RIO VE FAVELALAR



                                                           “Güzeller güzeli bir kadın ve onun pasaklı yavrusunun hikayesi”

Rio de Janeiro! Deniz, kum ve güneş; İsa Heykeli; Rio Karnavalı ve elbette Favelalar. Çok kültürlü, çok renkli, egzotik bir Güney Amerika kenti. Çoğu insan için Rio elbette sadece bunlarla sınırlı olabilir ancak bu kent ayrıca yolsuzluğun, yabancılaşmanın, şiddetin kenti.

Giriş


Rio de Janeiro, Brezilya’nın en büyük ikinci kenti ve ülkenin dünyaya açılan yüzüdür. Turistik açıdan çok büyük öneme sahip olan kent, meşhur “Rio Karnavalı”, İsa Heykeli, Copacabana Sahili gibi sembolleşen yerler ve etkinliklerle dünyanın her yanından insanların dikkatini çeken bir dünya kentidir.
Kentin bir yanında Copacana Sahili, Guanabara Körfezi gibi alanlar onu Atlas Okyanusu’na bağlarken sahil bölgesinden uzaklaştıkça karşımıza ormanlarla kaplanmış dik yamaçlar, tepeler ve dağlar çıkar. Rio de Janeiro, yeşil ve mavinin; orman ve denizin buluştuğu bir şehirdir.
Kültürel etkinlikleri, sembolleşen yapıları ve doğal güzellikleriyle Brezilya turizmi için önemli bir şehir olan Rio, tüm bu turistik özellikleri dışında adına “Favela” denilen gecekondu mahalleleriyle de ünlüdür. Özellikle sahil bölgesinden uzak olan, Rio’nun dik yamaçlarında yoğunlaşan Favelalar, şiddet olaylarının sürekli olarak yaşandığı, uyuşturucu çetelerinin kontrolünde olan ve gözardı edilmiş bölgelerdir. Çeteler dışında ekonomik durumu iyi olmayan insanlar da bu bölgelerde ikamet etmektedir ve yıllar içerisinde sahil bölgesinde yaşayanlar ile aralarında bir ayrışma, bir yabancılaşma sorunu ortaya çıkmıştır. Çete savaşları ve polis baskınları arasında ölüm tehlikesi ile yüzleşen Favela sakinleri yinede bu bölgelerde yaşamaya devam etmektedirler.
Bu çalışma, Rio’nun ve Favelalar’ın daha iyi anlaşılabilmesi için “Tanrı Kent/Cidade de Deus”, “City of Men/ Cidade dos Homens”, “Özel Tim/Tropa de Elite”, “Özel Tim 2/Tropa de Elite 2”, “5x Favela, Agora por Nos Mesmos/5x Favela, Now by Ourselves”, “Rio, Seni Seviyorum/Rio Eu Te Amo” ve “Favela Rising” filmlerini inceleyecektir.
Ancak öncelikle, şehrin ve kültürün daha iyi anlaşılabilmesi için Latin Amerika’nın keşfinden, sömürgecilik dönemlerinden, Brezilya tarihinden, “Cinema Novo” akımından, Rio şehrinin yapısından ve tarihinden, Favela kültüründen ve oluşum sürecinden bahsedilecektir. Bu süreçler tamamlandıktan ve gerekli bilgiler verildikten sonra ise bahsi geçen filmlerin incelenmesine geçilecektir. En sonunda ise verilen bilgiler ve incelenen filmler eşliğinde genel bir değerlendirme yapılarak çalışma sonlandırılacaktır.

1) Sömürgecilikten Günümüze Brezilya Tarihi


Brezilya tarihi, aslında çok daha uzun yıllar öncesine, Amerikan Yerlileri’nin yani Kızılderililer’in zamanlarına dayanıyor ancak günümüz Brezilya’sının tarihi “Coğrafi Keşifler” döneminde Portekizliler’in kıtaya gelip, bu bölgeyi sömürgeleştirmesi ile başlıyor. Daha sonrasında bağımsızlık, monarşi, ardından cumhuriyet ve cumhuriyet dönemi içinde yaşanan darbeler. En son darbe yönetiminin 1985 yılında son bulmasının ardından ise sivil yönetimler güç kazanıyor. Sivil yönetimler dönemi ise çoğunlukla yolsuzluk olayları ile anılıyor.



1-1) Sömürgeden Bağımsızlığa Latin Amerika


Brezilya tarihine geçmeden önce “Yeni Dünya” olarak bilinen toprakların keşfi ve bu bölgede gerçekleştirilen sömürgecilik faliyetlerine değinmek ülke kültürünü daha iyi anlamak açısından faydalı olacaktır. Bu durum bizi 1492 yılına götürür.

Kristof Kolomb’un 1492’de Amerika’yı keşfiyle birlikte Latin Amerika’da yeni bir dönem başlamıstır. Bu keşiften önce de Latin Amerika’da kurulmuş olan uygarlıklar vardır. Meksika’da Aztekler, Meksika ve Orta Amerika’da Mayalar ve Peru’da İnkalar devletler kurmuştur. Bu uygarlıkların yanı sıra Amerika kıtasında birçok topluluk devletleşememiş küçük birimler, köyler, kabileler olarak yaşamıştır. Avrupalıların Amerika’yı keşfinden önce bu kitada 100 milyon insanın yaşadığı varsayılmaktadır. Bu nüfus 150 yıl sonra 3,5 milyona düşecektir (Galeano, 1983: 27).”1

Sunulan bu oran Amerika kıtasının Avrupalılar tarafından keşfedildikten sonra nasıl bir kıyımla karşılaştığını belgeler niteliktedir. Yerli nüfusun uğradığı bu soykırımda etkili olan en temel faktörler; sömürgeciler ile girişilen savaşlar, Avrupa’dan kıtaya gelen hastalıklar ve yerli halkın madenlerde çok ağır koşullar altında çalıştırılmasıdır.
Khristof Kolomb’un ayak bastığı yer aslında ana kara değil Bahama adalarıdır. Hindistan’a ulaşmak ve baharat elde etmek için çıkılan sefer sonucunda Kolomb kendibi Bahama kıyılarında bulmuştur. Varılan yerin Hindistan olmadığı anlaşılmış ancak bu bölgede daha değerli bir malzeme, değerli madenlerin varlığı keşfedilmiştir. Böylelikle yeni kıtanın keşfinden itibaren geçecek olan birkaç yüzyılda Yeni Dünya madenlerinden altın ve gümüş Avrupa’ya taşınacaktır. Kıtanın keşfinin ardından Avrupalılar bölgeyi hızla ele geçirdi. Yerli halk ilk başlarda altın ve gümüşü paylaşmak konusunda tereddüt etmezken sonrasında sömürgecilerin daha fazlasını ele geçirme arzusu çatışmalara sebep oldu. Avrupalılar yerli halkın yaşam alanlarını ele geçirip onların iç yapısını bozarak bu medeniyetlerin yok olmasına sebep oldular. Özellikle ilk dönem kaşiflerinin ardından gelen hazine avcıları ve maceraperestler, değerli madenlere ulaşabilmek adına yerli halka karşı her türlü zorbalığa başvurdu.

16. ve 18. yüzyıl arası süren sömürgecilik tarihi, genel hatları ile birbirleriyle iç içe geçmiş kısmen art arda gelen, kısmen beraber giden üç bölüm altında incelenebilir. Sömürgeciliğin ilk evresinde Amerika idari olarak ele geçirilirken, Amerika’da yer alan uygarlıklar yıkılır. İlk dönemle benzer tarihlerde baslayıp daha uzun süren ikinci dönemde, madenlere yönelik bir sömürgecilik varken, üçüncü dönemde, madenlerin azalmasıyla birlikte tarıma dayalı sömürgecilik başlamıştır.”2

Sömürgeciliğin ilk döneminde kıtanın kontrolünü sağlamak amacıyla yerel devletler denilebilecek Aztek, Maya ve İnka medeniyetleri ile mücadeleler verilmiş ve askeri açıdan daha üstün olan Avrupalılar bu medeniyetleri bozguna uğratmıştır. Bu dönemde ticaret tarımdan daha önemli olmasına rağmen topraklar, yerel güçlerin sorun çıkarabileceği düşüncesiyle, ele geçirilmiş ve yerel medeniyetler yok edilip bölgenin kontrolü İspanya ve Portekiz hakimiyetine girmiştir.
İspanyollar ve Portekizliler tarafından ele geçirilen Latin Amerika’da hem dil hemde din birliği sağlanmıştır. Kıta sakinleri İspanyolca ve Portekizce dillerinden en az birini konuşabilmektedir ve kıtanın hakim dini Katolik Hristiyanlık’tır. Bu bütünlük sömürgeciliğin ilk yıllarından itibaren oluşturulmaya başlanmıştır. Yerel halkın iç yapısı ve kültürü çökertilerek yeni din ve dil birliği içine alınmıştır.
İlk dönem sömürgeciliğinin bir diğer önemli noktası da Rio de Janeiro gibi birçok liman kentinin kurulmasıdır. Bunun temel sebebi bu ilk dönemde en yoğun etkinliğin Avrupa ile olan ticaret hareketlilik olmasıdır.
İkinci dönem ile birlikte madenlerin sömürülme evresine geçilir ve yaklaşık 200 yıl boyunca Avrupa altın ve gümüş ihtiyacının çoğunu bu yeni kıtadan sağlar. Bu dönemde göç eden Avrupalılar arasında kaşifler ve maceraperestler dışında iş amacıyla gelenler de bulunmaktadır. Yine bu dönemde yerli halk madenlerde çalışmaya zorlanır ancak ağır çalışma koşullarına uyum sağlayamazlar. Böylelikle ilk defa Afrika’dan köleler madenlerde çalıştırılmak amacıyla kıtaya getirilir. Böylelikle günümüz Latin Amerika’sının melez ırkını oluşturan en temel üçüncü topluluk da kıtaya ayak basmış olur. Günümüz melez yapısı temel olarak yerli halk, Avrupalı beyazlar ve Afrikalı Siyahiler’den oluşmaktadır. Bu farklı ırkların ve farklı kültürlerin karışımından da Latin Amerika’nın kendine has melez kültürü ortaya çıkmıştır.
Sömürgeciliğin en uzun süren dönemi ise tarıma dayalı olan üçüncü dönemdir. Madenlerin tüketilmesinin ardından kıta toprakları tarım arazileri olarak kullanılmaya başlanmıştır.

17. yüzyıldan itibaren, Avrupa’nın ihtiyaçlarına göre sırasıyla şeker pancarı, kahve, kakao gibi ürünlerin tarımı yapılmıştır. Bu ürünlerin ortak özelliği ise zamanla toprağın verimini ve tarıma müsaitliğini azaltmasıdır (Galeano, 1983: 73). Bu ürünlerin yanı sıra kauçuk, pamuk ve muzda ihraç edilmektedir. Tarım alanları, büyüklüklerine göre latifundia ya da hacifundia gibi isimler alır (Ferro, 2002: 215). Her latifundia ve hacifundia bir kişiye aittir ve binlerce hektar topraktan oluşur. Bu alanlarda binlerce insan çalışır, ama çalışanların toprakları yoktur. Kölecilik temel olarak bu dönemin ürünüdür (Ferro, 2002: 292). Köleler toprak sahibinin malıdır ve özgür değillerdir, diğer çalışan insanların da toprağı yoktur ve genel olarak karın tokluğuna çalışırlar. Çalışan insanların arasında, kölelerden başka yerliler ve Avrupa’dan gelen ve toprakları olmayan kişiler de yer almaktadır. Bu dönem için, Latin Amerika toplumlarının en büyük sorunlarından olan gelir dağılımında eşitsizliğin oluştuğu dönemdir, denilebilir. Latin Amerika günümüzde bile gelir dağılımının en eşitsiz dağıldığı bölgedir. Gelir dağılımındaki eşitsizlik, Latin Amerika toplumlarının en önemli sorunlarından olan yoksulluğa yol açmaktadır.”3

Bu dönemde kıtada uygulanan bu bilinçsiz tarım faliyetleri adına “sertao” denilen kurak toprakları doğurmuştur. Özellikle şeker kamışı üretimi tarım arazilerini çoraklaştırmıştır. Zamanla bu bölge eşkıyaların ve mistik efsanelerin hüküm sürdüğü alanlara dönüşmüştür. 1960’lı yıllarda kıtada etkili olan Üçüncü Sinema akımlarında ve Brezilya’da Cinema Novo’da yönetmenler kameralarını bu yoksul bölgeye çevirmişlerdir. Glauber Rocha’nın “Kara Tanrı Beyaz Şeytan” adlı filmide sertaoda geçen önemli bir filmdir.
Latin Amerika’nın sömürgecilikten soğan bir diğer önemli sonucu ise melezliktir. Sömürgecilik sonucunda; kıtaya gelen Avrupalılar, Afrika’dan getirilen köleler ve yerli halk zamanla kaynaşarak yeni melez bir ırkın oluşmasını sağlamıştır. İlk dönemde bu üç farklı ırkla oluşan yeni topluma zamanla ortadoğundan Araplar ve dünya savaşlarının ardından Yahudiler, Japonlar, Naziler gibi farklı topluluklar da katılmıştır. Kıtanın en eski ırkı yerliler olmasına rağmen nüfus oranları savaşlar ve hastalıklar sonucunda bir hayli azalmıştır ve kalan halkın çoğunluğu And Dağları’nda yaşamaktadır çoğunlukla. Avrupalılar ise Afrika ve Asya sömürgelerinden farklı olarak bu bölgede yerel halkla kaynaşmıştır. Üçüncü büyük ve etkili topluluk ise Afrikalılar. Köle olarak getirilen bu topluluk, sonrasında köleliğin kaldırılması ile özgürlüğünü kazanmış. Her ne kadar Avrupalıların dil ve dinini benimsemek zorunda kalmışsa bile Afrikalı kültürünün etkileri yeni oluşan melez kültürde çok büyük etkiler bırakmıştır.

Son olarak bu topluluğa, 19. ve 20.yüzyılda, eski imparatorluk topraklarından gelenler eklenmiştir (Abadan, 2002: 32). Uzak Doğu Asyalılar, genellikle Çin’den gelmiştir. Anavatanlarındaki savaşlardan, rejim değişikliğinden kaçanların yanı sıra, ekonomik sebeplerle gelenler de bulunmaktadır. Ortadoğulular, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasının ardından Latin Amerika’ya gitmiştir. Ermeni ve Yahudilerin yanı sıra, giden Müslümanların hepsi, içlerinde Türkler azınlıkta Araplar çoğunlukta olsalar da ‘el Turco’ adıyla anılmaktadır. Son olarak, Avrupa’dan dünya savaşları sonrasında gelenler, bu gruplara katılmıştır. Ekonomik nedenlerle, Akdeniz ülkelerinden gelenlerin yanı sıra, Nazilerden kaçan Yahudiler de kalabalık bir grubu oluşturmaktadır (Abadan, 2002: 33).”4

1500’lü yıllardan itibaren süregelen karışım ve melezlik; ilk dönemlerde sömürgecilerin yerel halka uyguladıkları yoğun cinsel şiddet sonucunda ortaya çıkmış. Sonraki süreçte kıtaya gelen diğer topluluklar ile birlikte ve bu toplulukların kıtayı bir vatan olarak benimsemesiyle hem etnik hemde kültürel bir melezlik oluşmuştur. Bu melezlik kıtanın farklı yerlerinde farklı oranlar göstermekle birlikte hemen hemen her yerde kendini göstermektedir. Kıtadaki melezliğin en büyük sebebi elbette İspanyollar ve Portekizliler’dir. Brezilya’da İspanyol sömürgelerine göre Avrupalı nüfus daha azdır. Bunun sebebi olarak ise; İspanyolların eşlerini yanlarında götürmelerine izin verilirken aynı iznin Portekizliler için verilmemiş olması gösterilebilir.
Kıtanın melezlik oranı ise ülkeden ülkeye farklılık gösterir. Arjantin, Şili ve Uruguay’da Avrupalı nüfus; Bolivya ve Peru’da yerliler ve diğer bölgelerde çeşitli isimlerle anılan melez nüfus. Siyahi nüfusun en yoğun olduğu ülke ise Haiti’dir. Neredeyse ülkenin tamamı Siyahi’dir. Latin Amerika’da zengin üst sınıfı çoğunlukla sömürgeci atalarının devamı olan beyazlar oluşturur. Bu ayrıntı dışında görüldüğü gibi melezliğin her ülkede aynı oranda olmayışı, her ne kadar dil ve din birliği olsa bile, ülkeler arası farklılıkların ortaya çıkmasına sebebiyet veriyor ve bu durum sömürgecilik sonrasında, ABD örneğinde olduğu gibi, kıtasal birleşmiş bir devletin ortaya çıkışına engel oluyor. Üç dönem halinde süren ve 1500-1800 yılları arasında mutlak bir hakimiyet sağlayan sömürgecilik 19.yüzyıl ile birlikte eski gücünü kaybetmiş ve kıtada ülkeler bağımsızlıklarını ilan etmeye başlamıştır.

