bu 1917-1940 döneminde Amerikan sinemasında ilk defa farklı bir
kesimin sesini yükselttiğini ve sinemada etkili olmaya çalıştığını
görüyoruz. Bu
kesim önce Yeni Dünya’ya köle olarak getirilen, kölelik
kalktıktan sonra ise beyazlar
ile eşit haklara sahip olabilmek için her alanda mücadele etmek
zorunda kalan Siyahiler’den başkası değildi.
“Amerikan
sinemasında, çoğunlukla hizmetçileri ve şarkıcıları
oynadıklarını ve bunun uzun süre böyle kaldığını fark
etmekte gecikmediler. 1920 itibariyle, Amerikan toplumunun ‘siyah’
bir görünümünü sunmayı deneyen siyahi inkar sinemasının
doğuşu böyle gerçekleşti: The Birth of a Race, bir anlamda
Amerikan sinema tarihinin ilk karşı-filmi oldu. Ardından The Right
of Birth, While Thousands Cheer gibi başkaları geldi ancak bu ilk
siyah karşı-film dalgası, Siyahiler nezdinde dahi, hiçbir başarı
elde edemedi; çünkü Siyahiler öylesine dürüst, adil ve
faziletli resmediliyordu ki, bu filmler usanç ve ahlak ırmağıydı,
izleyicileri cezbetmiyordu.”23
Siyahiler,
sinema alanında asıl başarıyı 1970’li yıllarda gösteri,
şiddet ve ırksal intikamın birleştirildiği fimler ile
yakaladılar. Siyah erkekleri beyaz erkeklere tercih eden beyaz
kadınlar, mutluluğu siyah kadınlarda bulan siyah erkeler gibi
konular içeren filmler ürettiler.
Siyahiler’i
bir kenara bırakıp tekrar Amerikan Sineması’nın Nazi
karşıtlığına dönelim. Bu durumun 1930’lu yılların ikinci
yarısında hız kazanan bir süreç olduğu görülüyor ve Nazi
karşıtlığı, Naziler ya da II.Dünya Savaşı gibi konuları
işleyen filmlerin o tarihten günümüze kadar olan süreçte hala
üretilmeye devam ettiği görülüyor.
Aslında
savaşın başlangıç yılı olan 1939’da hala kimi Nazi yanlısı
filmler ABD’de kendine gösterim şansı bulabiliyordu ancak çoğu
Almanya ve Avusturya göçmeni ya da Amerikalı Yahudi olan film
yapımcıları akışı tersine çevirmek için harekete geçmişti.
Bu çoğunluğun bir tepkisi olmasa bile Nazi karşıtı hareketler
güç kazanmaya başlamıştı.
“Savaş
ilan edildiğinde Roosevelt, Amerikan değerlerini ve adil hukuku
yüceltecek bir sinema geliştirmeye yönelik kesin talimatlar verdi.
Eylül 1939 ve Haziran 1940 arasında, yani savaş halindeyken,
Fransa henüz Nazi karşıtı filmler üretmiyorken, hareket ABD’de
durmaksızın genişliyordu. ABD, belirleyici ivmesini İkinci Dünya
Savaşı başlarında (Bir Nazi Casusunun İtirafları dahi 1939
yapımı) Four Sons, Escape the Great Dictator, Foreign Correspondant
ve bilhassa Frank Borzage’ın, Almanya’ya Hitler’i devirme
çağrısı yapan ve diplomatik vakalara zemin hazırlayan The Mortal
Storm’u ile kazandı.”24
Nazizm
üzerine yapılan Amerikan filmleri belli başlı bazı ortak
özellikler gösterir. Filmlerde Alman halkı ve Naziler birbirinden
ayrı tutulur, Alman halkının Naziler’e karşı direnme isteğinin
ve gücünün olduğuna vurgu yapılır, anlatılan olayların mekanı
ya küçük ya da orta büyüklükte şehirlerdir, Nazizm’in aile
bağlarını ve toplumun yapısını parçaladığı vurgusu yapılır.
Elbette bu özellikler çoğunlukla savaş dönemi filmleri için
geçerli olmakla birlikte; günümüzde II.Dünya Savaşı’nı ve
Naziler’i konu alan benzer filmlerde de kendini göstermektedir.
Naziler’i
kötüleyen ve modası günümüzde bile hala geçmeyen II.Dünya
Savaşı filmleri, Nazizm’i, Naziler’i, Hitler’i ve Nazi
Almanyası’nı kötülerken; aslında temelde yaptığı en önemli
şey ABD’yi, Amerikan toplumunu ve Amerikan kültürünü dünyanın
karşısında yüceltmektir. Bu filmleri üreterek ABD, her zaman
kendini dünyanın ve barışın koruyucusu; mazlumların ve kendini
koruyamayacak olanların kurtarıcısı
olarak konumlandırır. Güçlü Amerika! Bu anlayışla bakıldığında
Amerikan Endüstri Sineması/Holywood/Birinci Sinema, politik
bir sinemadır ve dünya çapında gösterim şansı bulan filmleri
ile Amerikan kültürünü yayan bir propaganda aracı olarak
sinemayı kullanır. Sinema yolu ile siyasi ve ekonomik alanda
yürüttüğü politikalara; Ortadoğu’da askeri müdahalede
bulunduğu alanlara ve dünyanın işleyişinde yaptığı her
harekete meşru bir zemin oluşturmayı amaçlar. Güçlü Amerika!
Uzaylılar hep Amerika’yı işgal eder zaten...
1990-2018
yılları arasında vizyona giren başka ülkelerle ortaklaşa
yapılmış ya da yalnızca ABD etiketi taşıyan “Okuyucu
(The Reader)”, “Soysuzlar Çetesi (Inglourious Basterds)”,
“Çizgili
Pijamalı Çocuk (The Boy in the Striped Pyjamas)”, “Şeytanın
Aritmetiği (The Devil’s Arithmetic)”, “Piyanist (The
Pianist)”, “Schindler’in Listesi (Schindler’s List), “Race”,
“Fury”, “Kaptan
Amerika İlk Yenilmez (Captain America The First Avenger)”, “En
Karanlık Saat (Darkest Hour)”, “Dunkirk”, “Er Ryan’ı
Kurtarmak (Saving Private Ryan)” gibi konu olarak II.Dünya
Savaşı’nı ya da Yahudi Soykırımı’nı işleyen filmler
Amerika’nın Nazi karşıtı politikasının ve Naziler üzerinden
güçlü Amerika propagandasının hala gücünü ve güncelliğini
koruduğunu görürüz.
3) 1930’lu Yıllar Dünyasına Kısa Bir Bakış
1930’lu
yıllarda dünya hala I.Dünya Savaşı’nın ve 1929 Ekonomik
Buhranı’nın etkilerinden kurtulmaya çalışıyordu. Savaş
sonrası dönemde her ne kadar ekonomik krizden etkilenmiş olsa bile
ABD, İngiltere’den
dünyanın süper gücü ünvanını almış bir ülke konumuna
gelmişti ve dünya siyasetinde artık daha etkin bir güç olarak
görülüyordu. Bu dönemde ABD, Alaska, Havai, Porto Riko ve
Filipinler gibi sömürge ve yarı sömürge topraklarına sahipti.