Latin Amerika ülkelerinin bağımsızlığı 19. yüzyılın ilk 25 yılı içerisinde gerçekleşmiştir. 1800 yılında bağımsız hiçbir Latin Amerika devleti yokken, 1825’te kıtanın çoğunluğu bağımsızlığını kazanmış durumdadır. Bağımsızlıktan önce, Latin Amerika ülkeleri ürünlerinin ve kazançlarının büyük çoğunluğunu İspanya ve Portekiz’e vergi olarak göndermektedir. Bu durum Latin Amerika egemen sınıfları içinde gerginlik yaratmıştır. Avrupa’da da Fransız devriminin etkisiyle bağımsızlık, ulusalcılık rüzgarları esmektedir. İdeolojik olarak bu fikirlerden etkilenen Latin Amerika, aynı zamanda İspanya ve Portekiz’in de siyasal ve ekonomik olarak zayıflamasıyla bağımsızlığına kavuşabilmiştir. Bağımsızlık genellikle bir iç savaş sonrasında gelmiştir (Rouquie, 1986: 56). İç savaşın tarafları, Avrupa’ya bağımlılığı sürdürmek isteyenlerle bağımsızlık yanlılarıdır.”5

Latin Amerika bağımsızlık hareketlerini körükleyen olaylar arasında 1783 Amerikan Devrimi, 1789 Fransız Devrimi ve 1804 Haiti Devrimi çok önemli etkiler uyandırmış ve özellikle Haiti devrimi sonrasında Latin Amerika’da bağımsızlık fikirleri güç kazanmıştır. Haiti Devrimi’nde ayaklanma halk arasında başlamış ve bağımsızlık ile sonuçlanmıştır. Diğer Latin Amerika ülkelerinde ise isyanları başlatanlar “Kreol” olarak adlandırılan Portekiz ve İspanya kökenli beyaz üst sınıflardır. İsyanları sebebiyse çoğunlukla ekonomiktir. Kreollerin denizaşırı bir imparatorluğa vergi ödememe istekleri isyanlarda etkili olan nedenlerden birisidir. Bu kişiler, çoğunlukla yeni kıtaya geldikten sonra zenginleşmiş ve Portekiz ve İspanya artık eski gücünde olmadığı içinde ekonomik zenginliklerini bu ülkeler ile paylaşmak istemeyen ve kendilerini geldikleri eski kıta yerine bu yeni kıtanın insanları olarak gören bir gruptur. Giriştikleri bu bağımsızlık mücadelesinin başarıya ulaşabilmesi için 20 yıl kadar mücadele veren Kroller sonunda istediklerini elde eder ve denizaşırı imparatorluklardan bağımsız hale gelirler.
Sömürge döneminde toprak sahibi, savaş zamanı asker olan Kroller, bağımsızlıktan sonra ise yönetici sınıf olmuşlardır. Bu Kroller içinde en önemlilerden birisi ise Simon Bolivar’dır.

Bağımsızlık döneminin kahramanlarından olan Simon Bolivar, Latin Amerika için farklı bir önemdedir. ‘’Libertador’’ (kurtarıcı) lakaplı Bolivar, tarihte ilk kez Latin Amerika devletlerinin birleşmesi fikrini ortaya atmıştır. Silahlanan halklar bağımsızlıklarını kazandıklarında, Latin Amerika değişik bölgelerde benzer gelenekler, toprak bütünlüğü ve temelde İspanyolca ve Portekizce olmak üzere ortak iki dille bir bütünlük içindeydi, eksik olan ekonomik bütünlüktü (Galeano, 1983:251). Bu bütünlüğün farkına varan ve kendisi de toprak sahibi kökenli olan Bolivar, Venezüella, Ekvator ve Kolombiya’nın bağımsızlığını sağlamış ve Büyük Kolombiya’yı kurmuştur ancak asıl amacı bütün Latin Amerika’nın birleşmesi, tek devlet altında toplanmasıdır. Bu proje hiç gerçekleşmemiş, daha sonra büyük Kolombiya’yı oluşturan Venezüella, Ekvator ve Kolombiya’nın da bölünmesiyle bütünleşmeden daha da uzaklaşılmıştır. Simon Bolivar’ın bütünleşmeci fikirlerinin etkileri ise 19. ve 20. yüzyil boyunca birçok kişi, örgüt ve devlet tarafından benimsenmeye devam etmiştir.”6

Bağımsızlık hareketlerinin sonuçları toplum tabanı için herhangi bir değişikliğe sebep olmamıştır. Sömürgeci İspanya ve Portekizin yerini toprak sahipleri almış ve ekonomik sömürü halk için devam etmiştir. Diğer yandan Almanya, Fransa, İngiltere ve Hollanda gibi ülkeler bölgeden çekilen İspanya ve Portekiz’in yerine bölgede etkinlik göstermeye başlamıştır. Daha sonra ise ABD bölgede etkin güç haline gelmiş ve ekonomik ilişkiler ve ticarette söz sahibi ülke olmuştur. Bu süreç ise “yeni sömürgecilik” olarak adlandırılmaktadır.
Bağımsızlığın ardından tarıma dayalı olan Latin Amerika ülkeleri hızla sanayileşmeye başlamış ve bu sanayileşme hareketleri çoğunlukla yabancı sermaye yatırımlarıyla gerçekleştirilmiş. Bu dönemde Sao Paulo gibi sanayi şehirleri kıtada büyümeye başlamış. Bağımsızlık sonrası yaşanan bir diğer önemli süreç ise savaşlardır. Daha güçlü olan kıta ülkelerinin topraklarını genişletmek adına yaptıkları savaşlar. Bu savaş döneminde Meksika, Arjantin ve Brezilya birbirleri ile savaşa girmezken; savaşlar çoğunlukla Bolivya ve Paraguay gibi devletlerin topraklarında yaşanmıştır. Bolivya girdiği tüm savaşları kaybetmiştir. Yaşanan bu savaşlar sonunda da dil, din ve kültür birliği olan kıtada, ülkeler milliyetçilik fikirleri geliştirmiştir ve Bolivar’ın birleşmiş bir ülke projesi daha da olanaksız bir hal almıştır.
1492’de Kolomb’un Bahamalar’a ayak basması ile başlayan süreç günümüze kadar; önce kaşiflerin kıtaya gelip torakları ele geçirmesi ve yerli halkı savaşlar ve hastalıklarla soykırıma uğratmasıyla, daha sonra ülkenin maden kaynaklarını tüketip altın ve gümüşü Avrupa’ya götürmesiyle, yerli halkın madenlerin çalışma koşullarına dayanamaması sebebiyle Afrikalılar’ın köle olarak kıtaya getirilmesiyle, sonrasında bu üç ırk ve daha sonradan dahil olanlar ile birlikte melez bir ırk ve kültür oluşmasıyla, madenleri tükenen kıtada tarıma dayalı bir yapı oluşması ve sömürgenin bu şekilde devam etmesi ancak bilinçsiz tarımın arazileri çoraklaştırmasıyla ve son olarak kıta ülkelerinin dünyada yaşanan devrimlerden ve sömürgecilerin güç kaybetmesinden etkilenerek isyan edip bağımsızlıklarını kazanmaları ile devam etmiştir. Bağımsızlık İspanyol sömürgeleri için kanla kazanılmıştır ancak bu drum Portekiz sömürgesi olan Brezilya için daha kansız bir şekilde ilerlemiş ve sonuca ulaşmıştır.

1-2) Brezilya Tarihi


16.yy başlarında, Hindistan’a gitmek için yola çıkan Portekizli denizciler tarafından keşfedilen Brezilya, bu tarihten sonra Portekiz sömürgesine dönüşür.II.Hindistan seferi için görevlendirilen “Pedro Alvares Cabral” 22 Nisan 1500 tarihinde Brezilya kıyılarına ulaşır. Bu tarihten itibaren bir önceki bölümde belirttiğimiz tüm süreçler Brezilya için de geçerliliğini sürdürür.
Önce ilk kaşifler gelerek bölgenin hakimiyetini ve yerel halkın kontrolünü sağlar. Ardından bir sonraki süreçte altın ve gümüş gibi değerli madenler tüketilir ve sonrasında tarıma dayalı bir sömürge yönetimi bölgede hüküm sürer. Bu süreçler yaşanırken; yerli halk soykırıma uğrar, çeşitli çatışmalar ve hastalıklar sonucunda. Böylelikle onların yerini doldurması ve onların işlerini yapması için satın alınan Afrikalı köleler gemilerle yeni kıtaya getirilir ve bir sonraki süreçte bu farklı toplulukların hem etnik hem de kültürel kaynaşması ile birlikte yeni, melez bir ırk ve melez bir kültür ortaya çıkar. Daha sonra işleyeceğimiz “favela kültürü” ve Rio Karnavalı gibi konular da bu kültürün günümüze dair yansımalarıdır. Brezilya, Portekiz için tarıma dayalı bir sömürge toprağıydı;

Sömürgeleştirmenin ilk yıllarında, Brezilya’nın ekonomik, siyasi ve toplumsal gelişimine imkân vermeyen ve başta boya hammaddesi olarak kullanılan Pau-Brazilağaçları olmak üzere, Avrupa’daki talepler doğrultusunda şeker kamışı, kauçuk, kahve, kakao gibi ürünlerin yetkili tüccarlar tarafından yerli halk ile takas edilerek Avrupa’ya taşınmasını içeren süreç 19. yüzyılın başına kadar devam etmiştir. Bu dönemde Brezilya toprakları Portekiz tarafından idari olarak verasete dayalı “kaptanlık” sistemi ile yönetilmiş ve bu koloni coğrafi olarak enine on beş kaptanlığa ayrılmıştır. Bu sistem uzun ömürlü olmasa da Brezilya’nın ekonomik açıdan sistematik olarak istismar edilmesi sürecini başlatmıştır. Portekiz için Brezilya’dan sağlanan kaynaklardan olan şeker kamışı ve altın daha çok önem arz etmiştir. Zira Brezilya, plantasyonlarca gerçekleştirilen üretim ile 17. yüzyıla kadar Dünya’daki bir numaralı şeker kamışı haline gelmiştir. Şeker kamışı ve bu üretim tarzı Brezilya’da büyük kırsal mülklerin ortaya çıkışına, toplumun ataerkil ve kölecilik temelinde dönüşümüne neden olmuştur.”7

Portekiz, Brezilya’yı 300 yıldan fazla bir süre hakimiyeti altında tutmasına rağmen bu bölgeyi sömürge toprağı olarak adlandırmaz. Bunun dışında tarih kayıtlarına sömürge toprağı olarak kaydedilen hiçbir Afrika ya da Asya toprağını da sömürge olarak kabul etmez. Portekiz için bu bölgeler, imparatorluğun birer parçasıdır. Bu durumu söylemleriyle de pekiştirirler.

XVII. yüzyıldan beri, başka metropollerin sömürge dedikleri yerlere Portekizliler ‘denizaşırı iller’ adını vermekteydi. 1576’da Joao de Barros “Brezilya bölgemiz”den söz ediyordu, sömürge deyimi kullanıldıysa da, içinde Portekiz topraklarının bölünmezliği ve bu topraklarda oturan herkesin yurttaş olması ilkesinin yer aldığı Anayasanın geliştirilmesiyle, 1822’de, deyim resmen ortadan kaldırılmıştı.”8

Portekizliler, hakimiyetleri altına aldıkları bölgeleri birer sömürge toprağı olarak değil, ülkenin birer vilayeti olarak görüyordu. Bunun dışında, yine bu bölgelere medeniyet götürdüklerini ve bu bölgelerde yepyeni medeniyetler kurduklarını savunuyorlardı. Bu tutum, işgal politikalarını, soykırımı, sömürüyü, köle ticaretini meşrulaştırma, bu bölgelerde doğal hak sahipliğinin onaylanmasını ve kabul görmesini sağlama şeklinde yorumlanabilir. 19.yy başlarına kadar Portekiz sömürgesi olarak varlığını sürdüren Brezilya’nın kaderi Napolyon Savaşları dönemi ile değişir.

Brezilya 16-19 yy. arasında Portekiz sömürge imparatorluğunun en değerli köşesi ya da yaygın deyimle “incisi” olarak kalmıştır. Napolyon Bonaparte’ın 1808’de Portekiz ve İspanya’yı mağlup ederek İberya Yarımadasını işgal etmesi üzerine Portekiz Kralı Brezilya’ya sığınmıştır. Daha sonra Napolyon’un Waterloo Savaşında yenilmesi üzerine Portekiz Kralı ülkesine dönse de oğlu Pedro Brezilya’da kalmıştır. Halkın yoğun talebi üzerine 1822 yılında, Brezilya'nın bağımsızlığını ve kendisinin de krallığını ilan etmiştir (Uçarol, 2010: 266). Bu haliyle kazanılan bağımsızlık, savaşarak kazanılan diğer Latin Amerikalı ülkelerin bağımsızlık süreçlerinden hayli farklı gelişmiştir. Komşu ülkelerin tersine, görece barış içinde kan dökülmeden elde edilen bağımsızlık sonucunda toplumsal yapıda fazla bir değişiklik olmamıştır. Belki de bu nedenle Brezilya köleliğin kaldırıldığı son Latin Amerika ülkesi olmuştur.”9

Portekiz kralı Joao VI, başkenti Lizbon’dan Rio’ya taşıyarak bağımsızlığın temellerinin atılmasına önayak olmuştur. Ülke yönetiminin Brezilya’ya taşınması bu bölgede bir siyasi altyapı kurulmasını sağlamış ve kralın Portekiz’e döndüğü 1821 yılına kadar bu yapı daha da olgunlaşmıştır. Brezilya’nın tekrar sömürge konumuna indirilmesi ve kralın Portekiz’e dönmesi ülke içinde huzursuzluğa sebep olmuştur.
Prens Pedro’nun Portekiz’e dönmeyip Brezilya’da bağımsızlık ilan etmesi ile birlikte yaklaşık 3 asır süren sömürge dönemi bitmiş ve 1822 yılı itibariyle monarşi dönemi başlamıştır. Bu tarihten sonra yirmi yıllık sürede ülke içinde bölgesel ayaklanmalar yaşanmış ancak yönetim bu ayaklanmaları bastırmakta başarılı olmuştur. I.Pedro’nun genç yaşta ölmesinin ardından oğlu II.Pedro tahta çıkmış ve ülkeyi 1831-1889 yılları arasında aralıksız olarak yönetmiştir.
Peki bağımsızlığını ilan eden Brezilya’ya karşı Portekiz’in tutumu ne oldu? Portekiz ilk başta bu bağımsızlığı tanımadı. Ancak bu duruma müdahale edecek askeri, ekonomik ve siyasi güce sahip değildi ve bir müdahalede bulunamadı. Bahia gibi bazı kentlerde Portekiz güçleri ve yerel Portekiz yanlıları direniş gösterdi ve bu direniş 1823 yılına kadar sürdü. İngiltere’nin bağımsız Brezilya’ya destek vermesiyle birlikte Portekiz kuvvetleri ülkeden ayrılmak zorunda kaldı. 1823 yılında I.Pedro yanlısı güçler ülkenin kontrolünü tamamen ele geçirdi. Böylelikle Portekiz, Brezilya’nın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. Brezilya’nın bağımsızlığı diğer Latin Amerika ülkelerine kıyasla daha kansız bir şekilde elde edilmiştir. Bununla birlikte diğer ülkeler bağımsızlık sonrası cumhuriyet rejimlerine geçiş yaparken Brezilya 1889 darbesine kadar imparatorluk olarak hüküm sürecektir.
İmparatorluk olarak anılan bu dönemde, özellikle II.Pedro döneminde, komşu ülkeler ile yapılan çeşitli savaşlar sonucu Brezilya ülke olarak saygın ve güçlü bir konuma gelmiş. Brezilya ordusu da bu saygıdan payını almıştır. Giderek gelişen ordu genç subaylarını eğitim amacıyla Prusya’ya yollamış. Burada askeri eğitim alan bu genç subayların zihinlerinde tıpkı aynı dönemlerde Osmanlı’da olduğu gibi monarşiyi yıkmak ve cumhuriyeti kurmak fikirleri oluşmaya başlamıştır.

II. Pedro döneminde ülkede iç istikrarın sağlanmasından sonra ordunun saygınlığı devam etse de görünürlüğü önemli ölçüde azalmıştır. Ancak bu noktada ordunun görünürlüğü ile birlikte ekonomik avantajlarını yitirmesi askerlerin pek de hoşuna gitmemiştir. Bu gelişmeler sonucunda ordu içindeki bir süredir aktif olan cunta, öteden beri ülkede tabanı olan cumhuriyetçiler ve bir yıl önce köleliğin kaldırılmasından hoşnutsuz feodal toprak ağaları ile birleşerek Brezilya tarihinin ilk askeri darbesini 15 Kasım 1889 tarihinde yapmıştır. Latin Amerika’nın son Monarşisini de bu darbeyle yıkılmıştır (Castro, 2001: 53). Brezilya ordusunun siyaset aşkını başlatan bu darbe yapıldığında, esasen II. Pedro halk tarafından geniş ölçekte desteklenmektedir. İstese darbeyi kolayca bastırabilecek durumda olsa da kardeş kavgasını istemeyen İmparator direnmemiş ve ülkeyi terk etmiştir”10

1889 yılında gerçekleşen Brezilya tarihinin ilk darbesi ile birlikte ordunun 1985 yılına kadar ülke siyasetinde etkin güç olacağı yaklaşık yüz yıllık dönem böylelikle başlamış olur. Aynı zamanda bu darbe 1822 yılında ülkede kurulan monarşinin de sonu anlamına gelmektedir. Şimdiye kadar ülke sömürge ve monarşi dönemlerini geride bırakmıştır ve artık askeri darbeler gölgesindeki cumhuriyet dönemine geçilmiştir.
1889 darbesinden sonra ülke ordu kontrolünde hızlı bir modernleşme sürecine girmiştir ve bu dönemde ABD ile ilk yakınlaşmalar başlamıştır. ABD ile kurulan yakın ilişkiler neticesinde Brezilya 1917 yılında Almanya’ya savaş açmış ve I.Dünya Savaşı’na katılmıştır. 1889 yılından 1930 yılına kadar geçen sürede askeri yöetim çok başarılı olamamış ve istikrarsız bir yönetim ortaya koymuştur. Bu dönemde çeşitli isyanlar ve kuraklık gibi problemler ortaya çıkmış.

1930’a gelindiğinde ordudaki cunta, gidişattan memnuniyetsizlik duyan sivil gruplarla birleşerek Brezilya tarihinin ikinci darbesini yapmıştır. Bu darbe sonrası milliyetçi ve anti-komunist olarak bilinen Getulio Vargas başkan seçilmiş, ülkeyi 15 yıl boyunca diktatörlükle yönettiği bu dönemde devlet eliyle sanayileşme ve sosyal devletin geliştirilmesi politikaları benimsenmiştir. Vargas’ın iktidarı sırasında ülke yönetimindeki merkezi denetim artırılarak ordu içindeki fraksiyonlar temizlenmiş ve ordunun bütün halde hareket etmesi sağlanmıştır (Kılıç, 2013: 139-44). Buna rağmen 1945’te gerçekleşen Brezilya’nın üçüncü darbesiyle Katolik Kilisesinin tam desteğine sahip başkan Vargas da devrilmiş, demokrasiye dönülerek 2.Brezilya Cumhuriyeti kurulmuştur.”11

1930 Darbesi sonrası dönemde de ABD ile olan ilişkilerini geliştiren Brezilya 1942 yılında Müttefik Devletler’in yanında II.Dünya Savaşı’na dahil olmuştur. Bu yönüyle de Brezilya aynı dönemlerde Türkiye ile benzerlik göstermektedir. Daha sonra 1945 darbesinin ardından da yine aynı dönemlerde Türkiye’de olduğu gibi çok partili sisteme geçilmiştir. Bir başka benzerlik ise yine yakın dönemlerde monarşiden cumhuriyete geçme çabalarında görülmektedir.
1945 darbesi sonrası kurulan sivil yönetimler de ABD ile olan ilişkileri bir süre devam ettirmiş ve bu dönemde anti-komünist bir politika takip edilmiştir. 1950 yılında sol grupların desteğini alan Vargas tekrar seçilmiş ve Kore’ye asker göndermeyerek ABD ile olan ilişkileri ilerletmemiştir. Vargas’ın bu tutumu ordu içinde hoşnutsuzluğa sebep olmuş ve 1954 yılında durumdan rahatsız olan generaller tarafından yönetimden el çektirilmiştir.
İkinci defa yönetimi kaybedip intihar eden Vargas’tan sonra yine sol yönetimler başa gelmiştir ve uyguladıkları politikalar ile ekonomide iyileşmeler görülmüştür. 1961 yılında seçilen Goulart döneminde torakların halka dağıtılması, yabancı şirketlere uygulanan verginin artması ve köylü ve işçinin desteğini almaya yönelik söylemler geliştirilmesi durumları yaşandı. Ancak kendi durumlarında yeterli iyileşmelerin olmamasından şikayet eden ordunun muhalefeti ile karşılaştı Goulart hükümeti. Bunların dışında 1960 sonrasında Brezilya ekonomisinde bir gerileme yaşanmış, enflasyon oranı artmış ve gelir eşitsizliği çoğalmıştır.

Tüm bu gelişmeler sonucunda, ABD’nin izlediği Küba politikalarına katılmadığı için dış politikada da yalnızlaşan solcu (reformist) Başkan Goulart, 1964 yılında halkçı politikalardan rahatsız olan feodal toprak beyleri, Katolik Kilisesi, finans çevreleri ve ABD gibi çok sayıda değişik kesim tarafından desteklenen kansız bir darbeyle devrilmiştir (Saad-Filho, 2008: 125). Darbeden sonra Kara Kuvvetleri Komutanı Castelo Branco devlet başkanı olarak belirlenmiş, bu tarihten sonra 21 yıl boyunca sürecek askeri yönetim boyunca devlet başkanları, ordu içindeki dengelere bağlı olarak askerler arasından belirlenmiş ve bu karar kongreye onaylattırılmıştır”12

1964 darbesi ile birlikte sivil yönetimler dönemi 1985 yılına kadar askıya alınmıştır. ABD destekli gerçekleşen 1964 darbesinin önemli sebeplerinden bazıları ABD’nin Küba politikalarının desteklenmemesi ve ülke içindeki yabancı yatırımların büyük çoğunluğuna sahip olan ABD şirketlerinin Başkan Goulart’tan gerekli imtiyazları alamamasıdır. Solcu bir yönetime sahip Brezilya’nın ikinci bir Küba devrimi yapması riskini göze alamayan ABD, ordunun darbe girişimine açıkça destek olmuştur. 2004 yılında kısmen halka açıklanan belgelerde ABD’nin darbeden önceden haberdar olduğu ve gerekirse destek sağlamak için “Operation Brother Sam” adlı bir yardım planı oluşturduğu ortaya çıkmıştır.
Darbe sonrası yıllarda önceliği ekonomiye veren askeri yönetim döneminde hızlı bir büyüme sağlanmış ve ekonomi gelişmiş. Ancak yine bu dönemde gelir adaletsizliği daha önce hiç olmadığı kadar artmış. Brezilya hızla büyürken Brezilyalılar bu büyümeyi çoğunlukla hissedememiş.

Brezilya’da askeri rejimin sağladığı görece ekonomik iyileşme, 1974 yılında başlayan dünya ekonomik krizi ile sınırlara ulaşmış, ekonomik ilerleme dış kaynaklara çok fazla bağımlı olduğundan ülke yatırımlara kaynak bulmakta zorlanmıştır. Bu açmazla karşılaşan diğer askeri rejimler gibi, Brezilya idaresi de meşruiyetini daha fazla serbestlik sağlayarak devam ettirmenin yolunu aramıştır. Brezilya’da iktidarı 1974 yılında ele alan General Ernesto Geisel, “abertura politica” projesi kapsamında askeri rejimin sansür gibi uygulamalarını gevşetmiş, politik kurumların yeniden oluşmaya başlamasına müsaade etmiştir. Askeri rejimin liberal serbestleşme politikalarıyla yeniden meşruiyet kazanma çabaları, siyasal kıpırdanma sonucu tekrar ortaya çıkan sendikalar öncülüğünde 1978 yılında yapılan grev sonucu çökmüştür. Zamanla askeri rejimin güç kaybetmesi devam etmiş ve 1982 seçimi Brezilya askeri yönetiminin sonunu getirmiştir”13

Bu uzun ve çalkantılı darbe dönemi 1985 yılında tekrar sivil bir yönetimin başa geçmesiyle tamamen ortadan kalkmıştır. Ancak görülmektedir ki askeri yönetim ve ordunun bu kadar uzun yıllar siyasette söz sahibi olması sadece kaba kuvvet ve silah gücü ile açıklanamamaktadır. Ordu yönetimi elinde tutmak için askeri gücüne başvurduğu kadar; ülke içinde çeşitli kapitalist gruplarla kurduğu ekonomik temelli ilişkilerle onların desteğini arkasına alırken aynı zamanda yine ekonomik iyileştirmeler yoluyla işçi kesiminin desteğini de kazanmayı başarmış ve devamlılığını bu kadar uzun yıllar sürdürmüştür.

Askeri yönetimin sonunda 1985 yılında Brezilya’da devlet başkanlığı seçimleri yapılarak yeniden sivil yönetime adım atılmıştır. 1985 yılında başlayan anayasa hazırlığı sonuçlandırılarak 1988 yılında Brezilya’nın yeni anayasası kabul edilmiştir. Brezilya’da 1990’lı yıllar Itamar Franco ve Fernando Henrique Cardoso’nun devlet başkanlığı dönemidir. Brezilya’nın ilk “modern” devlet başkanı olarak değerlendirilen Cardoso tarihi adımlar atarak ülkenin politik ve ekonomik sistemini değiştirmiştir. Cardoso sekiz yıllık istikrarlı döneminde politik kurumların ve demokrasinin güçlenmesine olanak sağlamıştır.”14

1985 yılından itibaren başa geçen sivil yönetimler, askeri yönetimler zamanında kurulan birçok kurum ve kuruluşta değişikliğe giderek ordunun ülke içinde ve siyasetteki gücünü törpülemişlerdir. Böylelikle ülkede sivil demekrasi anlayışı iyice güç kazanmıştır.

Bugün Brezilya, şüphe götürmez şekilde demokrasisini pekiştirmiş olarak yoluna devam etmektedir. Demokratikleşmeye koşut olarak büyüyen ekonomi sayesinde 1990’da nüfusun % 40’ı fakirlik sınırı altında yaşarken bu rakam 2012 itibariyle % 19’a gerilemiştir (Tvevad, 2014:20). Ancak kıta genelinde görülen yaygın yolsuzluk Brezilya’da da seçilmiş hükümetlerin meşruiyetlerini sorgulanır hale getirmektedir. Uluslararası Yolsuzlukla Mücadele ve Şeffaflık Algı Endekslerinin 2015 yılı verilerine göre bu ülke kamuoylarının gözünde, iş başındaki hükümetler en az Afrika ülkelerindekiler kadar yolsuzluğa batmış gözükmektedirler (Root, 2016: 3). Belki de bu eski alışkanlık nedeniyle Brezilya İşçi Partisi (PT), 90’lı yılların ortasında tıpkı Türkiye’de RP’nin yaptığı gibi, yolsuzluklara bulaşmamış yegâne parti imajı vererek ve yerel yönetimlerde iyi performans göstererek tabanını genişletmiş (Tablo 4.3), en sonun da Lula Da Silva’nın önderliğinde devlet başkanlığı seçimlerini kazanmıştır”15

Lula Da Silva ve Brezilya İşçi Partisi yönetime geldikten sonra sol yönetimler Brezilya siyasetinde son yılarda etkin kesimler olarak göze çarpmaktadır. Ancak Brezilya’nın federal yapısı sebebiyle bir partinin tek başına iktidar olması zor olduğundan çeşitli kesimlerden birkaç parti koalisyon şeklinde yönetime gelmektedir. Bu son dönemde asıl yoğunlaşılması gereken kişi sendikacılıktan gelen Lula Da Silva’dır.

Yoksul bir aileden gelen Lula sendikacılığa ağabeyi Frei Chico'yla beraber 60’ların sonuna doğru başladı. Her ikisi de Brezilya Komünist Partisi üyesiydi. 1968’de üyesi olduğu San Barnerdo Metal Sendikası'nda bir yıl sonra yürütme komitesine girdi. 1972'de aynı sendikanın birinci sekreteri oldu. 1975'te 100 üyeli metal sendikasının başkanı seçildi. O tarihten itibaren hiç popülerliğini yitirmedi. Askeri dikta yıllarında güçlü bir sendikal mücadele verdi. Grev yasaklarına karşı durdu. Kovuşturmalara uğradı.”16

1980’lerle birlikte askeri yönetim liberal politikaları uygulamaya başladı. Bu dönemde solcu kesimlerin bir araya gelmesiyle “Çalışanların Partisi (Partido dos Trabalhadores-PT)” Şubat 1980’de kuruldu ve Lula 1994’e kadar başkanlık görevini üstlendi. Lula ve PT, askeri yönetimin son bulduğu 1985’ten sonra gerçekleşen ve sivil yönetime geçiş anlamı taşıyan 1986 seçimlerinde %6,9 oy aldı ve Kongre’de 16 temsilci bulundurma hakkına sahip oldu. Bu temsilcilerden birisi de Lula’ydı.

PT içlerinde Sao Paulo, Porto Alegre, Vitoria'nın olduğu 36 kentte valilik seçimlerini kazandı. 1989’da Brezilya tarihinin ilk işçi kökenli başkan adayı Lula oldu. 1990’larla beraberhareketin temel kadroları tasfiye edildi ve PT kitle partisi olmaya yöneldi. Daha çok neoliberal politikalardan zarar gören yoksul yığınları kazanmaya dönük politikaları temel almaya başladı. İlki 1990'da gerçekleşen Sao Paulo Sosyal Forumu, bahsedilen sürecin bir ürünüydü. Parti 90’lı yıllar boyunca bir yandan profesyonel seçim danışmanları, ücretli kampanyalar ve medyayla ilişkiler üzerinden sistemle bağlar kurarken, diğer yandan çok önemli yerel seçim başarıları elde etti.”17

Brezilya 1980’li yıllarda sanayiyi korumaya yönelik politikalar izlerken; 90’lı yıllar ile birlikte uluslar arası piyasaya eklemlenme ve özelleştirmeler yoluyla bir piyasa ekonomisi kurma yönünde politikalar izledi. Neoliberal politikalar, özelleştirmeler ve tüketim artışı etkisini bu yıllarda arttırdı. Itomar Franco yönetiminde piyasa ekonomisinin olumsuz etkileri ve yüksek enflasyon oranları görüldü. Bu durum yoksul kesimin Lula ve PT’ye yaklaşmasına neden oldu. Ancak yinede bir sonraki seçimde Lula kazanamadı.
1997’de sol bir kesimin desteğiyle seçime giren PT, kongreye 58 temsilci ve 7 senatör sokmayı başardı. 2000 yılındaysa PT 187 kent yönetimini elinde bulunduruyordu. Brezilya 1999 ve 2001 krizlerinden etkilendi ve uzun çalışma saatleri gibi olumsuzluklar topluma yansıdı. Yoksulluk, işsizlik ve açlık baş gösterdi. “2002 Başkanlık Seçimi'nde Lula, iki Komünist Parti, Yeşiller ve Liberallerin de katıldığı bir cepheyle ilk turda %46, ikinci turda Jose Serra karşısında %61,3 oy alarak başkanlığa hak kazandı. Aynı seçimde PT Kongre’de %18,4’lük (91 sandalye) temsilci oranı elde etti.”18 Lula iktidarı ile birlikte gelir dağılımında, çalışma koşullarında ve açlık durumlarında iyileşmeler gerçekleşti. Lula döneminde yoksulların gelirinde artış gözlendi ve yıllık olarak yoksul kesim için devlet bütçe ayırdı. Yine bu dönemde asgari ücret ve eğitim harcamaları konusunda iyileştirmeler yaşandı. Latin Amerika ekonomisi içindeki oranı 2001’de %26,8 olan Brezilya, 2010’da bu oranı %46,6’ya çıkarmıştır.

Ulusal Kolonizasyon ve Tarım Reformu Enstitüsü (Instituto Nacional de Colonizacion y Reforma Agraria-INCRA) verilerine göre; 2003'te, 112.000 toprak sahibi 215 milyon hektar alana sahipken 2010'da, 130.000 toprak sahibi 320 milyon hektar alana sahip olmuştur. Bu mülk sahiplerinin %28 daha fazla toprak elde ettiğini göstermektedir. Aynı dönemde ekilmeyen toprakların oranı %44 artmış, ekilen alanlarda verimlilik ise %12 yükselmiştir. Brezilya’da 46 bin kişinin ülke topraklarının yarısına sahip olduğu söylenmektedir.”19

PT’nin başarılı grafiklerine karşın kuruluş kadrolarının tasfiyesinin ardından parti içine dolan ve siyasi gücü bireysel çıkarlar için kullanmak isteyen kişilerin artışı ve dolayısıyla bu sürecin yolsuzluk olaylarına sebebiyet vermesi; bunun dışında Lula’nın destek sağlamak amacıyla sağ partilere rüşvet vermesi gibi olaylar Lula ve PT’nin adının yolsuzluğa karışmasına sebep oldu.
2000 sonrası dönemde Lula Da Silva’dan sonra ülkenin ilk kadın başkanı olan Dilma Rousseff seçilerek başa gelmiş ve bu süreçte Lula’nında desteğini almıştır ancak seçildikten sonra Lula’dan politika olarak farklılık göstermiştir. Sol kesimlerden uzaklaşırken; ABD ile yakınlaşarak askeri, siyasi ve ekonomik ilişkileri geliştirmiştir. Yolsuzluk iddalarıyla 2016 yılında görevden alınana kadar ülkeyi yönetmiştir. Her ne kadar bu görevden alma sürecinin hem Başkan Roussef’in hemde İşçi Partisi’nin adının karıştığı yolsuzluk olaylarıyla alakası olsada çeşitli kesimler bu durumun bir sivil darbeler dönemine yol acçabileceğinden endişe duymaktadır.
Sonuç olarak görülüyorki, Brezilya bu güne gelene kadar sırasıyla sömürge, monarşi, darbe yönetimleri ve sivil demokrasi olmak üzere dört farklı dönemden geçmiş ve günümüzdeki halini almıştır. Ancak ülke ve siyasiler çok yoğun bir yolsuzluk süreci ile boğuşmaktadır ve bu durum siyasilerin görev sürelerini tamamlayamadan görevden alındıkları bir sivil darbeler döneminin önünü hızla açabilir.

1-3) Brezilya’da Sendikacılık


Brezilya’da ilk sendikal faliyetler 20.yüzyılın başlarında başlamıştır. Sendikal faliyetleri başlatanlar yerliler, siyahlar ya da Kreoller değil; Avrupa’dan yeni kıtaya çalışmak amacıyla gelen işçi kesimdir. 1985 yıına kadar darbeler ve askeri yönetimler altında ilerleyen Brezilya’da, sendikalarda baskı altında ve devlete bağlı şekilde faliyet göstermiştir. 1985 sonrasındaysa kısıtlamalar kaldırılmış olsa bile sendikalar devlet politikalarına zarar verici faliyetlerden uzak durmayı tercih eden bir politika izlemişlerdir.
Demokrasiye geçiş süreci çok geç olan Brezilya’da sendikal faliyetler Kuzey Amerika ve Avrupa’ya göre daha farklı gelişmiştir. Monarşinin yıkılışından 1985 yılına kadar darbelerin ve askeri yönetimlerin gölgesinde kalan Brezilya için demokrasi çok geç gelmiştir. Baskı rejimleri altında geçen dönemlerde de sendikalar devlete bağlı ve devlet kontrolünde gelişim şansı bulabilmiştir.
Sendikal faliyetlerin başlamasını sağlayan ve İspanya, İtalya, Portekiz gibi ülkelerden gelen ilk dalga işçi toplumu, beraberlerinde Marksist, sosyalist fikirleri de getirmişler ve sendikacılığı başlatan öncüler olmuşlardır.