Öte
yandan
İngiltere
hala dünyanın en büyük sömürge imparatorluğuna sahipti ve bu
gücünü korumak için çabalıyordu. İngiltere dışında Fransa,
Portekiz, İspanya, Belçika ve Hollanda’da diğer önemli
sömürgeci devletler konumundaydılar ve bu güçleri coğrafi
keşifler sonrasında önceki yüzyıllarda elde ettikleri
topraklarda kaynaklanıyordu. Bu yıllarda Avrupa dünyanın geri
kalanına hükmeder konumdaydı ve Afrika ve Asya’da geniş
toprakları sömürge olarak hakimiyetleri altında tutuyorlardı.
“Fransa
ve
Birleşik
Krallık
3
Eylül
1939’da
Almanya’ya
savaş ilan ettiklerinde, Avrupa devletlerinin çoğunluğu
diktatörlüktü. Avrupa’da, demokrasilere karşı üç totaliter
rejim kendini dayatıyordu: Stalin’in sovyetler Birliği, Nazi
Almanyası ve Faşist İtalya. Almanya tüm Orta Avrupa’ya
hükmediyordu ve Münih Antlaşmaları’ndan sonra (1938)
Çekoslovakya’yı haritadan silmişti. İtalya Nisan 1939’da
Arnavutluk’u ele geçirmişti. Almanya İtalya ve Japonya Mihver’i
oluşturuyorlardı.”25
Avrupa
siyaseti, o dönem için dünya siyaseti ile eş değer konumdaydı.
Avrupa’da yaşanan siyasi gelişmeler dünyanın geri kalanını da
etkiliyordu. 1930’lu yılların başında Almanya hala bir önceki
savaşın sonuçlarıyla yüzleşiyordu ve ödediği ağır bedeller
ülkeyi ekonomik bir darboğaza sokmuştu. Halk sefaletle
yüzleşiyordu. Bu kaotik ortam Hitler ve Naziler’in yönetime
geçişini kolaylaştırdı. Hitler yönetime geldikten sonra ülke
diktatörlükle yönetilir hale geldi ve üstün ırk politikası güç
kazandı. Bütün Almanlar’ı aynı ülke çatısı altında
toplamak isteyen Naziler önce Avusturya’yı ardından da
Çekoslovakya’yı işgal ettiler. Polonya’yı işgal etmeleri ise
savaşı başlatan son nokta oldu.
İtalyanlar
ise I.Dünya Savaşı’ndan galip ayrılmalarına rağmen
istediklerini alamayıp topraklarını genişletemedikleri için
Faşist lider Mussolini yönetiminde
yayılmacı bir politika izlediler ve bu tutumları onları Naziler’e
yaklaştırdı. İtalya, 1939’da Arnavutluk’u işgal etmeden önce
Afrika kıtasında Etiopya gibi bazı bölgeleri de ele geçirmişti.
Mihver’in
son parçasını oluşturan Japonya ise yine bir başka üstün ırk
politikası yürüten ve dünya siyasetinde daha etkin bir güç
olmak isteyen bir devletti. Uzun
yıllar dış dünyaya kapalı bir şekilde yaşayan Japonya,
Amerikan gemilerinin sahillerine gelmesi ve onları kendileri ile
ticaret yapmaya zorlaması ile birlikte hızlı bir değişim
sürecine girer. Ülke, Çin’in ya da diğer Asya ülkelerinin
olduğu gibi bir sömürge haline gelmemek için hızlı bir
modernleşme içine girer ve sanayisini geliştirir. Gelişen sanayi
ve hammadde ihtiyacı Japonya’yı yayılmacı politikalara iter.
Japonya için 20.yüzyıldaki ilk büyük başarı bu yayılmacı
politikalar sonucu 8 Şubat 1904-5 Eylül 1905 tarihleri arasında
Çarlık Rusyası ile savaşa girmesi ve bu savaşı kazanmasıdır.
Savaşı
Japonya’nın kazanması onu dünya siyasetinde etkin bir güce
dönüştürürken, bu savaş Çarlık Rusyası’nın ekonomisinin
daha da kötüleşmesine sebep olmuş ve Bolşevik Devrimi’ne giden
süreçte Rusya’yı etkileyen bir hadise olmuştur.
“Japon
İmparatorluğu 20.yüzyılın başlarında doğmuştu. 1919’da
Büyük Okyanus’taki Alman adalarını (Marianne, Marshall,
Caroline Adaları) ele geçirdikten sonra Japonya, 1930’larda
Mançurya’yı (sonradan Mançukuo adıyla bir uydu-devlet haline
getirildi), ardından da Çin’in bir kısmını aldı. 1939’da,
dünyanın bu kısmında savaş neredeyse iki yıldır sürmekteydi.”26
Japonlar’ın
bu hızlı modernleşme, sanayileşme ve yayılmacı politikaları;
ayrıca üstün ırk inanışları, onları benzer düşünce
yapıları ve politikaları benimseyen Almanya ve İtalya ile
yakınlaştırmış ve bu tehlikeli yakınlık dünya tarihine ikinci
ve daha büyük bir cihan harbinin yazılmasına zemin hazırlamıştır.
Sonuç
olarak, 1930’lu yıllar dünyasına genel olarak baktığımızda;
I.Dünya Savaşı’nın etkisinden henüz kurtulamamış olan ve bir
de üstüne gelen 1929 Ekonomik Buhranı ile iyice sarsılan bir
dünya vardır. Bir yanda her ne kadar savaştan galip olarak çıkmış
olsalar bile eski güçlerinde olmayan fakat hala sömürge
imparatorluğu konumunda bulunan
İngiltere ve Fransa gibi ülkeler, bir yanda savaştan dünyanın
yeni süper gücü olarak çıkan ABD, bir yanda komünizm ve Sovyet
Rusya ve bunun kapitalist ülkeler üzerinde oluşturduğu baskı,
diğer tarafta ise Avrupa ve dünyada yükselen totoliter rejimler.
4) “Race” Filmi ve Irkçılık
4-a) Filmin Konusu
Race,
yönetmenliğini
Stephen Hopkins’in yaptığı 2016 yılında vizyona giren
biyografik bir filmdir.
Filmin
hikayesi, 1936 Berlin Olimpiyatları’nda 4 altın madalya kazanan
Siyahi atlet Jesse (JC) Owens’ın hayatının
1933-1936 yılları
arasındaki
dönemini anlatır.
Film
bir yandan Owens’ın altın madalyaya giden başarı hikayesine
ışık tutarken, diğer taraftan ise bize 1930’lu yılların
siyasi ortamı hakkında bir fikir verir. Filme seçilen isim de
hikayeyi çok güzel özetleyen bir kelimedir: “Race”. Race iki
anlamlı bir kelimedir, yani eş seslidir. Aynı anda hem “yarış”
hemde “ırk” anlamlarına gelmektedir ve bu kelime filmin
hikayesini oluşturan iki temel konuyu bize hatırlatır. Spor ve
ırkçılık. Race filmi spor ve ırkçılık konuları üstüne
kurulmuş bir filmdir.
Race,
Jesse Owens’ın 1933 sonbaharında Cleveland, Ohio’da koşma
görüntüleri ile başlar. Jesse’nin antremanı sırasında arka
planda gösterilen şehrin depresif bir havası vardır. Umutsuz,
işsiz insanlar sokaklardadır. Bu
görüntü akıllara 1929 Ekonomik Buhranı’nı getirir. Sabah
antremanından sonra eve dönen Jesse eşyalarını toplar ve evden
ayrılmak için hazırlanır. Jesse, ailesinin üniversiteye gidecek
olan ilk bireyidir. Jesse’nin
ailesi dışında hayatında önemli yeri olan, henüz evlenmediği
ama kızının annesi olan Ruth adında bir sevgilisi vardır ve Ruth
bir kadın kuaföründe çalışmaktadır.
Ohio
Eyalet Üniversitesi’ne atletizimdeki yetenekleri sayesinde giren
Jesse, burada koç Larry Snyder ile tanışır ve ondan eğitim
almaya başlar. Hedef üç yıl sonra düzenlenecek olan Berlin
Olimpiyatları’na katılmak ve orada altın madalya kazanmaktır.
Ancak oyunlar ile alakalı siyasi problemler mevcuttur.
Olimpiyatlara
ev sahipliği yapacak olan ülke Almanya’dır ve Almanya’da 1933
Ocak ayında Hitler ve Nazi yönetimi iktidara gelmiş ve
kısa sürede uygulamaya soktukları ırksal politikaları ile
dünyanın ve de elbette ABD’nin dikkatini çekmişlerdir.
Naziler’in Yahudiler’e karşı göstermiş oldukları tavırdan
endişe duyan Amerikan olimpiyat komitesi, oyunlara katılıp
katılmama konusunda bir karara varabilmek için Almanya’ya bir
diplomat göndermeye karar verir. Bu kişinin adı Avery Brundage’dır
ve kendisi bir müteahhittir.
Almanya’ya
giden Avery, Naziler’in Yahudiler’e karşı uyguladığı ırkçı
politikalarla karşılaşır. Ülkenin olimpiyatlara katılması
taraftarı olan Avery, yaşananları
görmezden gelir ve Goebbels ile olimpiyat oyunlarına kadar bu
ırksal politikalarında bir değişikliğe gitmeleri, uygulamaları
hafifletmeleri konusunda bir anlaşma yapar ve bu şekilde ülkesine
döner. Bu
sahnelerde Nazi yönetiminin ünlü yönetmeni “Leni Riefenstahl”
da olimpiyat oyunlarını kayda alacak yönetmen olarak karşımıza
çıkar.
Tekrar
Jesse’ye döndüğümüzde ise; Jesse sonunda antremanlardan gerçek
yarışlara geçiş yapmıştır. 25 Mayıs 1935 günü Ann Arbor,
Michigan’da Big Ten Atletizm Konferansı’na katılır ve 45
dakika içinde 3 dünya rekoru kırar. Sahaya çıktığında ten
rengi yüzünden yuhalanan ve ırkçı söylemlere maruz kalan Jesse,
25 Haziran’da yani tam bir ay sonra tekrar sahaya çıktığında
ise elde ettiği bu başarı sayesinde beyaz kalabalığın sevgilisi
haline gelmiştir.
Atletizmdeki
başarısı Jesse’ye popülerlik, popülerlik yeni ortamlar ve yeni
ortamlar ise hayatına giren yeni bir kadın getirmiştir. Yarış
için gittiği Los Angeles şehrinde tanıştığı bu genç, güzel
ve üst orta sınıf diyebileceğimiz Siyahi kadın kısa zamanda
Jesse’yi etkiler ve Jesse, sevgilisi Ruth’u aldatır. Yaşadığı
bu yeni ilşiki ve eski ilişkisi arasında sıkışan Jesse, bu
sürecin etkilerini atletizme de yansıtır ve yarış kaybetmeye
başlar. Ancak koç Larry’nin
araya girip verdiği öğütlerin ardından bir seçim yapan Jesse
ailesine geri dönüp kendisini Ruth’a affettirir ve onunla
evlenir.
Bu
sırada
ise Avery tekrar Almanya’yı ziyaret eder ve Berlin sokaklarında
gerçekleşen değişimi görürüz. Sokalarda askerler yerine
balonlarıyla oynayan çocuklar ve binalarda Nazi bayrakları yerine
olimpiyat bayrakları görürüz. Goebbels, görüşmeye gelen
Avery’nin oylamada kendilerine destek vermesi için ona
Washington’da yaptıracakları konsolosluk binasının projesini
teklif eder ve anlaşırlar.
23
Aralık 1935 günü halkın protestoları altında oylama
gerçekleştirilir ve 58 karşı 56 oyla ABD olimpiyatlara katılmayı
kabul eder. Bu
kararın ardında
“Siyahi
İnsanları
Geliştirmek
İçin Ulusal
Birlik”
adlı
kuruluştan
bir
yetkili
Owens’ın
evini ziyaret
eder.
Bu
ziyaretin
amacı
Owens’ın
olimpiyatlara
katılma
kararını
tersine
çevirmektir.
Yetkili
ile
görüştükten
sonra
kafası karışan
Jesse
okula
gidip
Larry’ye
olimpiyatlara
katılmayacağını söyler ve tartışırlar. Sonrasında ise Larry
olimpiyatlara katılmasa bile bir seçeneği olması için en azından
elemelere katılması konusunda onu ikna eder ve Jesse Owens, Temmuz
1936’da New York’da olimpik denemelere katılıp derece alır.
Sonrasında
ise ailesinin
ve arkadaşlarının desteğiyle, bazı Siyahi kesimler tam tersini
istese bile o gemiye biner ve Almanya’ya gider.
Almanya’da
ise hazırlıkla
tüm hızı
ile
ilerlemektedir.
Berlin
Olimpiyatları’nın
unutulmaz
bir
hal
almasını
isteyen
Goebbels,
Riefenstahl’ın
çektiği filme
çok
önem
vermektedir.
Oyunların her anı
yönetmen
tarafından
kayıt
altına
alınmaktadır.
Oyunlar
başlamadan
koç Larry ile çalışabilmek
için
olimpiyat
komitesini
ikna
eden
Owens,
oyunların
ilk
gününde
100
metre
yarışını
10.2
saniye
ile kazanır. Yarışın ardından Owens, Avery tarafından, tebrik
edilmek üzere Hitler’in yanına götürülür ancak Hitler stattan
ayrılmıştır ve Goebbels ona Hitler’in kesinlikle Owens ile aynı
karede fotoğraf çekinmeyeceğini bildirir.
Oyunların
ikinci gününe ise uzun atlama müsabakası sırasında Jesse ve
Almanlar’ın şampiyon sporcusu Luz Long’un birbirlerine karşı
göstermiş oldukları sportmence davranışlar ve başa baş geçen
bir mücadelenin ardından Jesse’nin yarışı kazanıp ikinci
altın madalyasını kazanması damga vurur.
İlk
iki gün istediklerini elde edemeyen Goebbels, üçüncü gün çekim
yapılmasını yasaklar ancak Riefenstahl bu yasağa uymaz ve
çekimlerine kaldığı yerden devam eder. Bu günde ise Jesse 200
metre yarışını 20.7 saniyelik derecesi ile kazanır ve üçüncü
altın madalyasının sahibi olur. Bu günün akşamında ise
Goebbels, Avery’i işbirliklerini ortaya çıkarmakla tehdit ederek
ABD kafilesinde yer alan Marty ve Sam adlı Yahudi sporcuların
yarışlardan çekilmesini sağlar.