Brezilya’da sendikal örgütlenme, ancak XX. yüzyılın başlarında yasal olarak tanınmıştır. Avrupa ülkelerinden Brezilya’ya gelen göçmen işçiler, ilk yıllarda tarım alanında, özellikle kahve tarımında çalıştırılmıştır. Dolayısıyla, Brezilya’da ilk sendikal hareket ve örgütlenmeler, kahve tarımının yoğun olduğu bölgelerde başlamıştır. Kahve tarımındaki kötü çalışma koşulları ve düşük ücret seviyeleri işçileri örgütlenmeye itmiştir. Bu cümleden olarak, “Mukavemet Topluluk ve Birlikleri” (Unions et Sociétés de Résistance) adıyla kurulan ilk sendikal örgütler (Rodrigues, 1969: 2), 1906’da anarkosendikalist örgütlenme felsefesini benimseyen “Confederacao Operatia do Brasil” (COB) adlı bir üst örgütün çatısı altında toplanmıştır. Anarkosendikacılık anlayışı benimseyen COB’un kuruluşu akabinde 1907’de demiryolu işçileri ve Sao Paulo’da tekstil işçileri çalışma koşulları ve ücret yetersizliği gibi nedenlerle geniş katılımlı genel greve gitmişlerse de başarılı olamamışlardır. Ancak, işçi kesimimin eylemleri sürmüş; özellikle anarkosendikalist hareket, 1917-1920 arası dönemde etkili olmaya başlamıştır. Nitekim, 1917’de Sao Paulo’da düzenlenen genel grev sayesinde, işçiler lehine bazı yasal kazanımlar elde edilmiştir (Çakır, 2005: 4).”20

20.yüzyıl başlarından hızlı bir sendikalaşma faliyeti görülmektedir ancak bu durum 1930 Askeri Darbesi ile sekteye uğrar ve bu dönemden sonra kendini devlete bağlı bir şekilde var etmeye çalışan bir sendikacılık oluşur. 1970’li yıllarda ise, Lula Da Silva örneğinde gördüğümüz gibi, sendikalar, otonom/özerk bir yapı kazanmak için mücadele verir. Bu mücadelelerinde etkisiyle 1985 sonrası dönemde sendikacılık daha farklı bir yapıya bürünür.
1930 Darbesi sonrasında otonom kalma şansını kaçıran sendikacılık, baskıcı yönetimler altında, devletin gölgesinde varlığını sürdürmüştür ve sürekli olarak gözetim altında tutulmuştur. 1950’lerin ortalarından 1964 Darbesi’ne kadar geçen sürede tekrar sivil yönetimler dönemi yaşanmış ve Juscelino Kubitschek ve Joao Goulart hükümetleri döneminde demokrasi gözetilerek işçi hakları iyileştirilmiş ve sendikalar hak arama mücadelesine girebilme fırsatı yakalamıştır.

1964’te Brezilya demokrasisi yeni bir askeri darbeyle karşılaşmış; askeri yönetim, diğer askeri yönetim dönemlerinde olduğu gibi sendikaları sıkı kontrol altına almış; grevleri, hatta tüm halk hareketlerini yasaklamıştır. Ancak, rejimin artan baskıcı tutumu, 1975’lere doğru yumuşama eğilimi gösterince, sendikalar cephesi özellikle Metal İşçileri Sendikaları ve sol gelenekten gelen sendikalar hak arama eylemlerini artırmış; sendika lideri Lula da Silva öncülüğünde İşçi Partisi’nin kurulması, keza yine bu partinin öncülüğünde CUT’un kurulması Brezilya sendikacılığını, devlete bağımlı sendikacılıktan otonom sendikacılığa dönüşeceğinin habercisi olmuştur.”21

1985 ile birlikte askeri yönetimin sonu gelirken; sendikacılık da yeni bir döneme girmiştir. 1988 Anayasası ile birlikte devlet kontrolündeki sendikacılıktan otonom sendikacılığa geçiş sağlanmıştır. Bu anayasa ile devletin sendikalar üzerindeki kontrolü azaltılırken, kamu çalışanlarının sendikal örgütlenme hakkı sağlanmıştır.

Sendikalar cephesi, 1985 sonrası iktidara gelen hükümetlerin özelleştirme, sosyal harcamalardaki kısıntı gibi neoliberal politikalarına başlangıçta geniş katılımlı eylemlerle tepki göstermiştir. Ne var ki, 1985 sonrası iktidara gelen tüm hükümetlerin neoliberal politikaları uygulamakta ısrarlı görünmeleri, sendikaların “sorumlu sendikacılık” anlayışıyla hareket etmelerinde etkili olmuştur. Dolayısıyla sendikalar, hükümetlerin makro-ekonomik politikalarını uygulamasına engel çıkarmaktan, geniş kapsamlı hak arayıcı eylemlere girişmekten kaçınmışlardır. Kaldı ki, Brezilya sendikacılığının büyük kanadını oluşturan CUT’ün 2002 sonrasından 2016’ya kadar iktidarda kalan İşçi Partisi’ni desteklemesi de sendikal eylemlerin artmamasında etkili olmuştur.”22

Sonuç olarak günümüz Brezilya’sına ve sendikacılık faliyetlerine bakacak olursak; bir yanda sosyalist bir temelden gelen ancak 2000 sonrası dönemde reformist ve uzlaşmacı bir tutum sergileyen CUT ve sağ eğilimli FS, diğer tarafta ise Brezilya Komünist Partisi ve Birleşik Sosyalist Parti etkisi altında bulunan mücadeleci sendikalar Conlutas ve Intersindical. Günümüzde, Brezilya’da bu sendikalar arasında bir karşı karşıya olma, çatışma durumu vardır.
Genel olarak değerlendirecek olursak; Brezilya’da sendikacılık, Brezilya tarihinin geçirdiği dönemlerle paralellik gösterir. Demokrasiye geçilen 1900’lerin başında ülkeye giren sendikacılık, işçi hakları savunucusu olarak hızla faliyet göstermeye ve sonuç almaya başlamıştır. İşçi sınıfı için etkin bir güç olma yolunda ilerlediği dönemlerde faliyetleri 1930 Darbesi ile sekteye uğramıştır. Bu tarihten itibaren 1985 yılına kadar çoğunlukla devlet kontrolünde, devlete bağlı olarak faliyet göstermek zorunda olan sendikalar; 1985 sonrası dönemde 1988 Anayasası ile birlikte otonomluk kazanarak tekrar devletten bağımsız hareket etme imkanını kazanmıştır. Sonuç olarak Brezilya’da sendikacılık, darbeler döneminde tüm Brezilya gibi baskılara maruz kalıp özgürlüğünü yitirken; yini tüm Brezilya gibi 1985 sonrasında demorasiye geçiş ile birlikte özgürlüğünü kazanıp otonom bir yapıya bürünmüştür.

2) Brezilya Sineması ve Cinema Novo


Brezilya Sineması, Orta ve Güney Amerika’da Arjantin ve Meksika ile birlikte en önemli üç ülke sinemasından birisidir. Bölgedeki birçok ülkede olduğu gibi filmlerinin konusunu genel itibariyle suç, yolsuzluk, yoksulluk, şiddet gibi konular oluşturmaktadır.
Brezilya, bir yandan yerli halk, bir yandan Avrupalı sömürgeciler, Afrika’dan getirilen Siyahi köleler, II.Dünya Savaşı sonrası kaçıp buraya Gelen Naziler ve Japonlar ile çok kültürlü, çok renkli melez bir toplum oluşturmaktadır. Bu çok kültürlülükten kaynaklanan mitsel anlatılar da sıkça Brezilya Sineması’nda kendine yer bulmaktadır.
Brezilya Sineması ilk yıllarda Hollywood taklidi stüdyo filmleri ve popüler türler ile gişede başarı sağlayan filmler yaparken 1950’lerin sonlarından itibaren “Cinema Novo” hareketine giden bir süreç başlamıştır. Ancak buraya gelmeden önce sinemanın ilk başlangıcından itibaren ilerlemek gerekmektedir.

Brezilya’da halka açık ilk film gösterimi 6 Temmuz 1896’da Rio de Janeiro’da yapıldı. Sinemanın toplum tarafından ilgiyle karşılanmasından sonra Rio’da Paris sineması açıldı. Gelişen bir ülke olan Brezilya’da şehirleşme arttıkça sinema sayısı da buna bağlı olarak hızlı bir gelişim gösterdi. Sessiz sinema döneminin en önemli iki yönetmeni Jose Medina ve Humberto Mauro idi. Bu iki yönetmen Brezilya sinemasının sessiz döneminde sinemanın kitleler tarafından sevilmesinde büyük rol oynadılar.”23

1920’li yılların sonuna gelindiğinde sinemaya sesin dahil olmasıyla birlikte Brezilya seyircisi filmlerde işlenen, anlatılan (Hollywood filmleri özellikle) konuların kendi ülkeleriyle alakalı olmadığını, onları anlatmadığını gördüler. Bu dönemden sonra yerli film üreticileri kendi filmlerini üretmek için çalışmalara başladılar. Luiz de Barros, 1929 yılında Brezilya’nın ilk sesli filmi olan “Acabaram-se Os Otari-os” adlı filmi çekti. Kendi sinema geleneklerini oluşturmaya çalıaşan Brezilyalı yönetmenlerin, 1941’de 4, 1951’de 21 ve 1961’de 30 film çektikleri görülmektedir. Yerli film üretimindeki bu artış bizi 1960’lı yıllarda dünya için de önemli bir akım olan “Cinema Novo” akımının doğuşuna hazırlayan süreci göstermektedir.

2-1) Cinema Novo


                                                                                                         “Elde bir kamera, kafada bir fikir”

Cinema Novo (Yeni Sinema), 1950’lerin sonlarında başlayıp 1970’li yılların ortalarına kadar varlığını sürdüren Brezilya merkezli bir sinema akımıdır. Akım, “Birinci Sinema” olarak da adlandırılan endüstri, özellikle Hollywood, sinemasına bir karşı duruş olarak ortaya çıkmıştır. İtalyan Yeni Gerçekçilik ve Fransız Yeni Dalga akımlarından etkilenen Cinema Novo, konu olarak yolsulluk, suç ve şiddet gibi durumlara yoğunlaşarak kamerasını halka yöneltmiştir. Bu akım ile birlikte ilk defa halk kendini sinema perdesinde izleme şansını elde etmiştir.

Erus’a göre (2007:25) Cinema Novo akımı, Latin Amerika’da ortaya çıkan “Üçüncü Sinema” kavramının öncüsü olan bir sinema hareketidir. Bu hareketin en önemli ismi olarak Brezilyalı yönetmen Glauber Rocha kabul edilir. Akımın, başlıca diğer önemli yönetmenleri arasında Nelson Pereira dos Santos, Carlos Diegues ve Ruy Guerra bulunur. (Odabaş, 2013: 153) Bu Yönetmenler, Yeni Dalga akımının üslup ve teknik özelliklerinden etkilenmekle birlikte, kendilerine konu olarak daha çok kırsal hayatı ve işçiler ile köylülerin yaşam mücadelelerini seçmişlerdir. Cinema Novo yönetmenleri, Yeni Dalga sinemacılarının düşük bütçeli filmler çekerek kendi izleyici kitleleri oluşturmalarına imkan tanıyan "auteur" kuramından etkilenerek, ezilmişlere, etnik azınlıklara, köylülere ve topraksız işçilere seslenen filmler yapmayı amaçlamışlardır. Cinema Novo filmleri, bu nedenle Yeni Dalga filmlerine göre çok daha politik ve toplumsal filmlerdir. (Erus, 2013: 103) Sinema tarihçileri Robert Stam ve Randal Johnson (1979), Cinema Novo hareketini her biri Brezilya'nın politik yaşamının belirli periyodlarına denk gelen üç döneme ayırır. İlk dönem 1960 ve 1964 yılları arasını, ikinci dönem 1964 ve 1968 yılları arasını, üçüncü dönem ise 1968 ve 1972 yılları arasını kapsar.”24

Cinema Novo’nun ortaya çıktığı dönemin de akımın ortaya çıkışında çok önemli bir etkisi vardır. 1945 darbesinden 1964 darbesine kadar olan süreçte sol görüşlü sivil yönetimlerin başa geçmesi, Küba Devrimi ile birlikte bölgede sosyalist aktivitelerin hız kazanması; edebiyat, felsefe gibi alanlarda “Yeni Sömürgecilik” konusunda farkındalığın artması ve işçi hakları, yoksulluk, şiddet gibi konuların ülke gündeminde giderek önem kazanması. Haliyle sinema da bu yaşanan süreçten etkilemiş ve ülkenin ve dönemin koşullarından doğan Cinema Novo akımı oluşmuştur.
Cinema Novo akımı 3 farklı dönem ve 3 farklı bakış açısı ile yoluna devam eder. Bu dönemlerin ilki 1960 ve 1964 yılları arasıdır.

Stam ve Johnson'a göre (1979) Cinema Novo hareketi, ilk dönemin başlangıcı olan 1960 yılında resmen başlamıştır. 1961 yılında "Ulusal Öğrenci Birliği"nin bir alt birimi olan "Popüler Kültür Merkezi"nin gerçekleştirdiği ve beş farklı yönetmenin çektiği beş bölümden oluşan, "Cinco Vezes Favela" (Beş Kez Gecekondu Mahallesi) isimli film, Stam ve Johnson tarafından Cinema Novo hareketinin ilk örneklerinden biri olarak değerlendirilir. "Cinco Vezes Favela" filminde, Rio de Janeiro şehrinin tepelerinde bulunan gecekondu mahallelerinde yaşayan yoksul insanların yaşadıkları zorluklar anlatılır. Filmin beş yönetmeni Miguel Borges, Joaquim Pedro de Andrade, Carlos Diegues, Marcos Farias ve Leon Hirszman'dır. (Borges, Andrade, Diegues, Farias, Hirszman: 1962)”25

1964 yılında Başkan Goulart’ın darbe sonucu yönetimden indirilmesi ile son bulan bu ilk dönemde yönetmenler sinemayı yoksulluk, şiddet gibi toplumsal konuları yansıtan; yeni sömürgeciliği, müzikal ve taklit Brezilya filmlerini eleştiren politik bir araç olarak kullanmışlardır. “Metropolitano” adlı dergi etrafında toplanan birçok eleştirmen ve yönetmen bu dönemde ticari Brezilya Sineması ve Hollywood estetiğini eleştirerek yönlerini toplumun gerçeklerine dönmüş ve İtalyan Yeni Gerçekçilik ve Fransız Yeni Dalga akımlarından etkilenmişlerdir. Ancak Cinema Novo yönetmenleri tutundukları tavırla birlikte Fransız Yeni Dalga yönetmenlerinden daha politik bir kimliğe bürünmüşlerdir.
Bu dönemin ve genel olarak Cinema Novo akımının en etkili yönetmeni Glauber Rocha olmuştur. Çektiği filmlerin yanı sıra yazdığı “Açlığın Estetiği/Şiddetin Estetiği” denemesi akımın manifestosuna dönüşmüştür.

Brezilyalıların çoğunluğunun ve Avrupalıların anlayamadıkları açlığı biz anlıyoruz. Avrupalı için bu garip ve yabancı bir tropikal gerçeküstücülüktür (sürrealizm). Brezilyalı için bu ulusal bir utanç kaynağıdır. Brezilyalı yiyemez, fakat yiyemediğini söylemekten utanır ve yine de, bu açlığın nereden geldiğini bilmez. Biz biliyoruz ki – çünkü aklın ve nedenin her zaman egemen olmadığı yerlerde böylesi kederli, çirkin filmleri, bu çığlık halindeki umutsuz filmleri yaptık- bu açlık ortalamacı hükümet reformlarıyla giderilemeyecektir, tedavi edilemeyecektir ve bu teknikolorun (renkli filmin) pelerini açlığın tümörlerini gizleyemez, aksine yalnızca daha da kötüleştirmektedir, ilerletmektedir. Bundan dolayı, yalnızca bir açlık estetiği kendi öz yapılarını, bünyesini zayıflatarak kendisini niteliksel olarak aşabilir, sınırlarını ileriye götürebilir: açlığın en soylu kültürel dışavurumu şiddettir.”26

Rocha’nın manifestosunda belirttiği en temel nokta, hem biçim hemde içerik olarak aç ve kederli filmler yaparak toplumun kendi açlığının farkına varmasını sağlamaktır. Ticari filmler bu açlığı saklayıp gözardı edilmesini sağlarken Cinema Novo ülkenin açlığını, sefaletini gün yüzüne çıkarır. Hollywood filmlerini ve birinci sinemayı kaynakları israf etmekle hemde olumsuzlukları gizlemekle suçlayan Rocha, politik sinemanın yosul üretim koşullarını estetik bir yapıya dönüştürerek kullanması gerektiğini savunur. Cinema Novo, halkın kendi sefaletini fark etmesini ve özgürlük mücadelesine katılmasını amaçlayan politik bir sinemadır.
Glauber Rocha’nın bu ilk döneme ait filmleri “Barravento (Dönen Rüzgar/1962)” ve “Deus E O Diabo Na Terra De Sol (Kara Tanrı Beyaz Şeytan/1964)” adlı filmlerdir.
Bu ilk dönemin diğer önemli yönetmenleri ise; Carlos Diegues (Ganga Zumba, 1963), Nelson Pereira Dos Santos (Vidas Secas/Boş Hayatlar, 1963) ve Ruy Guerra’dır (Os Fuzis/Silahlar, 1964)
Cinema Novo’nun ilk dönemi 1964 askeri darbesi ile son bulur ve 1968 yılına kadar sürecek olan ikinci dönemi başlar. Bu dönemde halk Cinema Novo’ya olan güvenini yitirir çünkü akım vaadettiği şeyleri koruyamamıştır ve bazı eleştirmenler tarafından halktan uzaklaşmakla suçlanmıştır.