Bayrak
koşusundan
çekilen Sam ve Marty’nin yerine geçenlerden biri ise Jesse
Owens’tır ve 4x100 metre bayrak koşusunu Amerikan takımı
kazanır. Bu galibiyet. Jesse’ye bu olimpiyatlardaki dördüncü
altın madalyasını getirir. Olimpiyatlar,
Riefenstahl’ın Jesse’nin uzun atlama galibiyetini temsil eden
sembolik görüntüleri kayda alması ile son bulur. En son sahnede
ise Jesse, eşi Ruth, Larry Snyder ve onun eşi; hep birlikte
Jesse’nin onuruna düzenlenen yemeğe giderler ancak kapıdaki
görevli bu lüks restoranta Jesse ve eşinin ön kapıdan girmesine
kurallar yüzünden izin veremez ve Jesse kendi adına düzenlenen
yemeğe servis kapısından giriş yapar.
4-b) Race Filminin Irkçılık Açısından İncelenmesi
“Race”
filmini ele aldığımızda ilk gördüğümüz şey spor temalı
biyografik bir filmdir. Ancak
hikayenin arka planına indiğimizde ise karşımıza ırkçılık
sorunu çıkar. Film her ne kadar bir spor filmi olsada temelinde
işlediği en önemli konu ırkçılıktır ve seyirciye bu konu
hakkında bir mesaj ya da mesajlar vermek ister, bu amaçla ilerler.
Film ırkçılık olayına iki farklı ırk, iki farklı kültür ve
iki farklı ülke üzerinden yaklaşır. Bir tarafta demokratik,
özgürlükçü Amerika ve tüm bu demokratikliğinin içinde
Siyahiler’in durumu ve diğer taraftan totaliter, zorba Nazi
Almanyası ve Yahudiler’in durumu.
1930’lu
yılları anlatan bu film içerisinde hem Yahudiler hemde Siyahiler
kendi ülkelerinde ırkçı tutumlar ile yüzleşmek zorunda
kalıyorlar. Bir taraf, kölelikten geliyor oluşu ve ten rengi
dolayısıyla ikinci sınıf insan muamelesi görürken; diğer taraf
ise dini temelli başlayan ancak zamanla ön yargılar ve ekonomik,
siyasi etkiler ile birlikte ırksal bir kimlik kazanan bir öfkenin
sonucunda aynı sonuçla yüzleşmek zorunda kalıyor.
Filmi
adım adım inceleyecek olursak; Jesse evden ayrılmadan önce
annesi, göğsündeki
yarayı gördükten ve yıllar
önce atlamış olduğu ölüm tehlikesinden bahsettikten sonra,
“Tanrı
bir nedenden
ötürü
senin
canını
bağışladı.”
diyor. Daha filmin henüz başlarında Siyahiler arasında din ve
tanrı inancı faktörünün gücü ve etkisi hissettiriliyor ve
filmin sonlarında Jesse’nin elde edeceği başarılara bir
gönderme yapılıyor.
Bir
diğer taraftan filmin başında yer alan koşu sahnelerinde 1933
yılında olunmasına rağmen 1929 Ekonomik Buhranı’nın
etkilerinin hala net bir şekilde toplumun, özellikle ekonomik gücü
daha zayıf olan Siyahi toplumun üzerinde net bir şekilde
hissedildiği yansıtılıyor. Sokaklarda dolaşan, sokaklarda ya da
derme çatma barakalarda kalan, kuyruklarda bekleyen insanlar ve bu
insan kalabalığının çoğunluğunu oluşturan Siyahiler.
Siyahiler’in
karşılaştığı ırkçı tutumu ise en net şekliyle Jesse ve
arkadaşı Dave’in üniversiteye gitmek için bindikleri otobüste
görüyoruz. Otobüsün en arka kısmında bir tabela ile Siyahiler
için ayrılmış bir kısım vardır ve tabelada, “For Colored
Patrons/Renkli Kullanıcılar İçin” yazmaktadır. Jesse ve Dave
bu kısımda beyaz olmayan yolcularla birlikte otururlar. Yine
otobüste yaşanan bir diğer örnek ise; Dave otobüsün arkasına
doğru ilerlerken gerçekleşir. Dave’in çantası yanlışlıkla
beyaz bir kadına çarpar ve kadın yüzünde iğrenir bir ifadeyle
kendini çeker. Otobüsün bu kullanım şekli bize gösteriyorki; o
dönemde hala Siyahiler belli sınırlar çerçevesinde özgürler ve
beyazlar
karşısında
ikinci
sınıf
insan
muamelesi
görüyorlar. Ayrıca bu sahne meşhur
“Rosa
Park”
olayını
hatırlatması ile de önem kazanıyor.
“Bir
gün
iş dönüşü bindiği otobüste beyazlara yer vermeye zorlanan Rosa
Parks, yerinden kalkmamakta direnince tutuklanmış ve bu olay
siyahiler arasında büyük bir kızgınlık yaratmıştır. Rosa
Parks’ın tutuklanmasından sonra siyahiler otobüse binmeme
boykotu başlatarak seslerini duyurmaya çalışmıştır.”27
Sonrasında,
üniversiteye gittikten sonra, yaptıkları ilk antremanın ardından
yine beyazlar tarafından aynı muamele ile karşılanıyorlar.
Duşları
kullanabilmek için, önce gelmiş oldukları halde, beyazları
beklemek zorunda kalıyorlar. Bu açıkça ikinci sınıf muamelesi
gördüklerini kanıtlar örnekler olarak bize sunuluyor.
Irkçılık
açısından bir diğer önemli sahne ise; olimpiyat komitesinin
binasının önünde Berlin Olimpiyatları’nı protesto eden
kalabalık ve komite toplantısıdır. Aralarında yer yer
Siyahiler’inde bulunduğu büyük bir kalabalık Berlin
Olimpiyatları’nı ve Naziler’i protesto etmek için komite
binasının önünde toplanmıştır. Pankartlarda; “Unite Against
Germany (or Berlin Games)/Almanya’ya Karşı Birleşin (ya da
Berlin Oyunlarına)”, “Hey Adolph! Leave Our Youth Alone/Hey
Adolf! Gençliğimizi Rahat Bırak”, “Nazi
Germany Is Stained With Blood/Nazi Almanyası Kanla Lekelendi”,
“Anti-Jewish Olympics/Yahudi Karşıtı Olimpiyatlar” gibi
sloganlar yer almaktadır. Naziler’in Yahudi ırkçılığına film
ilk temasını bu pankartlar ile kurmuş olur.
Tamamı
beyazlardan oluşan komite toplantısı ise bizi ilk defa net bir
şekilde ırkçılık sorununun içine çekiyor. Olimpiyatlara
katılım durumunun tartışıldığı toplantıda Naziler’in
Çingeneler’i toplatması ve Yahudi evlerini yağmalatması sorunu
gündeme getirilirken, Avery’nin önüne konulan kitapçığın
üstünde Almanca “Yahudi Problemi” yazdığını görüyoruz.
Toplantıda ayrıca olimpiyatlarda Naziler tarafından Siyahiler’inde
istenmediği söylenirken Avery, boykot kararı vermek isteyen ve
Nazi politikalarını eleştiren muhalif lidere, “Aklıma
gelmişken, en son ne zaman bir Yahudi ya da zenciyle 18 delik
oynadın?”
diye bir soru yöneltiyor. Bu söylemden, Nazi politikalarını
eleştiren bu beyaz Amerikalı elit
kesimin
aslında
eleştirdikleri kişilerden fiziksel şiddete başvurmak dışında
çok da farklı olmadıklarını görüyoruz.
Avery’nin
Berlin ziyaretine bakacak olursak; olimpiyat stadının inşaatının
gerçekleştiği sahnede muazzam bir yapı olan stad ile Nazi
yönetiminin otoritesi ve gücü bağdaştırılmaya çalışılıyor.
Devasa yapılar ile devlet
otoritesi topluma nüfuz ettiriliyor. Bir
sonraki gezide çizimleri sunulan ve Avery tarafından Washington’a
yapılması istenen ve muazzamlığı ile Beyaz Saray’ı gölgede
bırakabilecek olan Alman konsolosluğu da yine aynı devasalık
ilkesinin bir ürünüdür ve adeta Nazi ideolojisinin Amerika’da
yayılma arzusunun bir işaretidir.
Stad
ziyaretinden sonra içinden geçilen bir caddede “Almanlar!
Kendinizi Savunun!”, “Yahudiler’den Satın Almayın!” gibi
duvar yazıları ve pankartlar ve binalara asılan Nazi bayrakları
dikkat çekmektedir. Ayrıca, evleri yağmalanan ve kamyonlara
doldurulan insanlar görülmektedir. Bu noktada ırkçılık fiziki
şiddete bürünmüş olur. Filmin başından itibaren ABD’de Jesse
ve diğer Siyahiler çeşitli yerlerde çok defa ırkçı söylemler
ile karşılaştılar fakat bunlar her zaman söylem ile sınırlı
kaldı. Ancak Almanya’ya
geçtiğimizde ise söylemler fiziki eyleme dönüşmüş olarak
karşımıza çıkar ve Nazi ırkçılığının vahşeti, Amerikan
ırkçılığından daha korkunç bir hale gelir/getirilir.
Irkçılık
sorununa bir küçük parantez açıp filmin diğer önemli
karakterlerinden olan Joseph Goebbels ve Leni Riefenstahl’a
bakmakta fayda var. Filmde Goebbels, propaganda bakanı kimliğinden
çok olimpiyatların düzenleyicisi olarak karşımıza çıkıyor
ancak elbette oyunlara bu kadar önem verilmesinin sebebi yine bu
oyunların ırksal ideolojilerini ve devlet politikalarını yayacak
bir propaganda aracı olarak görülmesi.
Riefenstahl ise Hitler tarafından bizzat seçilmiş olan ve
olimpiyat oyunlarını filme almakla görevlendirilen yetenekli bir
yönetmen olarak sunuluyor ve film boyunca Nazi ideolojisi ve
politikalarını
benimsemekten
çok sundukları imkanları iyi filmler yapmak için kullanan bir
karakter çizgisinde ilerliyor. Naziler’in emrinde ama yinede asi
ve özgür. Goebbels
ve Riefenstahl’ın aralarında geçen bir diyalogta, Goebbels
olimpiyatlar için, “...bunlar
benim oyunlarım.”
diyor. Riefenstahl ise, “Ama
bu da benim filmim. Ben olmadan oyunların bir yılda unutulur.”
şeklinde
cevap veriyor. Bu diyalogdan elde edilebilecek ana düşünce
sinemanın Nazi Almanyası’nın propaganda aracı olarak ne kadar
etkili bir sanat olduğu gerçeğinin tekrar hatırlanması
olacaktır.
Irkçılık
sorununa
tekrar döndüğümüzde; Jesse’nin resmi yarışlarda koşmaya
başladığı 1935 yılı karşımıza çıkıyor. 25 Mayıs’ta ilk
yarışına çıktığında beyazlardan oluşan bir kalabalık
tarafından yuhalanan, hakarete uğrayan Jesse, 45 dakika içinde 3
rekor kırıp tüm yarışları kazanınca bir anda o beyaz
topluluğun sevgilisi haline geliyor ve sonrasında katıldığı tüm
yarışlarda adı haykırılan, sevilen bir insana dönüşüyor.
Bu süreç
gösteriyorki
ırkların
unutulduğu tek an başarının geldiği andır. Elbette bu durum
başka bir ırkçılık örneğidir. Sadece başarılarınla ve
başarılı olduğun sürece topluma kabul edilmek.
Bir
sonraki
önemli
sahne
ise Los
Angeles’da gece kulübüne gittikleri sahnedir. Bu sahnede mekanda
bulunan tüm insanlar Siyahi’dir ve bu şekilde bu mekanın sadece
Siyahiler’e hizmet veren bir yer olduğunu anlarız. Bu aynı
hizmeti farklı mekanda ya da aynı mekanda sınırlar dahilinde ya
da farklı yollardan alma durumu film boyunca birçok defa karşımıza
çıkar. Bu gece klübü sahnesinde, otobüste, Jesse’nin sevgilisi
Ruth’un çalıştığı kuaförde (Kuaförün tüm çalışanları
ve müşterileri beyaz olmayanlardan oluşuyordu) ve elbette filmin
sonunda Jesse’nin onuruna lüks bir restorantta düzenlenen yemekte
(Jesse ve Ruth yemeğe katılmak için ön kapı yerine arkadaki
servis kapısını kullanmak zorunda kalır.) Tüm bu
sahnelerde gördüğümüz ortak şey Siyahiler’in beyazlar
karşısında ikinci sınıf insan muamelesi gördüğü ve toplum
içinde ötekileştirildiğidir.
1936
Berlin
Olimpiyatları,
daha
önce
bahsettiğimiz
benzer
protestolar eşliğinde 23 Aralık 1935’te kabul edilir.
Sonrasındaysa asıl çelişki, çatışma Jesse Owens için yeni
başlar. “Siyahi İnsanları Geliştirmek İçin Ulusal Birlik”
kuruluşu adına evlerine gelen bir temsilci Jesse’den kendi
halkları adına oyunlara katılmamasını ister. Bu duruma sebep
olarak ise kendi ülkelerinde yaşanan ırkçılığa rağmen
Amerika’nın
diğer ülkelerde yaşananlar hakkında ahkam kesmesini ve yaşanan
tüm olayları aynı büyük nefretin parçaları olarak görmeleri
olarak belirtir. Eğer Jesse oyunlara gitmezse hem Almanya’da
ezilen halklara desteğini göstermiş olacak hemde bu Amerika’nın
karşısında yer alan zenci cemaati sağlam bir darbe indirme
şansını yakalamış olacaktır. Olimpiyatlara
giden bu süreçte katılmama fikrini düşündüğü için Larry
tarafından, denemelere katıldığı için de Siyahi basın ve
topluluklar tarafından tepkiyle karşılanır Jesse. Jesse’nin
asıl korkusu ise Berlin’e gidip başarısız olmaktır. Eğer
başarısız olursa, Naziler’in uyguladıkları ırksal
politikalarının haklılığını kanıtlamış olacaktır. Ancak
sonuçta yinede o gemiye biner. Gemi sahnesinde yine Siyahiler’e
uygulanan ikinci sınıf insan muamelesini görürüz. Tüm kafile
birinci sınıf kamaralarda yolculuk yaparken Siyahi sporcular daha
alt bölümlerde kalır.