Cinema Novo'nun ikinci döneminde, Başkan João Goulart'ın askeri darbe ile görevden alınması sonrasında Brezilya halkının yaşadığı şaşkınlık ve acıyı yansıtan filmler yapıldı. Stam ve Johnson (1982: 35), bu filmleri popülizmin, gelişmeciliğin (developmentalism) ve solcu entelektüellerin başarısızlığa uğramasının analizi olarak değerlendirir. Bu dönemde yapılan önemli filmler arasında Glauber Rocha'nın yönettiği 1967 yılı yapımı "Terra em Transe" (Kızgın Toprak), Nelson Pereira Dos Santos’un 1968 yılında çektiği “Fome De Amor” ve yönetmenliğini Gustava Dahl’ın yaptığı yine 1968 yılı yapımı olan “O Bravo Guerreiro” (Cesur Savaşçı) yer alır.”27

Cinema Novo’nun üçüncü dönemi ise 1968 ve 1972 yılları arası dönemi kapsar. Bu dönem çoğunlukla “Yamyamlık (Cannibalism)” ya da “Tropikalizm” kavramları ile anılır. Bu dönemde yönetmenler geniş halk kitlelerine ulaşamadıklarını ve popüler sinema ile mücadele edemediklerini fark ettiler. Kiteler sinemanın konusuydu ancak seyircisi değildi. Gerçek gücün kitlelere ulaşmaktan geçtiğini savunan yönetmenler bu dönemde daha popüler filmler ortaya koyarak daha geniş kitlelere ulaştılar. Joaquim Pedro de Andrade’nin 1969 yılında çektiği “Macunaima” filmi Cinema Novo’nun bu dönemde çektiği hem kültürel hemde gişe olarak başarılı olan ilk filmiydi. Bu dönem filmleri baskı altında hem politik vizyonunu korumak hemde geniş kitlelere ulaşmak için mücadele vermiştir.

Stam ve Johnson (1979), Cinema Novo'nun bu üçüncü dönemini "Yamyamlık (cannibal) ya da "tropikalist" olarak tanımlarlar. "Tropikalizm", kitch sanatına, kötü zevke ve cırtlak renklere odaklı bir harekettir. Stam ve Johnson, “yamyamlığı” hem gerçek anlamında, hemde metamorfik olarak kastederler. Cinema Novo yönetmenlerinden Nelson Pereira Dos Santos’un 1971 yılında çektiği "Como Era Gostoso o Meu Francês" (Benim Küçük Fransız’ım Pek Lezzetliydi) filminde, "yamyamlığın" (cannibalism) iki anlamı da mevcuttur. Filmde, filmin kahramanı gerçek yamyamlar tarafından esir alınır ve yenir. Filmin önermesi ise şu şekildedir: “Yerliler, yabancı düşmanları tarafından sömürgeleştirilmemek için, metaforik olarak onları yemelidir.” Rocha'ya göre "yamyamlık" (cannibalism), sosyal değişimi başlatmak için gerekli olan şiddetin beyazperdedeki temsilidir”28

Sömürgecinin sömürelinin farkına varması için şiddetin estetik bir unsur olduğu fikrinin yaygın olarak kabul gördüğü bu üçüncü dönemin bir diğer önemli filmi ise Rocha’nın 1968 yılında çektiği “O Dragao da Maldade Contra o Santo Guerreiro (Kötülüğün Ejderi Savaşçısı Azize Karşı-Antonio das Mortes)” adlı filmdir ve bu film “Kara Tanrı Beyaz Şeytan” filminin bir devamı niteliğindedir.
Üçüncü dönemin sonlarına doğru Cinema Novo yönetmenleri politik baskılar sonucu bir yaratıcılık sorunu ile yüzleştiler ve birçok yönetmen bu baskılar sonucundan Brezilya’yı terk ederek Avrupa ülkelerine gittiler. Yaşanan bu süreç ise Cinema Novo akımının sonunu getirmiş oldu. Bu dönemde Avrupa’ya giden yönetmenler arasında Rocha, Guerra ve Diegues en çok dikkat çeken isimlerdir.
Ana akım sinemaya bir tepki olarak ortaya çıkan ve toplumun kendi sefaletinin farkına varmasını sağlamak ve devrimci, özgürlükçü bir harekete öncü olmak amacında olan Cinema Novo bu amaçla yönünü ve kamerasını kuzeydeki “sertao” adlı kır bölgelerine ve şehirlerde “favela” adı verilen gecekondu mahallelerine çevirmiştir. Halkın sefaletinden güç alan Cinema Novo, anti-sömürgeci bir tavırla üç farklı dönem şeklinde 1960-1972 yılları arasında varlık göstermiş ve hem Latin Amerika’da hemde dünyada politik sinemayı etkileyen önemli bir güç olmuştur.

2-2) Dünyada Üçüncü Sinema


1960’lı yıllarda, özellikle Latin Amerika’da olmakla birlikte, dünyanın birçok ülkesinde genel olarak “Üçüncü Sinema” olarak adlandırılan ancak ülkeden ülkeye farklılıklar gösterebilen sinema akımları ortaya çıkmıştır. Brezilya Cinema Novo’da bunlardan birisi ve elbette öncülerdendir. Bu sinema akımları çoğunlukla üçüncü dünya ülkesi olarak anılan ve az gelişmiş, çoğunlukla eski sömürge olan ülkelerde ortaya çıkmıştır.
Üçüncü Sinema örnekleri çoğunlukla üçüncü dünya ülkelerinden çıkmakla birlikte ABD gibi birinci dünya ülkesi olarak sayılan ülkelerde de üçüncü sinema örneklerine rastlamak mümkündür. Aynı şekilde birinci sinema olarak anılan endüstri sineması da kendine üçüncü dünyada yer bulabilir. Hindistan’ın Bollywood’u buna en iyi örnektir.
Genel olarak birinci, ikinci ve üçüncü sinemayı tanımlayacak olursak; birinci sinema, Hollywood gibi endüstri sinemaları için kullanılır. İkinci sinema, Avrupa sanat sinemasıdır. Üçüncü Sinema ise devrimci, politik sinemadır.
Üçüncü Sinema kavramı, Mao’nun “Üç Dünya Teorisi” ve Frantz Fanon’un fikirleri ile şekillenir, çıkış noktasında bu teorilerden etkilenir. Mao, üç dünyadan bahseder. Birinci dünya süper güçler (ABD ve Sovyetler Birliği), ikinci dünya süper güçlerin müttefikleri, üçüncü dünya ise bağımsızlar. Fanon ise; birinci dünyayı kapitalist, ikinci dünyayı sosyalist ve üçüncü dünyayı sömürgeler şeklinde tanımlar. Genel olarak ise; üçüncü dünya ülkeleri, tarıma dayalı, doğum ve ölüm oranı yüksek, göç veren, eğitim ve sağlık hizmetleri seviyesi düşük ülkeler olarak tanımlanır.
Üçüncü Sinema, politik bir sinemadır. Esasen sinema tamamiyle politik bir aygıttır. Sovyetler, Naziler gibi ülke ve gruplar tarih boyunca ideolojilerini yaymak için sinemayı kullanmışlardır. Birinci sinema, Hollywood, endüstri sineması da politiktir. Varolan düzenin devamını sağlamaya yönelik filmler üretir. Sistemi eleştirmez, onu yüceltir. İkinci sinema olarak görülen Yeni Dalga ve Yeni Gerçekçilik, sistemi eleştirir ancak yinede kapitalist sistemin içinde varlığını sürdürmeye devam eder. Üçüncü sinema ise hem eleştiri getirir hem de seyirciyi harekete geçmeye teşvik eder.
Üçüncü Sinema, önce teori üretir, ardından teoriyi pratiğe döker ve en sonunda da pratikte ürettiği filmi seyirci ile buluşturarak toplumu anti emperyalist mücadeleye davet eder. Seyirciyi harekete geçirmeyi amaçlar.

Üçüncü Sinemaya göre sinema seyircisi sadece "seyirci" değildir. Filmler arasında ara verilmeli seyirci fikrini söylemeli ve film hakkında düşünmelidir. Üçüncü sinemanin seyircisi eğlenmek için sinemaya giden seyircilerden farklı olmalıdır. Kendileri de filme katılmalı filmin unsurları arasında yer almalıdır. Fırınların Saati bu teorinin en önemli filmidir. Filmde Arjantin'de yaşanan yeni sömürgecilik anlatılır. Grevlerin şiddetle bastırılması, askeri darbe, önemli noktaları ele geçirmiş ABD eşgüdümlü güçler, tüketim çılgınlığını pompalayan kitle iletişim araçları filmde bolca eleştirilir. Kültürel ve ekonomik tepkisiyle beraber filmde sinema tarihine de birçok gönderme bulunur. Avrupa ve ABD dışından çıkan tek sinema teorisi olan üçüncü sinema, sinemanın var olduğu bütün coğrafyalarda çok tartışılmış, çok konuşulmuş bir teori oldu. Özellikle olabildiğince gerçekçi bir sinema olmasıyla zaman içinde Latin Amerika sinemasının karakteristik bir özelliği haline geldi (Sivaslioğlu, 2011: 18-19).”29

Devrimci, politik Üçüncü Sinema kuramının ilk temsilcilerinden birisi elbette Brezilya’da Cinema Novo’dur. 60’lı yıllarda bu kıtanın öne çıkan diğer Üçüncü Sinema örnekleriyse Arjantin ve Küba sinemasında kendini gösterir. Arjantin’de Solanas ve Getino, “Üçüncü Sinemaya Doğru” adlı manifestolarını yazarak ve “Kızgın Fırınların Saati” adlı manifestonun pratiğe dökülmüş hali olan filmi çekerek hem kendi ülkelerinde Üçüncü Sinema’nın başlangıcını yapmış hemde tüm dünyada kullanılacak olan akımın adını vermişlerdir. Küba’da ise yönetmen Julio Garcia Espinosa, “Mükemmel Olmayan Bir Sinema İçin” adlı manifestosunu yazmıştır ve anti emperyalist mükemmel olmayan bir sinema amacı gütmüştür. Arjantin Üçüncü Sineması ve Yeni Küba Sineması’da tıpkı Cinema Novo gibi emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı olan ve halkın bu sömürünün farkına varmasını sağlayıp devrimci eyleme geçmesini amaçlayan sinemalardır.

Yeni İnsan Yeni Sinema dergisinin Latin Amerika ve Küba’da Belgesel Sinemanın Gelişimine Kısa Bir Bakış adlı çeviri-incelemesinde, Latin Amerika sinemasının Üçüncü Sinema bağlamında şekillenme süreci betimlenmektedir: 1965’ten beri Latin Amerika’da yeni bir sinema gelişti. Bu sinema en zor koşullar altında bile var olmaya çalıştı ve gelişimini sürdürdü. Sefaleti gündeme getiren ve bunu yaratan koşullara karşı verilen mücadeleyi anlatan, kendisini o mücadelenin içinde gören bir sermayeydi bu. 1960’larla birlikte bu filmler Kuzey Amerika ve Avrupa izleyicisine ulaşmaya başladığında alışılagelmiş anlatı kalıplarını zorlayan ve dünya sinemasında yeni bir avant garde olarak nitelenebilecek yanlarıyla şaşkınlıkla karşılandılar. Brezilya’da Nelson Perreira dos Santos ve Glauber Rocha, Küba’da Tomas Gutierez Alea, Humberto Solas, Julio Garcia Espinosa ve Santiago Alvarez, Şili’de Miguel Littin, Bolivya’da Jorge Sanjines bunlar arasında en çok tanınanları (Y.y., Yeni İnsan Yeni Sinema 13. Sayi, 2003: 55).”30

Üçüncü Sinema Kuramı, Latin Amerika’da ortaya çıkan Cinema Novo, Üçüncü Sinema gibi akımların ürettikleri filmleri dünyanın farklı ülkelerinde gösterim şansı bulmalarıyla daha yaygın bir hale gelmiştir. Üçüncü Sinema örneklerinin kendini gösterdiği bir diğer yer ise Afrika olmuştur bu dönemde. Aynı Latin Amerika gibi sömürge toprağı olan Afrika’da Üçüncü Sinema kapsamına giren filmler üretilmeye başlanmıştır. Bu üretimin öncüsü ise Senegalli yönetmen, senarist ve yazar Ousmane Sembene’dir.

Sinema, Afrika’da bir eğlence biçimi olarak 85 yıldır vardır. Gösterilen ilk filmler, Avrupa ve Amerika kaynaklı belgesellerdi, sonrasında bunlara kötü şöhretli Colonial Film Unit’leri (CFU: Sömürge Film Birimleri) ve “Bantu Sinema Film Projeleri” gibi kısa ömürlü projelerle yapılan filmler eklendi. Film yapimi ve dağıtımının sömürgeci yapıları, zorla dayatılan batılı tarzların güçlenişi, yerli Afrika kültür ve geleneklerinin sistematik olarak parçalanmasında oynadıkları rol yüzünden eleştirilmektedir. Yalnızca bir avuç yapımcının Afrika’nın çıkarlarına uygun modernleşmeyi teşvik etmesine rağmen CFU’nun rolünü Afrikalı sinema tarihçisi Manthia Diawara olumsuz terimlerle değerlendirir (Magombe, 2003: 761).”31

Görüldüğü gibi sinema icadından sonraki süreçte Afrika kıtasına kısa sürede gelmiş ancak sömürge güçlerinin kontrolünde ve onların ideolojisini yaymak için bir propaganda aracı olarak kullanılmıştır. 1960’larda ise dünyada etkisini hızla arttıran Üçüncü Sinema örneklerini bu kıtada da göstermiştir ve Ousmane Sembene, sömürgeciliği, emperyalizmi eleştiren filmler üretmiştir. Sembene’den önce girişimler olsada ilk film üretimini Sembene gerçekleştirdiği için öncü konumundadır. “Arabacı” ve “Kara Kız” gibi filmleriyle Senagal’de yaşanan Fransız sömürgeciliğinin etkilerini eleştirmiştir, olumsuzluklarını yansıtmaya çalışmıştır.
Üçüncü Sinema hareketlerinin görüldüğü bir diğer ülke ise Filistin’dir. Filistinli sinemacılar, 1973 yılında “Filistinli Sinemacılar Manifestosu” adlı manifestolarını yazmışlardır. Amaçları dayatılan sinema anlayışına bir karşı duruş gerçekleştirmek ve halkı bilinçlendirici üretimler yapmaktır. Bu tutumları ile Üçüncü Sinema kapsamına dahil olurlar.

““Filistin Sinema Birliği” çatısı altında Filistinli Sinemacilar, Arap dünyasında, daha önceden rastlanmamış yeni bir sinemanın inşasına soyunmuş genç sinemacılar olarak tarihteki yerlerini aldılar. Gerçekleri ve dünyanın sorunlarını yansıtma amacını güden Filistinli Sinemacılar, dünyadaki ilerici ve devrimci sinema örgütleriyle ilişkilerini güçlendirmek gerektiğine inanmaktadırlar (Kutay, Erdoğan:2005).”32

Sonuç olarak bakıldığında, Cinema Novo’nun öncülerinden birisi olduğu Üçüncü Sinema kuramı özellikle sömürge ülkelerinde olmakla birlikte tüm dünyada kendine yer bulmuş. Emperyalizmi, sömürgeciliği; aynı zamanda mevcut sinema düzeni olan gişe ve sanat sinemalarını eleştirmiş politik bir sinemadır. Amacı sadece eleştirmek değil, aynı zamanda bu eleştiri ile birlikte ezilen, sömürülen toplumları harekete geçirmektir. Mike Wayne Üçüncü Sinema kapsamına giren filmlerin belirlenebilmesi için bazı kriterler sunmuştur:

1- Tarihsellik: Üçüncü Sinema; tarihi süreç, değişim, çelişki ve mücadele, kısaca tarihin diyalektiği olarak kavramanın araçlarını geliştirmeye çalışır.
2- Politikleşme: Üçüncü Sinema, baskılanan ve sömürülen insanların bu durumun farkına vardıkları ve bunula ilgili bir şeyler yapmaya karar verdikleri süreci merkeze koymaktadır. Bu bağlamda; Üçüncü Sinema, izleyicide politik bilinci uyandırmalıdır.
3- Eleştirel Bağlanma: Üçüncü Sinema’nın başlıca hedeflerinden biri, izleyicinin bilişsel ve entelektüel güçlerini harekete geçirmektir. Üçüncü Sinema anlayışındaki filmler bu amacı taşımalıdır.
4- Kültürel Özgüllük: Üçüncü Sinema hem kültürel üretimin özgül anlamında (örneğin şarkı, dans, tiyatro, ritüeller, sinema, edebiyat) hem de daha genel anlamda (gündelik yaşamın nüansları) kültüre aşinalığıyla ve yakınlığı ile tanımlanır. Üçüncü Sinema, kültürün nasıl politik mücadele alanında bulunduğunu araştırır. (Wayne, 2009).”33

2-3) Türkiye’de Üçüncü Sinema


Üçüncü Sinema, aynı dönemlerde dünyada olduğu gibi varlığını Türkiye’de de duyurmuştur. Latin Amerika sinemalarındaki gelişim ve üretim koşullarına tamamen uymamakla birlikte Türkiye’de de Üçüncü Sinema kapsamına giren filmler üretilmiştir. Türkiye’de Üçüncü Sinema denildiğinde akla ilk gelen isimse Yılmaz Güney’dir.