Larry’nin
ayakkabı fabrikası aradığı
sırada
şehirde
kaybolduğu
ve
yanlışlıkla,
kamyonlara, büyük
olasılıkla
Yahudi
olan,
kişilerin
doldurulduğu
ana
denk
geldiği
ve
bunu
görmesinin
Alman
askerleri
tarafından engellendiği sahne ırkçılığın, bir kez daha
söylemden fiziksel şiddete dönüştüğü
anlardan
birisidir. Film boyunca Naziler’in ırkçılığı hep fiziksel
şiddet bağdaşırken ve ırkçılık sonunda şiddeti doğururken,
Amerikan ırkçılığı her zaman sadece söylem düzeyinde kalıyor.
Irkçılığın
net
bir şekilde ortaya çıktığı bir diğer sahne ise 100 metre
koşusundan sonradır. Hitler, Jesse Owens’ın galibiyetini tebrik
etmeden stadı terk eder ve Goebbels, bu duruma sinirlenip hesap
soran Avery’ye, “Sizce
o, şununla el sıkışırken fotoğraf çektirmeye izin verir mi?”
diye Almanca olarak cevap verir. Bu sahneden, aslında Naziler’in
ırkçı tavırlarını çok net bir şekilde ortaya koyduklarını
görürüz.
Amerikan
Sineması’nın Alman halkı ile Naziler’i birbirinden ayıran ve
onları Naziler’e karşı direnme gücünü içinde barındıran
bireyler olarak tasvir etme tarzı bu filmde de kendini gösterir ve
bunu uzun atlama yarışlarının yaşandığı sahneler ile yapar.
Bu sahnede Alman Luz Long ve Jesse sportmen bir şekilde mücadele
eder; Luz, Jesse’ye yardımcı olur ve ırk farkı gözetmeksizin
birlikte samimi ve dostane pozlar verirler. Görüntüleri kayda alan
kameraman Long’un kariyerini mahvettiğini söylediğinde,
Riefenstahl, “Hayır...o
benim filmimi yapıyor.”
der. Buradan yine Riefenstahl’ın Nazi politikalarına uzak bir
bakış açısı çizdiği söylenebilir. Film içerisinde yine Luz
Long kullanılarak Nazi Almanyası ve ırksal politikalar içerden,
bir Alman’ın ağzından eleştirilmiş oluyor. Long ve Owens’ın
Long’un odasında yaptıkları sohbette, her iki ülkede de
ırkçılık sorunları yaşandığı ama Almanya’da yaşanan
sürecin karşısında ABD’nin kötünün iyisi konumuna
getirildiğini görebiliyoruz.
Jesse’nin
oyunlarda gösterdiği başarı ve kazandığı madalyalar sonucunda,
ABD’li Yahudi sporcuların da olası bir başarısı ile Berlin
Olimpiyatları’nın ırksal politikalara çok büyük zarar
vereceği düşüncesiyle Naziler ABD’nin bu Yahudi sporcuları
oyunlarda kullanmasını engelliyorlar ancak Yahudi atletlerin yerine
yarışa katılan Jesse bir defa daha altın madalyayı kazanan isim
oluyor.
Dikkat
edilmesi gereken son sahne ise Riefenstahl’ın Jesse’nin altın
madalya getiren atlayışını tekrar çekmesi. Bu sahnede
Riefenstahl, “Burada
bir tarih yazdın. Benim yapmak istediğim bunu görmemiş insanların
yıllar sonra da görmesini sağlamak. Böylelikle yaptığın şeyi
asla unutmayacaklar.”
diyor Jesse’ye. Bu
diyaloğun ardından film içinde birkaç kez tekrar edilen
Riefenstahl’ın düşünce yapısı olarak Naziler’in
politikalarını desteklemekten çok bu işi sanatsal bir çalışma
olarak yürüttüğü fikri bir kez daha güç kazanıyor. Gerçek
Riefenstahl belki bir Nazi’ydi ya da değildi ancak filmdeki
karekterin Nazi düşüncelerinden çok sanatsal yönü ağır basan
bir yönetmen olarak ele alındığı görülüyor.
Jesse
Owens’ın 1936 Olimpiyatları’daki başarısının Beyaz Saray
tarafından hiçbir zaman resmi olarak tanınmaması gerçeği,
Siyahiler’in uğradığı ırkçılığın boyutlarını bir kez
daha gözler önüne seren bir başka acı verici nokta olarak bu
hikayeyi sonlandırmaktadır.
Sonuç
Bu
çalışmanın amacı 2016 yapımı “Race” filmini ırkçılık
sorunu çerçevesinde incelemektir. Film, hikayesinin geçtiği
1930’lu yıllarda iki farklı ülkede (ABD ve Nazi Almanyası) iki
farklı topluluğun (Siyahiler ve Yahudiler) yüzleştiği ırkçılık
sorununa değiniyor.
Bu
çalışma filmin daha iyi okunup anlaşılması adına filmin
incelenmesinden önce bazı önemli noktaların aydınlatılmasını
hedeflemiştir. Bu amaçla öncelikle ırk ve ırkçılık
kavramlarının açıklanması yoluna başvurmuştur. Irk
kavramının
ele alındığı bu ilk bölümde görülmüştürki ırk kavramı
daha önceki dönemlerde birçok medeniyette kendine yer bulsa bile
asıl gücünü coğrafi keşifler sonrasında, Batılı devletlerin
işgal ettikleri yerlerdeki sömürgeci faliyetlerini meşrulaştırma
çalışmalarıyla kazanmıştır. Batılı güçler, ortaya
attıkları ırk kavramı ile kendilerini üstün, sömürge
topraklarını ise geri olarak tanımlamış ve bu geri toplumlara
medeniyet götürdüklerini savunmuşlardır. Zaman içerisindeyse bu
ırk kavramı ve bazı ırkları diğerlerinden üstün görme tutumu
ırkçılığı doğurmuştur. Irkçılık ile birlikte bazı
topluluklar ve milletler ten renkleri, kültürleri ve inanışları
gibi çeşitli nedenlerden dolayı aşağılanmaya ve
ötekileştirilmeye maruz kalmıştır. Irkçılığın en uç
örneklerinden birini ise Almanlar’ı üstün ırk olarak gören ve
bu sebeple onlara yaşam alanı açmak için Yahudiler’i
katletme yoluna giderek soykırım yapan Naziler göstermiştir.
Irkçılık
kavram ve gelişim süreci olarak açıklanmaya çalışıldıktan
sonraysa bu durumun ABD ve Nazi Almanyası’nda yaşanış şekline
değinilmiştir.
ABD’ye
coğrafi
keşiflerin
ardından
Afrika’dan
gemiler ile getirilen bu halk uzun yıllar boyunca insani haklardan
mahrum bir şekilde köle olarak çalışmaya ve yaşamaya mahkum
edilmiştir. Amerikan İç Savaşı’na kadar geçen süre boyunca
nesiller boyu köle olan bu millet, savaşı Kuzey’in kazanması ve
köleliğin resmi olarak kaldırılması ile birlikte özgürlüğünü
kanun önünde kazanmış olur. Ancak bu dönemden
sonra ise toplum önünde özgürlüğün ve eşitliğin kazanılması
mücadelesi başlar. Her ne kadar artık köle olmasalar bile önce
ekonomik koşullarının kötülüğü
sebebiyle
dışlanan, toplum dışı kalan Siyahiler, ekonomik iyileşmeler
gösterdikleri dönemlerde ise ten renkleri üzerinden ırkçı bir
saldırı ve söylemle yüzleşip ikinci sınıf insan konumuna
indirildiler. Uzun yıllar bu ırkçılığın üstesinden gelip
toplum önünde eşitlik kazanmak için mücadele veren Siyahilar,
2008 yılında Obama’nın ilk Siyahi başkan seçilmesiyle birlikte
önemli bir zafer kazandılar. Bu dönemden sonra Siyahiler’in
yaşadıkları süreçler kendine Hollywood’da da daha
sık yer
bulmaya başladı ve Siyahiler’in geçmişine ışık tutan “Race”
gibi filmlerin sayısı hızla artmaya başladı.