Türk Sineması’nda sinemasal anlatım kaygılarını ve buna bağlı olarak ilk üslupsal olgunlaşmaları 1950’lerle birlikte tiyatronun egemenliğinin kırılmasının ardından gözlemleriz. Türkiye’de çalışan kesimin özellikle işçinin, grev, miting gibi demokratik haklarla tanışması bunun yanı sıra siyasal bir örgüte (TİP) kavuşmaları ise 1960 sonrasındaki yeni anayasal düzenlemelerle gerçekleşmiştir. ‘İşçi’nin ele alınışının, onun ekonomik sorunlarına eğilmenin resmi sansürün olanak tanıdığı ölçüde gerçekleştiği sinemamızda 1960’lara gelinceye değin toplumsal sorunlardan söz edildiğinde ‘Üçüncü Dünya Sinemasi’nın bu yaygın temaları pek akla gelmez. Ancak siyasal platformdaki gelişmeler; Türk Sinematek Derneği’nin yarı-resmi yayın organı olarak faaliyetini sürdüren Yeni Sinema dergisinin Türk Sineması ve diğer az gelişmiş ülkelerdeki sinemasal üretimi karşılaştırmalı olarak masaya yatırmak amacıyla düzenlediği, Cahiers du Cinema yazarlarının ve Avrupa Sineması’ndan yönetmenlerin katıldığı tartışmalarda yansımalarını bulmaktadır (Güzel, 2001b: 194).”34

1970’lerde Türk Sineması’na Yılmaz Güney damgasını vurmadan önce; Metin Erksan, Ertem Göreç, Halit Refiğ, Duygu Sağıroğlu, Ömer Lütfi Akad gibi yönetmenler toplumcu gerçekçi olarak adlandırılan filmleriyle etki bırakmış ve Üçüncü Sinema’nın öncüsü, habercisi sayılabilecek filmler üretmişlerdir. Yılmaz Güney ise “Umut” filmiyle başlayan ve ölmeden önce çektiği son film olan “Duvar” filmine kadar geçen süreçte; ezilmiş, hor görülmüş, ötekileştirilmiş karakterleri beyaz perdeye yansıtarak bir sistem eleştirisi sunmuştur.
1950’lerin değişen Türkiye’sinde sinema da bir değişime uğramış ve tiyatro taklidi filmler yerini toplumcu gerçekçi olarak adlandırılan filmlerin ilk örneklerine bırakmıştır. Bu döneminde sinemanın karşılaştığı en büyük sorun uygulanan sansür politikalarıdır. Sansür uygulamaları ile sınırlamalara maruz kalan sinemacılar, bu dönemle birlikte politikleşmeye başlamıştır. 1950’lerin değişen, hem siyasi hem de ekonomik olarak, Türkiye’sinde yönetmenler ve yapımcılar bu değişim döneminde “Nasıl bir ülke istiyoruz?” sorusuna cevap aramışlardır.

Türkiye’de Üçüncü Sinema içinde değerlendirilen filmlerin taşıdıkları ortak özellikleri belirleyen Şükran Kuyucak Esen (2007) bu kriterleri şu şekilde sıralamıştır:
1- Anti emperyalist.
2- Ezilenden, sömürülenden emekçiden ve yoksuldan yana.
3- Egemen sisteme (kapitalizme), en azından iktidardaki baskıcı yönetime muhalif.
4- Geri bırakılmışlık, gelişmemişlik ve feodal ilişkiler irdelenip, eleştiriliyor.
5- Konuların işlenişi “militan” bir yapıda. İzleyicinin rahatsız edilip, harekete geçirilmesi amaçlanıyor. Hemen, derhal bir şeyler yapmaya, aktif olmaya çağrılıyor.
6- Çarpıklıkları, bozuklukları, sömürüyü, geri kalmışlığı, yoksulluğu belgelemeyi ve sergilemeyi amaçlıyor. Dolayısıyla da değiştirmeyi.
7- Varolan sinemasal sistem beğenilmiyor. Yeşilçam, uyutucu, afyonlayıcı, uyuşturucu bulunuyor. Ona karşi çıkılıyor.
8- Filmin finansmanı, varolan sinemanın ekonomik yapısı dışında sağlanıyor. Gösterim ve dağıtım koşulları yaratılmaya çalışılıyor. (Zaten eleştirel tavrından ve ticari açıdan kârlı olmamasından dolayı, bu filmleri Yeşilçam da kendi içine almıyor.)
9- İlan edilmiş ya da edilmemiş bir manifestoları var. Bu manifesto çerçevesinde hareket ediliyor.
10- Film, belgesel de konulu da olsa gerçekçi yaklaşımla ele alınıp, gerçekçi sinema dili kullanılıyor.
11- Yönetmenler senaryolarını kendileri yazıyorlar. Yani inandıklari filmi çekiyorlar. Filmin protest – sosyalist – muhalif yapısı, kendi dünya görüşleri ile çakışıyor. Yaşamdaki duruşları da filmdeki duruşlarıyla örtüşüyor. Militan ve muhalif. (Esen, 2007: 315-316)”35

Battal Odabaş ise Türkiye’de Üçüncü Sinema’yı Genç Sinema Hareketi, İşçi Filmleri Festivali, Gençlik Filmleri Festivali, birlikte hareket eden kollektif gruplar ve bireysel üretimler çerçevesinde değerlendirmiştir. Yine Şükran Esen tarafından 1960-2000 yılları arasında Türkiye’de Üçüncü Sinema ile ilgili çalışmalar bir liste haline getirilmiştir;

Türkiye’de Üçüncü Sinema Şeması:
1. Metin Erksan – (1960) Gecelerin Ötesi
2. Ertem Göreç (Sen.: Vedat Türkali) - (1964) Karanlıkta Uyananlar
3. Duygu Sağıroğlu – (1965) Bitmeyen Yol
4. SİNEMATEK (1965-1980)
5. Ali Habib Özgentürk
  • (1966) “Özel Eğitime Hayır” Ankara Yürüyüşü (Kısa Film)
  • Bir Kuvvay-i Milliyecinin Hatıraları (Kısa Film)
  • Bir İşçinin Öldürülüşü (Kısa Film)
  • (1974) Ferhat (Kısa Film)
  • (1975) Yasak (Kısa Film)
  • (1979) Hazal
  • (1981) At
  • (1986) Su Da Yanar
6. GENÇ SİNEMACILAR (1968-1971)
7. Erden Kıral
  • (1969) - Kumcu (Kısa Film)
  • (1971) - Unutulmuşlar (Kısa Film)
  • (1972) - Çalışma Kartı (Kısa Film)
  • (1974) - Haşhaş (Kısa Film)
  • (1978) - Kanal
  • (1979) - Bereketli Topraklar Üzerinde
  • (1982) - Hakkari’de Bir Mevsim
  • (1987) - Av Zamanı
8. Yılmaz Güney
  • (1970) - Umut
  • (1974) - Arkadaş
  • (1974) – Endişe (Yön.: Şerif Gören)
  • (1978) – Sürü (Yön.: Zeki Ökten)
  • (1981) - Yol (Yön.: Şerif Gören)
  • (1983) - Duvar
9. Yavuz Özkan
  • (1978) - Maden
  • (1979) - Demiryol
10. Muzaffer Hiçdurmaz (1987) – Çark
11. Kazim Öz
  • (1999) - Ax (Kısa Film)
  • (2001) - Fotoğraf
12. Yeşim Ustaoğlu (1998) - Güneşe Yolculuk
13. Handan İpekçi (2001) - Büyük Adam Küçük Aşk (Esen, 2007: 352-353)”36

Bahsi geçen film ve yönetmenler dışında üstünde durulması gereken ve listede yer alan bir önemli kuruluş ve bir hareket mevcuttur Türkiye Üçüncü Sineması’nda. Bunlar “Türk Sinematek Derneği” ve “Genç Sinemacılar” hareketidir.

Türk Sinematek Derneği 25 Ağustos 1965’te Onat Kutlar tarafından kurulmuş ve kapatıldığı 12 Eylül 1980 tarihine kadar faaliyetini sürdürmüştür. Bu dernek Avrupa'daki benzerleri gibi bir 'film koruma' işlevi yapamamış olsa da, Avrupa ülkelerinin sinematekleri ile kurulan yakın işbirliği sayesinde mükemmel bir sinema kulübü gibi çalışmış, ticari gösterime çıkma şansı çok az olan sayısız film, dernek bünyesinde yapılan gösterimler ile sinemaseverlere tanıtılmıştır. Bu gösterimler ilk önce Mis Sokakta, sonra Şişli Sıracevizler'deki Kervan sinemasında ve daha sonra çok uzun bir zaman için Sıraselviler'deki Sinematek salonunda yapılmıştır. Gösterimlerinin yanı sıra sinemayla ilgili paneller, açık oturumlar düzenlenmiş, birçok yabancı sinemacı konuk olarak davet edilmiştir.”37

Film gösterimleri dışında Sinematek, 1 Mart 1966’da “Yeni Sinema” dergisini yayına sokmuştur ve 1 Haziran 1970 tarihine kadar dergi yayın hayatını sürdürmüştür. Bu dönemde Türk sinema seyircisi Sinematek sayesinde gişede izleme şansı bulamadığı Yeni Dalga filmleri gibi Avrupa Sanat Sineması filmlerine ve Üçüncü Sinema filmlerine Sinematek sayesinde ulaşırken; aynı zamanda yine Yeni Sinema dergisi sayesinde dünya sinemasındaki gelişmeleri takip etme fırsatı bulmuştur. Türk yapımcı, yönetmen ve izleyici Sinematek bünyesinde Üçüncü Sinema akımından bu şekilde haberdar olmayı başarmıştır.
Türkiye’de Üçüncü Sinema için önemli olan Genç Sinemacılar ise 1968 yılında oluşmuştur.

Bildirisinde ve Genç Sinema Dergisi’nde ve özellikle kısa süren hayatında bu çıkışınn temel olarak üç vurgusu vardı: Türkiye’de ilk sinema gösterilerinin saray denetiminde, film çekiminin de ordu bünyesinde başladığını. Ve sonra 1939 Mussolini yasalarıyla birlikte yürürlüğe giren sansür tüzüğünün, savaş ve tek parti koşullarıyla bu sürece eşlik ettiğini düşünecek olursak Yeşilçam’ı kuşatan ideolojik iklimi de kavramak mümkün olacaktır. İşte Genç Sinema böylesi bir ortamdan sivil anlamda kopuş eğilimini taşıyordu. İkincisi, kisa film ve belgesellerle yola çıkan bir hareketti. Üçüncüsü ise ilk kez, bir hareket olmasının gerekli kıldığı kolektif ruha sahipti (Riza, 2003: 48).”38

Genç Sinemacıların en temel hedefi ürettikleri yapıtları geniş halk kitlelerine ulaştırabilmektir. Halka ulaşmadığı sürece ortaya atılan fikrin hiçbir değeri olmayacaktır. Yeşilçam’ı afyon sineması olarak tanımlayan Genç Sinemacılar, üretici, işçi sınıfının asıl ihtiyacının kendini, kendi sorunlarını beyaz perdede görmek olduğu düşüncesini savunmaktadırlar. Devrimci, yeni bir sinema kurulması hayalini taşıyan Genç Sinemacılar, uzun metrajı karşılayacak bütçeleri olmadığından, üstlerine düşen görevi yerine getirebilmek için kısa filmler çekme yolunu izlemişlerdir. Genç Sinemacılar, kısa film ve belgesel sinema özelliklerini kullanarak dünya sinema gelişmelerinin ve deneyimlerinin bilgilerini ülke sinemasına aktarmayı amaçlamışlardır. Genç Sinemacıların en büyük hatalarından biri ise Yeşilçam’a yapıcı eleştiriler yöneltmek yerine onu tamamen reddetmesidir. Sonuç olarak ise bu hareket çok uzun ömürlü olmamış ve kuruluşundan üç yıl sonra 1971’de dağılmıştır.
Sonuç olarak baktığımızda; Latin Amerika’da 1960’ların başında ortaya çıkan politik sinema hareketleri çok da geç olmayan bir dönemde, 1960’ların sonlarına doğru Türkiye’ye ulaşmış ve özellikle 1970’lerde üretilen Yılmaz Güney filmleri Üçüncü Sinema bünyesine girecek özellikler göstermiştir. Yılmaz Güney dışında, Genç Sinemacılar gibi oluşumlar, Sinematek gibi kuruluşlar, film festivalleri ve bireysel girişimlerle birlikte Üçüncü Sinema etkisini günümüz Türk Sineması’na kadar sürdürmüştür.

2-4) Cinema Novo Sonrası Brezilya Sineması


Cinema Novo sonrası dönemde, 1970’li yıllarda yaşanan petrol krizi, ekonomik sıkıntılar ve askeri yönetimin baskı ve sansürü sonucu aynı dönemlerde dünyanın birçok ülkesindeki benzerleri gibi Brezilya sinemasında “Pornochanchada” adıyla erotik filmler dönemi başlamıştır.
1980’li yıllarda tekrar sivil yönetimlerin başa gelmesi ile birlikte sinema üstündeki baskı ve sansür kaldırılmıştır. 1990’lı yıllara gelindiğinde ise Brezilya sineması, Cinema Novo dönemi başarılarına dönüş sinyalleri vermeye başlamıştır. Fabio Barreto’nun yönettiği O Quatrilbo 1995 yılında En İyi Yabancı Film dalında Oscar’a aday oluyordu.”39 90’lı yılların bir diğer önemli filmi ise Walter Salles’in 1998 yılı yapımı olan “Central do Brasil (Merkez İstasyonu)” filmidir. Oscar adaylığı dışında birçok festivalden 38 ödül alan film böylece Brezilya ve dünya sinemasının unutulmazları arasına girmeyi de başarmıştır.
2000’li yıllara gelindiğinde ise film dilini iyice geliştiren Brezilya sineması birçok filmi ile farklı festivallerde ödüle layık görülmüştür. 2002 yapımı “Cidade de Deus/Tanrı Kent” filmi 4 dalda Oscar’a aday olurken aynı zamandan birçok festivalde toplam 65 tane ödül kazanmıştır.
Sonuç olarak Brezilya Sineması 1896 yılındaki ilk gösterimden günümüze kadar çok farklı süreçlerden geçerek şimdiki şeklini almıştır. İlk yıllarda ana akım sinema ve Hollywood için bir pazar işlevi görürken 60’lı yıllar ile birlikte anti-sömürgeci politik bir sinemanın doğum yeri olmuş. Cinema Novo sonrasında erotik filmler evresinde bocalarken demokrasinin tekrar güç kazanması ile sinema da güç kazanmış ve dünya çapında festivallerden ödüllerle dönen ve güçlü bir anlatım dili olan bir sinema ortaya çıkmıştır.

3) Rio de Janeiro ve Favela Kültürü


                                                                                  “Modern dünyanın vahşi ormanları: Favelalar!”

Rio de Janeiro, Sao Paulo’dan sonra ülkenin en büyük ikinci şehridir ve Brezilya’nın 26 eyaletinden birinin de başkentidir. Rio de Janeiro aynı adlı Brezilya eyaletinin başkentidir.
Rio, 1500 yılında Brezilya’nın Portekizliler tarafından keşfinden 2 yıl sonra Ocak 1502 yılında Portekizli kaşif Gaspar de Lemos tarafından keşfedilmiş ve ismi de bu kaşif tarafından verilmiştir. Şehrin ismi “Ocak Nehri” anlamına gelmektedir.
Şehir turistik açıdan Brezilya ekonomisi için çok önemli ve dünyaya mal olmuş bir yerleşim yeridir. Bir çok önemli yapı ve etkinlik şehrin bu yapısına değer katmaktadır. Bunlar içinde en önemlileri; “Kurtarıcı İsa Heykeli”, “Rio Karnavalı”, “Guanabara Körfezi”, “Kesmeşeker Dağı”, “Floresta da Tijuca Şehir Ormanı”, “Maracana Stadı” ve “Copacabana Sahili” olarak sıralanabilir. Sayılan bu yerler ve ve karnaval ile birlikte Rio dünyanın birçok ülkesinden insanlar için çok cazip bir doğal tatil bölgesidir.
Kurtarıcı İsa Heykeli, 2007 yılında dünyanın yeni yedi harikasından birisi olarak belirlenmiştir. Brezilya’nın kurtuluşunun yüzüncü yıl kutlamaları için inşa edilen heykel 1931 yılında açılmıştır. 30 metre yüksekliğindeki heykel “Corcovado Dağı” olarak adlandırılan dağın üzerinden Rio’yu izlemektedir ve hem heykelin simgelediği inanç hemde konumlandırılıdığı yer din faktörünün Brezilya toplumunda ne kadar kuvvetli olduğunu bize göstermektedir.
Şehrin bir diğer turistik özelliği ise karnaval. Rio Karnavalı her yıl hem ülke içinden hem de yurtdışından binlerce insanı Rio’ya çekiyor.

Guinness Rekorlar Kitabı’na göre, şehrin bu en ünlü partisi, 2004 yılında 400.000 yabancı turist çekerek dünyanın en büyük karnaval partisi oldu. Dışarıdan gelen ziyaretçilerden ayrı olarak, her yıl 5 milyon insan Rio caddelerine akın ediyor ve samba gruplarının düzenlediği “blocos” adı verilen sokak partilerine katılıyor.”40
Bir diğer önemli doğal güzellik ise Guanabara Körfezi. “Bu dev körfezin çevresinde 15 şehir yer alır ve 412 kilometrelik yüzeyi, 53 plajı ve yüzün üzerindeki adasıyla ülkenin en büyük ikinci körfezidir.”41 Kurtarıcı İsa Heykeli, Kesmeşer Dağı ve Copacabana Sahili gibi alanların arka planını hep bu körfez oluşturur.
Rio’yu doğal bir cazibe merkezine çeviren bir diğer özelliği ise dünyanın en büyük şehir ormanı olan Floresta da Tijuca Şehir Ormanı’na sahip olmasıdır.

Bu 33 kilometrelik koruma alanı, 19. yüzyılın sonunda Brezilya imparatoru II. Pedro’nun emriyle yapılan ağaçlandırma çalışmalarıyla oluşmuştur. Fikrin arkasında yatan neden, şehri çevreleyen tepelerdeki erozyonun önlenmesi amacıyla, kahve yetiştirme alanları nedeniyle zarar gören bölgeyi onarmaktı. Rio’nun turistik yerlerinden önemli bir bölümü Tijuca Ormanı’nın içinde yer alır: Botanik Bahçesi, Parque Lage ve Corcovado Dağı bunlardan bazılarıdır.”42

Rio ile ilgili bir diğer önemli bilgi ise bir zamanlar Avrupa kıtası dışında bulunan tek Avrupa başkenti olmasıdır. Napolyon’un İber Yarımadası’nı işgali üzerine Portekiz kralı VI. Joao 1808 yılında ülke başkentini Rio’ya taşıdı ve 1821 yılına kadar ülkeyi buradan idare etti. 1821 yılında kral Portekiz’e geri dönüş yapsada oğlu prens Pedro burada kaldı ve 1822 yılında ülkenin bağımsızlığını ilan ederek Brezilya’nın ilk kralı oldu. Böylece Rio’da Brezilya’nın başkenti oldu. Sonraki dönemlerde de başkent ünvanını koruyan şehir 1956-1960 yılları arasında Brasillia/Brasil şehrinin inşa edilmesi ile birlikte bu unvanını kaybetti.
Her ne kadar artık başkent olarak anılmasa bile doğal güzellikleri, mimari yapıları ve karnavalı ile Rio hala ülkenin dünya çapında en ünlü şehirlerinden birisi ve her yıl binlerce turistin uğrak noktaları arasında yerini koruyor. Denizi, sahilleri, doğası ve kültürü ile yabancılar (turistler) için egzotik bir cennet bu şehir ama elbette bundan çok daha fazlası var.

3-1) Favela Kültürü


Her ne kadar Rio de Janeiro doğal güzellikleri ve kültürel etkinlikleri ile bir turizm merkezi olarak işlev görse ve sahil bölgesinde modern bir şehir izlenimi uyandırsada; sahilden uzaklaşıp tepelere doğru ilerledikçe karşımıza “Favela” olarak adlandırılan gecekondu mahalleleri çıkar. Rio’da yaklaşık olarak 1000 tane favela vardır ve şehir nüfusunun önemli bir kesimi, neredeyse 1/3’ü, bu bölgelerde ikamet etmektedir. Bir bölgede 50’den fazla evin birarada bulunması o bölgenin bir favela olarak adlandırılması için yeterlidir.

Brezilya’da “favela” adı verilen (shantytowns veya slums) “gecekondu” bölgeleri ilk olarak 19. yüzyılda şehirdeki evlere gücü yetmeyen eski köleler ve askerler tarafından kurulmaya başlanılır. Ancak favelaların asıl yaygınlaşması 1940’lardan sonra Brezilyalıların kırsaldan şehirlere iş bulmak için göç etmesiyle ortaya çıkacaktır...Bu favelaların temel özelliği sağlık, barınma, eğlenme ve hoşça vakit geçirme hususlarındaki yapısal yetersizliklerle, her an karşılaşılabilecek olan saldırı veya çeşitli suçların ve bunları işleyen suçluların oluşturduğu güvenliksiz ortamdır.”43

Favelaların konumlandığı bölgelere baktığımızda ise; çok nadir olarak deniz kıyısında ve düz arazilerde de konumlanmakla beraber; çoğunlukla dik yamaçlara inşa edilen yerleşim bölgeleridir. Bunun temel sebebi ise; favelaların ilk defa oluşmaya başladığı yıllarda insanların çoğunlukla favela bölgesine dönüşen bu dik yamaçları umursamamaları ve bu bölgelere değer vermemeleridir.
Favelaların Rio’da konumlandıkları yer bir başka açıdan daha ilginçtir. Daha önce de belirttiğimiz gibi şehrin sahil bölgesinde modern görünümlü bir kent bulunmaktadır. Apartmanlarıyla, otelleriyle, yollarıyla tam olarak günümüz dünyasının modern kentlerine bir örnektir bu bölge. Daha önce belirttiğimiz bir diğer ayrıntı ise sahilden uzaklaştıkça Rio de Janeiro’yu saran orman arazisi ve doğadır. Görüldüğü üzere Rio favelaları konumlandıkları yer itibariyle modernizm ve doğanın sınırındadır. Modern kentin ya da doğanın nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan bir noktada büyüyen favelalar adeta modern dünyanın ormanları konumuna gelmiştir. İnsanların hayatta kalabilmek için sürekli mücadele halinde olduğu, güçlünün güçsüzü ezdiği acımasız bir alandır burası ama bu tamamen kötü olduğu anlamına gelmez. Sadece zor, yoksul ve sistemin dışına itilmiş alanlardır favelalar. Uyuşturucu tacirleri, çete savaşları ve polis baskınları arasında yaşamak zorunda kalan favela sakinleri bu ormanda, vahşi hayvanlarla mücadele etmek zorunda bırakılmış ve tek dertleri sadece hayatta kalmak olan, ekonomik olarak güçsüz bir toplumdur.
Favelalar ile ilgili bir diğer önemli sorun ise; bu bölgede yaşayanların ikinci sınıf insan muamelesi görmesi. “Favelado” yani gecekondulu olarak anılan bu insanlar çoğunlukla cahil, görgüsüz ve her an suç işleyebilecek kişiler olarak görülürler ve özellikle iş bulma gibi durumlarda bu durum favela sakinleri için bir sorun oluşturduğundan yaşadıkları yeri gizleme ihtiyacı hissedebilirler. Ancak bu durum 1990’lı yıllar ile birlikte bir değişim göstermeye başlamış ve “Favelado” terimi kabullenilen, sahip çıkılan bir kimliğe dönüşmüştür.

Favela’da yaşamak zorunda kalmak bir bakıma şehrin ve ülkenin sosyal ve kültürel hareketliliği veya akışı dışında kalmakla eş anlamlı gibidir. Küçücük ve dar bir alanda inanılmaz bir nüfus yoğunluğu ve bu nüfusun ayakta kalabilmek için verdiği ve müthiş bir yaşam mücadelesidir söz konusu olan. Favela’da yaşamak ve eğitim olanakları bakımından daha aza ve doğrudan ikinci sınıf bir insan olarak aşağılanmayı dışarda tutulmayı da beraberinde getiriyor olmalıdır. Belki daha da kötüsü favelada hayatı kontrol altında tutan ve uyuşturucu trafiğini ve buna bağlı ekonomiyi yöneten mafya çetelerinin kendi aralarında ve polis arasında hiç bitmeyen çatışmaların içinde ve tam merkezinde yaşamak zorunda kalmak, her an bir serseri kurşunun kurbanı olmaya hazır olmaktır. Favelaya hakim olan uyuşturucu çetesinin yerine geçebilmek için uğraşan veya kazançtan pay almaya yahut payını arttırmaya çalışan başka çetelerin birbirleriyle nerdeyse daimi ve çoğu kez silahlı bir mücadelesi vardır.”44

Rio de Janeiro’nun ve favelaların en önemli sorunu olan uyuşturucu ticareti 1970’li yıllar itibariyle hız kazanmış ve önemli bir soruna dönüşmüştür. Uyuşturucu ticaretinin favelalarda güç kazanmasının arkasındaki en temel etken ise işsizliktir. Favelalarda işsizlik her zaman diğer bölgelere göre daha yüksek rakamlarla seyreder. Örneğin 2000 yılında Rio’da işsizlik oranı %5.4 oranındayken bu durum favelalar için %12.3 oranındadır. Favelalardaki bu sorun uyuşturucu ticaretinin daha kolay yayılmasında önemli bir etkendir. Diğer önemli etken ise uluslar arası uyuşturucu kartellerinin dünya ülkelerine kokain sevkiyatı yapmak için yeni geçiş güzergahları aramaları ve birçok diğer Brezilya sahil kenti gibi Rio’yu da bir geçiş noktası ve pazar alanı olarak kullanmalarıdır. Bu durum beraberinde Rio kenti için polislerin favelalara uyuşturucu baskınları yaptığı, uyşturucu çetelerinin birbirleriyle çatıştığı ve ölümlerin yaşandığı bir dönemi başlatır. 1980-2000 yılları arasında BM’nin kayıtlarına göre 50.000 kişi bu çatışmalar arasında hayatını kaybetmiştir.
Favelaları kontrol eden uyuşturucu çeteleri silah taşımaktadır ve yeri geldiğinde hem diğer çetelerle hemde polisle çatışmaktadırlar ve bu durum çete üyesi olmayan favela sakinlerinin de kaza kurşunları ile yaralanmalarına ya da daha kötüsü ölmelerine sebep olmaktadır.
Rio’nun en büyük favelalarından birisi ise “Rocinha” favelasıdır. Toplamda 21 mahalleden oluşan bu büyük favela kentin zengin bölgelerine yakınlığı ile de dikkat çekmektedir.

Bir çok favelanın tam tersine, Rocinha pek çok bakımdan son derece aktif bir faveladır. Ortasından birkaç yol geçmekte, otobüs ve “motortaksi” adı verilen motorsikletlerle hemen her yerine ulaşılabilmektedir. Dağın yamacına yaslanmış bölümüneyse birkaç hattın eklenmesiyle aşağıdan yukarıya bütün dağın yamaç bölgesine belediye tarafından yerleşimin yan tarafından da olsa ulaşımı sağlayabilecek ücretsiz bir asansör yapılmıştır. Bu bölgeye yegane ulaşım yolu olan bu asansör hattının duraklarının önünde işportacılar yer alır. Favela içinde özellikle de yamaçtan ziyade düzlük arazide irili ufaklı pek çok iş yeri ve pazar vardır. Burada yaşayanlar favela dışına çıkmaksızın her türlü ihtiyaçlarını karşılayabilirler. Süpermarketler, butikler, eczaneler, manifaturacılar, kuyumculardan gözlükçülere kadar hemen her türlü esnaf ve farklı kültürlerin mutfağına göre işletilen restoranlar ve favela’da nerdeyse daimi açık barlar vardır. Favela sokakları her bakımdan işlevsel kamu alanlarıdır. Evlerin küçüklüğü hele hele barındırdıkları devasa nüfusa oranla darlıkları sokakları normal şehirlerde pek görülemeyen bir varlık alanına çevirmiş ve ona çoklu fonksiyonlar yüklemiştir. Nitekim gece-gündüz daima sokaklarda oturan, gülen, konuşan, oynayan, müzik yapan, dans eden, eğlenen hatta yeri olmadığı için yatan, uyuyan insanlar görülür.”45

Favelaların bu karmaşık, kaotik ve kültürel yapısından çıkan en önemli unsurlardan biri ise “samba” ve dünyaya mal olmuş meşhur Rio Karnavalı’dır. Karnavalda gösteri düzenleyen samba okullarının büyük bir çoğunluğu favelalarda kurulan okullardır. Çocukları, gençleri uyuşturucu ve illegal işlerden uzak tutup, onlara bir eğitim, yeni bir amaç vermek hedefinde olan bu okullar dans ve müziği favela kültürünün en önemli parçaları haline getirirken aynı zamanda bu kültürü Brezilya kültürüne de entegre etmektedirler. Rio Karnavalı’nın dünya çapında üne kavuşmasında ve her yıl binlerce turisti ülkeye çekmesinde favela kültürünün reddedilemez bir payı vardır.
Önceleri favelalara yerleşen “Afro-Brezilyalılar” tarafından Afrikalı köklerinden, geleneklerinden oluşan ve bir çeşit kendini ifade etmek şekli olan samba; zamanla toplumu eğiten, birleştiren ve seslerini duyurmak için kullandıkları politik bir araca dönüşmüştür ve bu aracın en etkin kullanım şeklini bize her yıl düzenlenen Rio Karnavalı ve benzerlerinde göstermektedirler. Karnaval sadece bir eğlence etkinliği olmaktan çok; favelaların adeta biz buradayız dediği ve kendini sadece Brezilya’ya değil tüm dünyaya hatırlattığı ve tanıttığı bir etkinlik haline dönüşmüştür.
UNESCO tarafından favelalar ile ilgili 2012 yılında yapılan bir çalışma gösteriyorki; favelalarda yaşayan kesim kendini favela sınırları içinde daha güvende hissediyor. Favela dışına çıktığında güvensizlik, dışlanmışlık, aşağılanma ve yabancılaşma duyguları baş gösteriyor. Favela dışındakilere karşı oluşan bu güvensizlik durumu ve onları yabancı olarak görme beraberinde aynı ülkede, aynı şehirde fakat sadece kentin farklı bölgelerinde yaşayan insanların birbirine yabancılaşması sorununu getiriyor. Yabancılaşma ise beraberinde çatışmayı ve dışlamayı getiriyor.

Öyle görülüyor ki yerel ve genel Rio ve Brezilya hükümetleri işaret ettiğimiz gerçeklerin farkındadır. Bir yandan geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi favelalarda yaşayan insanların daha normal, uygar veya şehirli bir yaşam sürebilmeleri için genel bütçelerden buralara sosyal-kültürel yatırımlara yönelik ciddi paylar ayırılmaktadır. Meselâ Rocinha favelasına geçtiğimiz yıl “Programa de Aceleraçáo do Cresimento” (PAC) adlı kurum tarafından yeni bir sağlık ocağı, yüzme havuzu, üst geçitler ve evlerde iyileştirmeler yapmak üzere 65 milyon Euro gibi büyük bir meblağın ayrılması örnek olarak verilebilir.”46

Yerel Rio ve genel Brezilya hükümetlerinin favela bölgelerine yatırım yapmalarının ve buralardaki yaşam standartlarını yükseltmeye çalışmalarının bazı temel sebepleri vardır. Bunlardan ilki kentsel dönüşüm projeleri ile favela bölgelerini ve favela kültürünü tamamen yok etmek yerine iyileştirmeler yoluyla bu kültürü korumak istemeleridir. İkinci ve daha önemli neden ise son yıllarda popülerliği artan “Favela Turizmi” sürecidir. Turizm şirketlerinin dünyanın çeşitli ülkelerinin yoksul gecekondu mahallelerine turlar düzenlemesi ile gelişen bu akımdan Rio’da etkilenmiş ve zaten bir turizm kenti olan Rio için favelalar turistik yönü sayesinde daha değerli alanlara dönüşmüştür.
Favelaları turizme açık hale getirebilmek için altyapı çalışmalarından yol çalışmalarına, sosyal etkinlik alanlarından kanalizyon çalışmalarına kadar çok farklı alanlara yatırımlar yapılarak mahallelerin yaşam standartlarında iyileştirmeler yapılmıştır. Böylelikle turizm yoluyla Rio ekonomik yönden kazanç sağlayacak bir hale gelirken; diğer yandan da favelalar yapılan altyapı çalışmaları ile hem yok olmaktan kurtulup hemde yaşam kalitesini arttırma şansı bulmuştur.
Görülüyorki, 4-5 kuşaktır devam eden olumsuz koşullar, uyuşturucu ticareti, çete savaşları, polis baskınları ve ölümler son yıllarda zincirleme bir şekilde daha iyiye doğru ilerliyor. Öncelikle samba okulları, dans ve müzikle birlikte genç nüfusun çetelerin eline geçmesinin önüne geçilmeye çalışılırken ve bu gençler eğitilip daha iyi bir amaç edinmeleri sağlanırken; bu samba okullarının Rio Karnavalı’ndaki başarıları ile karnavalı çok daha renkli, çok daha başarılı bir hale getirerek varlıklarını tüm dünyaya hatırlatmaları, favela kültürünü tanıtmaları ile çok büyük bir politik güce dönüşmeleri; böylelikle yabancı turistlerin de favela kültürüne ve favelalara karşı yoğun bir ilginin uyanması ve yerel ve genel yönetimlerin bu durumu bir ekonomik kazanç yolu olarak görmeleri ve böylelikle hem favela bölgelerindeki yaşam koşullarını iyileştirirken hemde bu kültürün yok olmasını engellemeleri bu zincirin halkalarını oluşturmakta ve peşpeşe sıralanmaktadır.
Bölgelerde uygulamaya konulacak projeler ve yapılacak iyileştirmeler için bazı temel amaçlar belirlenmiştir;

  • Su ve kanalizasyon sistemlerinin yenilenmesi
  • Şehir içi yolların yapımı
  • Kreş, eğlence ve spor alanlarının inşası
  • Yüksek heyelan riski olan bölgelerde yaşayan halkın farklı bir yere taşınması
  • Şehir içindeki akarsuların kapalı hale getirilmesi
  • Temizlik, inşaat işleri ve konfeksiyonlar gibi kooperatifler oluşturarak istihdam alanı oluşturulması
  • Eğitimin iyileştirilmesi için kursların açılması
  • Halkın kredi karşılığında ev sahibi olunmasının sağlanması
  • Sosyal problemlerin giderilmesi
  • Bölgede yaşayan halkın yaşam seviyesinin yükseltilmesi
  • Çöplerin toplanarak çevre kirliliğinin ortadan kaldırılması
  • Halk meydanlarının oluşturulması

Rio Kenti için 600 milyon dolarlık harcama yapılmıştır. Bu miktar sadece kamusal kaynaklardan oluşmamaktadır fakat merkezi yönetim bütçesinden 2014 ve 2015 yılları için 315.130.000 TL’lik bir ödenek uygun görülmüştür”47

İyileştirme ya da kentsel dönüşüm çalışmaları yerel yönetim/kamu ve yerel halk işbirliği ile gerçekleşmiştir. Yerel yönetim kamusal alanların ve altyapı çalışmalarının yapımından sorumlu olurken halkın da kendi evlerinin inşaatından sorumlu olmasını ve bu amaçla bankalardan kredi alarak ya da kendi paralarıyla evlerinde gerekli iyileştirmeleri yapmalarını istemiştir.