Nazi
Almanyası’nda Yahudiler’in durumuna baktığımızda ise; sonu
soykırım ve 6 milyon insanın ölümü ile biten bir süreç
görürüz. Naziler’in üstün ırk politikalarının kurbanı olan
Yahudiler’in yaşadıklarına baktığımızda olayların temelinde
birçok neden olduğunu ve bu nedenlerin birleşiminden ortaya çıkan
tüm öfkenin Yahudiler’e döndüğünü görürüz. En temel neden
ise ekonomiktir. Almanya I.Dünya Savaşı’ndan mağlup olarak
ayrılıp savaşın oluşturduğu yük ekonomiyi çökme noktasına
getirdiği ve halkın büyük çoğunluğu yoksullukla yüzleşmek
zorunda kaldığı için büyük bir öfke oluşmuştur. Böyle bir
ortamda geçmişten gelen bir kültürle ticaret hayatında çok
aktif, Alman ekonomisinde çok önemli bir güç olan ve zenginliği
elinde bulunduran Yahudi toplumu öfkenin hedefine konulmuştur.
Ekonomik nedenlere
eklenen Yahudiler’in Hristiyanlık’ı kabul etmemeleri gibi dini
nedenler ve Yahudiler’in aç gözlü, dolandırıcı kimseler
olduklarına dair ön yargılar öfkenin miktarını daha da
arttırmıştır. Bu öfke dönemin bilim insanları, düşünürleri
ve yazarları tarafından da yönlendirilmiştir. Tüm bunların
sonucunda iktidara gelen Hitler ve Naziler ise tüm bu nefreti
şiddete dönüştürmüş ve soykırım
gerçekleştirmiştir.
Bu
çalışmada
değinilen
bir
diğer önemli nokta ise Amerikan Sineması’nın Nazi
karşıtlığıdır. Amerikan Sineması, özellikle II.Dünya Savaşı
boyunca Nazi karşıtı propaganda filmleri yapmıştır. Küçük ve
orta büyüklükteki şehirlerde geçen hikayelerde, Alman halkı ve
Naziler birbirinden ayrı tutulur, Almanlar’ın Naziler’e karşı
direnme gücü ve isteği olduğuna vurgu yapılır ve Naziler Alman
aile yapısı ve toplumunu çökertmekle suçlanır. Bu dönem
boyunca propaganda amaçlı olarak üretilen savaş filmleri, savaş
bittikten sonra günümüze kadar gelen süreçte de varlığını
sürdürmeye devam etmiştir. Buradaki
temel
amaç
zaten
yok
olmuş
olan
bir
ideolojiyi
tekrar
ve
tekrar
kötülemek
değil;
Amerikan ideolojisini
ve kültürünü yüceltirken ABD’yi dünyanın kurtarıcısı ve
barışın koruyucusu olarak konumlandırmaktır. Bu amaca uygun
olarak yakın dönemde “Okuyucu
(The Reader)”, “Soysuzlar Çetesi (Inglourious Basterds)”,
“Çizgili Pijamalı Çocuk (The Boy in the Striped Pyjamas)”,
“Şeytanın Aritmetiği (The Devil’s Arithmetic)”, “Piyanist
(The Pianist)”, “Schindler’in Listesi (Schindler’s List),
“Race”, “Fury”, “Kaptan Amerika İlk Yenilmez (Captain
America The First Avenger)”, “En Karanlık Saat (Darkest Hour)”,
“Dunkirk”, “Er Ryan’ı Kurtarmak (Saving Private Ryan)”
gibi
filmlerin hala üretildiğini ve II.Dünya Savaşı ve Yahudi
Soykırımı’nı konu aldığını görüyoruz.
Amerikan
ve Nazi ırkçılığı ile ilgili açıklamalar yapıldıktan ve
Amerikan Sineması’nın Nazi karşıtı tutumundan bahsedildikten
sonra ise kısaca 1930’lu yıllarda dünyanın siyasi durumuna
değinilmiştir. Bu dönemde dünya bir yandan önceki büyük
savaşın ve 1929 Ekonomik Buhranı’nın etkilerinden kurtulmaya
çalışmakta, diğer yandan ise adım adım yeni bir savaşa doğru
gitmektedir. İngiltere ve Fransa gibi bazı Avrupa devletleri hala
ekonomilerini sömürgecilik üzerinden ilerletmekte, Asya ve Afrika
kıtasının büyük çoğunluğunu kontrolleri altında tutmaktadır.
Amerika savaştan dünyanın yeni süper gücü olarak çıkmış ve
İngiltere’nin koltuğunu devralmıştır. Diğer tarafta ise
Sovyetler ve komünizm, kapitalist Batı için bir tehtid
oluşturmaktadır. Avrupa’da
birçok devlet totoliter rejimlerle yönetilmektedir. Bu dönemde
savaşın ayak seslerini en fazla duyuranlar ise totoliter yönetimler
altında ırkçı ve yayılmacı politikalar benimseyen Almanya,
İtalya ve Japonya’dır.
Dönemle
ilgili tüm gerekli bilgiler aktarıldıktan sonra ise Race filminin
ırkçılık sorunu çerçevesinde incelenmesine geçilmiştir. İlk
önce filmin konusu baştan sona ana hatlarıyla anlatılmıştır.
Konu anlatıldıktan sonra tek tek sahneler üzerinden ırkçılık
göstergeleri üzerine yoğunlaşılmıştır. Filmi üzerine yapılan
incelemenin ardından çıkarılan sonuç şudur: “Race” ön
planda Jesse Owens’ın olimpiyat başarısını anlatan spor ve
biyografi türünde bir filmdir. Arka planda ise asıl işlediği
konu ırkçılıktır.
Film
ırkçılığa iki farklı ülke ve iki farklı topluluğun maruz
kaldığı durumlar üzerinden yaklaşır. Bir yanda Amerikan
toplumunun Siyahiler’e karşı tutumu, diğer yanda ise Naziler ve
Yahudiler’e karşı uyguladıkları ırkçı politikalar.
Race,
Amerikan
tarihinde Siyahiler’in yaşadığı zorluklara değiniyor oluşu,
yaşadıklarını göstermesi ile 2008 sonrası üretilen ve
Siyahiler’in tarihine yoğunlaşan birçok filmden sadece
birisidir. “Lincoln,
2015”, “Black Panther, 2018”, “Django: Unchained, 2012”,
“Hateful Eight, 2015”, “Subirbicon, 2017” ve
“Concussion, 2015” gibi
filmlerde merkezine Siyahi karakterleri alan ve bir şekilde yaşanan
bu ırkçılık sorununa örnek olarak verilebilecek son dönemin
diğer filmlerinde birkaç tanesidir.
Race,
ilk başta Amerikan toplumunun Siyahiler’e göstermiş olduğu
ırkçı tutumu ve onları ikinci sınıf insan konumuna indirmesini
göstererek adeta geçmişle bir hesaplaşma, bir af dileme ve
yaşananları kabul etme süreci başlatıyor. Ancak Amerikan
toplumunun tüm ırkçılığına rağmen, yapılan ırkçılık her
zaman sadece söylem düzeyinde kalıyor. Bu belki, sadece tek
taraftan ele alınarak bakılan bir durum olsa o kadar büyük bir
problem oluşturmaz. Ancak tam bu noktada devreye Naziler giriyor.
Filmde
Siyahiler’den sonra ırkçılığa uğrayan bir başka topluluk
daha gösteriliyor; Yahudiler! Yahudiler’in uğradığı ırkçılığın
devreye girmesiyle birlikte ilk defa fiziki şiddetle sonuçlanan bir
ırkçılık ile karşılaşıyoruz. Amerikan ırkçılığı her
zaman söylem düzeyinde kalırken Naziler ırkçılığı fiziki
şiddete, evlerin yağmalanmasına, insanların kamyonlara doldurulup
yuvalarından koparılmasına götürüyor. Dolaysıyla ırkçılığın
seviyesini daha yukarılara çıkarıyor.
Her
ne kadar Yahudi Soykırımı ve Nazi ırkçılığı dünya tarihi
açısından çok önemli ve elbette ağır konular olsa bile bu film
özelinde sadece bir araç haline getirilmiştir. Asıl önemli olan
konu Siyahiler’in uğradığı ırkçılıktır. Film izleyen
herkese şunu söyler: Tamam Amerika Siyahiler’e ırkçılık
yapmıştır, onları toplumun dışına itmiştir ancak Naziler,
Yahudiler’e daha kötüsünü yapmıştır. Amerikan ırkçılığı
söylemden öteye gitmezken, Naziler ırkçılığı fiziksel
müdahaleye, şiddete ve etnik temizliğe/soykırıma kadar
götürmüştür. Böylelikle
yaşananlar kabul edilmekle birlikte amaç Siyahi toplumundan af
dilemek değil, daha çok yaşananların üstünü örtmek ve geçmiş
acıları olduğundan daha hafif bir şekle sokarak zihinlerde böyle
yer etmesini sağlamaktır.
Filmin
Siyahi ve başarılı bir sporcu olan Jesse Owens’ın hayat
hikayesini merkezine alması da bu politikanın amacını yansıtan
bir diğer noktadır. Jesse Owens ezilmekte, dışlanmakta ve ikinci
sınıf muamele görmektedir ancak ülkesi ona özgürlükler de
vermektedir. Owens, Amerikan bayrağı altında ülkesini temsil etme
hakkına sahiptir. Bu hakkı kullanır ve muazzam başarılar
kazanır. Böylelikle gösterilen şudur; her ne kadar toplumda hala
ırkçılık yaşansa bile Siyahiler özgürdür ve başarılı olma,
bir şeyler elde etme şansına sahiptir. Oysa aynı dönemde
Almanya’da ırkçılığa uğrayan bir diğer topluluk olan
Yahudiler’in hiçbir şansı yoktur. Ellerinden tüm imkanlar
alınmıştır. Hiçbir şey başarmalarına izin verilmez, özgür
değillerdir artık. Bu şekilde Siyahiler daha iyi koşullar altında
bulunmuş bir konuma gelirken; Nazi Almanyası ve ırkçı
politikaları yerilerek Amerika ve Amerikan toplumu yüceltilmektedir.
Sonuç
olarak verilen tüm bilgilerin ışığında genel bir değerlendirme
yapılacak olursa; “Race” merkezine ırkçılığı alan,
ırkçılığı iki farklı topluluk üzerinden anlatan bir filmdir.
Önce Siyahiler’in Amerikan toplumunda karşılaştığı ırkçılığı
yansıtarak geçmişini kabullenir ve bir şekilde af dilediği
izlenimini uyandırır. Daha sonra ise Naziler’i ve Yahudiler’e
uyguladıkları ırkçılığı gösterir. Irkçılığın nasıl
söylemden öte fiziki bir şiddete dönüştüğünü yansıtır. Bu
şekilde ise Amerikan ırkçılığını kötünün iyisi konumuna
getirir. Amerika’da yaşananlar kötüdür ancak daha kötüsü
vardır. Daha
kötüsü her zaman vardır.
Kaynakça
- SAYIN Eylem-CANDAN Hakan, Küresel Irkçılığın Yükselişi, Ardahan Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 2016
- MIZRAK Baransel, Amerika’da Ayrımcı Politikalar ve Siyahi Mücadele Tarihi, İNSAMER
- KARADAĞ Cafer Tayyar, Alman Federalizminin Tarihsel Süreçteki Gelişimi, CBÜ Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 13, Sayı 2, Haziran 2015
- ERTAN Serkan, Almanya’da Irkçılık ve Antisemitizm, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü AB ve Uluslararası Ekonomik İlişkiler Anabilim Dalı, Ankara-2012
- FERRO Marc, Sinema ve Tarih, Ayrıntı Yayınları, Haziran 2017, İstanbul
- Gençler İçin Çağdaş Tarih, Epsilon Yayınları, Eylül 2004, İstanbul
1SAYIN
Eylem-CANDAN Hakan, Küresel Irkçılığın Yükselişi, Ardahan
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 2016,
s.36
2SAYIN
Eylem-CANDAN Hakan, a.g.e, s.38
3SAYIN
Eylem-CANDAN Hakan, a.g.e, s.37
4SAYIN
Eylem-CANDAN Hakan, a.g.e, s.39
5MIZRAK
Baransel, Amerika’da Ayrımcı Politikalar ve Siyahi Mücadele
Tarihi, İNSAMER, s.1-2
6MIZRAK
Baransel, a.g.e, s.2
7MIZRAK
Baransel, a.g.e, s.2
8MIZRAK
Baransel, a.g.e, s.20
9KARADAĞ
Cafer Tayyar, Alman Federalizminin Tarihsel Süreçteki Gelişimi,
CBÜ Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 13, Sayı 2, Haziran 2015, s.129
10ERTAN
Serkan, Almanya’da Irkçılık ve Antisemitizm, Yüksek Lisans
Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü AB ve
Uluslararası Ekonomik İlişkiler Anabilim Dalı, Ankara-2012,
s.47-48
11ERTAN
Serkan, a.g.e, s.48-49
12ERTAN
Serkan, a.g.e, s.49
13ERTAN
Serkan, a.g.e, s.52
14ERTAN
Serkan, a.g.e, s.55
15ERTAN
Serkan, a.g.e, s.56
16ERTAN
Serkan, a.g.e, s.58
19ERTAN
Serkan, a.g.e, s.58-59
20ERTAN
Serkan, a.g.e, s.60-61
21FERRO
Marc, Sinema ve Tarih, Ayrıntı Yayınları, Haziran 2017,
İstanbul, s.113
22FERRO
Marc, a.g.e, s.162
23FERRO
Marc, a.g.e, s.165
24FERRO
Marc, a.g.e, s.102
25Gençler
İçin Çağdaş Tarih, Epsilon Yayınları, Eylül 2004, İstanbul,
s.18
27MIZRAK
Baransel, a.g.e, s.14
Yorumlar
Yorum Gönder