Proje üç farklı aşamadan oluşmaktadır. İlk aşama 1994-1998 yılları arasında gerçekleştirilmiş ve bu aşamada 300 milyon dolarlık yatırım yapılmıştır. Bu ilk aşamada 62 yerleşim alanı yenilenmiştir ve 250.000 kişinin ihtiyacı karşılanmıştır. 1998-2005 yıllarını kapsayan ikinci aşamada ise yine 300 milyon dolarlık bir yatırım daha gerçekleştirilmiş ve 106 yerleşim alanı yenilenmiştir. İkinci aşamada ise 350.000 kişinin ihtiyacı karşılanmıştır. Programın son aşaması tamamlandığı zaman gecekondu bölgelerinde yaşayan bir milyon insanın yaşam kalitesi yükselecek ve ihtiyaçları karşılanacaktır.”48

Sonuç olarak görülüyorki, temelleri köleliğin kaldırıldığı 1888 yılına kadar dayanan favelalar, yüzyılı aşan bu süre içerisinde kendine has melez bir kültür oluşturmayı başarmış. Özellikle kırdan kente göçün artması, sanayileşme ve kentleşme ile birlikte büyük şehirlerde ekonomik durumu yetersiz olan bireylerin ve toplulukların yerleşim yeri olarak seçtiği favelalar, zamanla uyuşturucu kartellerinin pazar alanlarına dönüşmüş ve özellikle işsizlik sorunlarıyla yüzleşen gençlerin bu uyuşturucu ticaretine dahil olmasına ve çeteleşmesine sebep olmuştur. Çete savaşları, polis baskınları, işsizlik, yoksulluk, sefalet, çevre kirliliği, altyapı yetersizliği ve daha birçok olumsuzlukla mücadele eden favelalar çözümü de yine kendi içinde üretmiş ve Afrikalı köklerinin bir ürünü olan sambayı araçsallaştırmıştır. Dansı ve müziği politik bir araca dönüştüren favelalar, en ünlüsü Rio Karnavalı olan çeşitli karnavallar yoluyla kendilerini ve kültürlerini tanıtma; varlıklarını hem dünyaya hem de kendi hükümetlerine hatırlatma şansını yakalamışlardır. Böylelikle dünyanın ilgisini çeken favelalar hem kültürlerini korumayı başarmışlar hemde yaşam standartlarının iyileştirilmesini sağlamışlardır.

4) Rio ve Favelalar ile İlgili Seçilen Filmlerin İncelenmesi


4-1) Favela Rising




Yönetmen: Matt Mochary, Jeff Zimbalist
Senaryo: Jeff Zimbalist
Oyuncular: Andre Luis, Azevedo, Jose Junior, Michele Moraes
Tür: Belgesel
Vizyon Tarihi: 2005
Süre: 1 saat 20 dakika

“Favela Rising”, “Afro Reggae” sanatçısı Anderson Sa etrafında şekillenen bir belgesel film. Film Brezilya gecekondu mahallelerini, yani favelaları anlatıyor. Favelalardaki yaşam, yaşayanlar ve sorunlar yansıtılıyor. Filmin odak noktasını uyuşturucu satıcıları ve polis arasındaki çatışmalar ve bu çatışmalar boyunca ölen genç nüfus oluşturuyor. Favelaların uyuşturucu baronlarının kontrolünde olduğuna değinilirken;
bu baronların emri altında bulunan silahlı çeteler ve polis arasında yaşanan çatışmaların sonu genellikle ölüm ile bitiyor. Uyuşturucu baronları için askere dönüşen ve sonunda ölümle yüzleşen bu insanlar çoğunlukla 14-25 yaş arası gençlerden oluşuyor.
Filmin değindiği bir diğer konu ise; farklı çetelerin kontrolünde olan favelalar arasında geçişin çok zor olması durumu. Favela sakinleri çete savaşları sebebiyle komşu favelada yaşayan akrabalarını bile görmeye gidemiyor. Filmden elde edilen rakamlara göre 1987-2001 yılları arasında Brezilya’da genç nüfusa giren 3937 kişi çete savaşları sebebiyle hayatını kaybetmiştir.
Bir diğer tarafta ise polis şiddeti konusu vardır. Favelalara yapılan ani baskınlar sonucu çete üyeleri dışında, sıradan halk da polis kurşununa maruz kalabilmektedir. Anderson Sa da bu kişilerden biridir. Ayrıca polisin rüşvet aldığına ve favelalarda gerçekleşen uyuşturucu ticaretine göz yumduğu savunulmakta ve bu durum çeşitli görüntüler ile desteklenmektedir.
Film, yoksulluk, uyuşturucu, çete savaşları ve polis baskınları gibi birçok olumsuzluğa değindikten sonra ise çıkış yolu olarak ortaya çıkan “Afro Reggae” akımına odaklanıyor. Eski bir çete üyesi olan Anderson Sa ve arkadaşlarının başlattığı hareket ile amaçlanan favelaların Afrikalı köklerinden gelen kültürlerini kullanarak genç nüfusu uyuşturucu çetelerinin uzaklaştırıp müziğe yönlendirmektir. Öncelikle tek bir favelada başlayan hareket daha sonra komşu favelalara da yayılarak büyür ve çeşitli alanlarda genç nüfus için müzik okulları açılır ve bu genç insanlar o okullara yönlendirilmeye çalışılır.
Favela Rising filmi, önceki bölümlerde bahsettiğimiz favela kültürünün daha iyi anlaşılmasında faydalı olabilecek bir belgesel filmdir. Ayrıca yapısı ile Üçüncü Sinema kapsamına da girebilmektedir. Yine bu film sayesinde önceki bölümlerde bahsi geçen okulların kuruluş serüvenini yansıtması açısından da önemlidir.
Sonuç olarak ise; Favela Rising, sorunları yansıtan, sorunlarla mücadele için kullanılan bir yolu gösteren ancak mevcut sorunlar için kesin bir çözüm önerisi getirmeyen bir filmdir.

4-2) Cidade de Deus/Tanrı Kent ve Cidade dos Homens/City of Men




Yönetmen: Fernando Meirelles
Senaryo: Paulo Lins (roman), Braulio Mantovani
Oyuncular: Alexandre Rodrigues, Leandro Firmino,Matheus Nachtergaele
Tür: Suç, Dram
Vizyon Tarihi: 2002
Süre: 2 saat 10 dakika



Yönetmen: Paulo Morelli
Senaryo: Elena Soarez, Roberto Moreira
Oyuncular: Douglas Silva, Darlan Cunha, Jonathan Haagensen
Tür: Suç, Dram
Vizyon Tarihi: 2007
Süre: 1 saat 46 dakika

Bu iki filmin birlikte ele alınmasının temel sebebi; her iki filmin de Rio’nun favelalarına ve favelalardaki uyuşturucu, şiddet ve çete savaşlarına yoğunlaşmasıdır.
İlk film olan Tanrı Kent, ana karakter Rocket’ın gözünden bir hikaye anlatır. Rocket’ın küçük bir çocuk olarak Tanrı Kent adlı favelada başlayan hikayesi çete savaşları ve uyuşturucu ticaretinin gölgesinde foto muhabirliğine kadar ilerler. Filmde “tanrının unuttuğu Tanrı Kent” olarak anılan favela, şehirde istenmeyenlerin ve barınamayanların yollandığı bir bölge olarak yansıtılıyor. Hizmetin ve imkanların sınırlı olduğu, halkın yoksul olduğu, gençlerin suça meyilli olduğu ve hatta bu algı ile büyüdüğü ve polis baskınları sonucu ölümlerin yaşandığı bir yaşam alanı sunuluyor seyirciye.
Rüşvet alan polisler, çeteleşme ve uyuşturucu sorunlarına değinen film, kişiyi koşulların suça ittiği fikrini savunuyor. Filmin sonunda uyuşturucu çetesi lideri Li’l Zé’nin öldürülmesinin ardından sokakta çete kurma hayalleri kuran çocukların gösterilmesi ise düzenin devam ettiğini, düşenin yerine yenisinin geleceğini simgeliyor.
City of Men filmi de yine favelalara çetelerin tarafından yaklaşan, çete savaşlarına yoğunlaşan bir filmdir. Acerola ve Laranjinha adlı iki yakın arkadaşın hayatı etrafında şekillenen filmde, günlük dertler, aile ilişkileri ve arkadaşlığın yanı sıra yine favelalardaki çete savaşları anlatılmaktadır. Filmin değindiği önemli konulardan birisi babasız büyüyen çocuklar sorunudur. Genç yaşta çocuk sahibi olan çete üyeleri ya ölerek ya da hapse girerek çocuklarını babasız bırakıyor. Yine bu filmde çete savaşları, favelaların kontrol altına alınabilmesi için farklı favela çeteleri arasındaki savaşlar ve ittifaklar şeklinde yansıtılıyor.
City of Men filmi ile ilgili yapılabilecek en temel eleştiri ise; filmin, Tanrı Kent filminin popülerliğinden faydalanmaya çalışan ve aynı konuyu daha yeni bir şeyler katmadan işleyen bir hikayeye sahip olması durumudur.
Tanrı Kent ve City of Men filmlerinin izlenmesinin faydası, önceki bölümlerde bahsedilen favelaların ve favelaların değişmez bir parçası haline gelen uyuşturucu çetelerinin daha iyi anlaşılması şeklinde olacaktır.

4-3) Elite Squad/Özel Tim 1 ve 2




Yönetmen: Jose Padilha
Senaryo: Andre Batista (kitap), Braulio Mantovani
Oyuncular: Wagner Moura, Andre Ramiro, Caio Junqueiro
Tür: Aksiyon, Suç, Dram
Vizyon Tarihi: 2007
Süre: 1 saat 55 dakika




Yönetmen: Jose Padilha
Senaryo: Braulio Mantovani
Oyuncular: Wagner Moura, Andre Ramiro, Irandhir Santos
Tür: Aksiyon, Suç, Dram
Vizyon Tarihi: 2010
Süre: 1 saat 55 dakika

Özel Tim serisinin önemi ve Tanrı Kent ve City of Men’den ayrıldığı temel nokta çete savaşları, polis baskınları ve uyuşturucu çeteleri ile polisler arasında yaşanan çatışmalara polis tarafından bakıyor oluşudur.
Ana karakter olan Yüzbaşı Nascimento’nun ağzından anlatılan ilk filmde; rüşvet alan polisler ve uyuşturucu satıcılarına polisin gözünden bakılmaktadır. Polis teşkilatının yozlaşması yansıtılırken; bu yozlaşmışlık içinde varlığını sürdürmeye çalışan dürüst polisler hem çeteler ile hem de yozlaşmış polisler ile mücadele etmek zorunda kalıyor. Film, BOPE’nin (Rio Polis Özel Timi) papanın Rio ziyareti öncesinde, kalacağı konuta yakın bölgelerdeki favelaları temizleme ve Yüzbaşı Nascimento’nun yerine geçecek yeni bir polisi seçme sürecini anlatır.
Filmde yansıtılan önemli noktalardan birisi, uyuşturucu ticaretinin sadece favelalarda kendini göstermediği; üniversiteler gibi alanlarda, üst sınıf gençlerinin arasında da yayıldığıdır. Bunun dışında yine filmde halkın polise bakış açısı yansıtılır. Polis tamamiyle yozlaşmış bir şekilde kabul edilmektedir.
İkinci filmde ise Yüzbaşı Nascimento albay rütbesine yükselmiş ve görevine devam etmektedir. Hikaye yine Nascimento’nun ağzından anlatılır. Film Bangu 1 adlı yüksek güvenlikli hapishanede mahkumların isyan etmesi ile başlar. İsyanı bastırmak amacıyla müdahale ekibi olarak BEPO gönderilir. İsyan edenler, BEPO’nun içeri attığı uyuşturucu çeteleridir. Müzakereler işe yaramaz ve BEPO müdahale ederek tüm isyancıları vurur. Bu olaydan sonra Nascimento görevden alınır.
İkinci film, ilk filme göre daha farklı bir konu işler. İlk filmde çeteler ve yozlaşmış polisler ile mücadele anlatılırken; ikinci filmde çetelerin ortadan kaldırılması, polislerin bu çetelerin yerine mafyalaşması ve yöneticilerin seçim stratejileri adına gerçekleştirdikleri yolsuzluklar anlatılır.
İki filme genel olarak baktığımızda ise; uyuşturucu, çeteler ve polis üçgeninde yaşanan çatışmaların polis tarafına ve idari-siyasi yönüne odaklanan bir seri görürüz. Polisin ve siyasetçilerin yolsuzluklarına yoğunlaşan filmler, Rio ve favelalarda yaşanan sorunların temellerini yansıtıyor.

4-4) Rio Eu Te Amo/Rio Seni Seviyorum




Yönetmen:...
Senaryo:...
Oyuncular:...
Tür: Komedi, Dram, Fantazi
Vizyon Tarihi: 2014
Süre: 1 saat 50 dakika

“Rio Seni Seviyorum” filmi, “New York Seni Seviyorum” ve “Paris Seni Seviyorum” filmlerinin devamı niteliğinde sayılabilecek bir film. Film 10 farklı yönetmenin çektiği 10 farklı hikayenin birleşiminden oluşuyor ve anlatılan hikayeler boyunca arka planda Rio’ya ait yapılar ve doğal güzellikler yansıtılıyor. Bu film bir derde çözüm aramak ya da yaşanan olumsuz bir şeyleri eleştirmek gibi bir amaç barındırmıyor. Asıl amacı bir gezi rehberi şeklinde, seyirciye Rio’yu tanıtmak. Geniş açıdan yapılan çekimler ile deniz ve ormanın birleşiminde yer alan Rio bize sunuluyor.
Filmde anlatılmaya başlanan ilk hikaye yaşlı ve zengin ama engelli bir adamın genç karısının boğulmasına müsaade etmesiyle ilgilidir. Uçakla Rio’ya gelen çift lüks villalarında havuz başında vakit geçirirken, havuzda boğulan bir sinekten ilham alan yaşlı adam karısını deniz kenarına gitmeye ikna eder. Karısı, yaşlı adamın her şeyine karışan, ona engel olan bir insandır. Fazla kimsenin olmadığı bir sahile giderler, bir süre kumsalda vakit geçirdikten sonra yaşlı adam karısını yüzmeye ikna eder ve kadın dalgalı denize girer. Bir süre yüzdükten sonra boğulma tehlikesi geçirir ama adam yardım çağrılarına kulak asmak yerine müzik dinleyip, çikolata yiyip, sigara içer ve bu sırada kadın dalgaların arasında kaybolur.
İkinci hikayede, eskiden profesör olan ama şimdilerde “Bayan Hiçkimse” olarak anılan bir kadının her şeyi geride bırakarak sokaklarda yaşamaya ve “aylak” olmaya başlayışı anlatılır. Bayan Hiçkimse, kendi arzusu ile sistemin dışına çıkmıştır.
Üçüncü hikayede, sahilde kumdan heykeller yapan bir sanatçı gösterilir. Ayaklarını beğendiği bir kadının heykelini yapar. Sadece ayaklarının heykelini.
Dördüncü hikayede, Rio’ya gelen dünyaca ünlü bir film yıldızı ve ona eşlik eden tur rehberinin Kesmeşeker Dağı’na tırmanmaları ve bu süreçte birbirleriyle yakınlaşarak aşık olmaları anlatılır.
Bir diğer hikayede, müzikal bir şekilde tartışmalar ve çatışmalar yaşayan bir çiftin ayrılış süreci anlatılır.
Altıncı hikaye, trafik kazası geçirdiği için kendisi kolunu kaybeden, aynı arabada yer alan eşi de sakat kalan, eski bir boksör hakkındadır. Rio favelaları ilk defa bu hikayede kendini gösterir. Tek kollu boksör, karısının tedavi olmasının mümkün olduğunu öğrenince gereken parayı bulabilmek için yasa dışı dövüşlere katılmaya başlar. Bir gün karşısına çıkan bir adam ona bir dövüş teklifi yapar; dövüşü boksör kazanırsa adam ameliyat parasını ödeyecek. Adam kazanırsa, ameliyat parasını yine de ödeyecek ama boksörün karısını alıp beraber götürecektir. Bunun sebebi kadının, adamın ölen eşine çok benzemesi ve adamın bu kadından bir çocuk sahibi olmak istemesidir. İlk başta bu tekliften dolayı çelişki yaşasada boksör sonunda maçı kabul eder.
Hikayeler ilerledikçe Brezilya’nın melez yapısı ve zengin kültürü; Rio’nun doğal güzellikleri filmde kendine bolca yer bulur. Yedinci hikayede, aslında vampir olan yaşlı bir garson ve ABD’ye gitme hayalleri kuran bir hayat kadınının ilişkisi anlatılır. Bu hikayede favelalar tekrar filmde görülürken, favelaların renkli kültürü de kendine yer bulur. Hikayenin sonunda vampirler sokakta toplanıp dans ederler ve bu bize favelaların samba okullarını ve samba kültürünü hatırlatır.
Bir diğer hikaye ise aracına binen her müşteriye karısı hakkındaki aynı hikayeyi anlatan taksi şoförü hakkındadır. Bu taksici diğer hikayelerin karakterleri için bir bağlantı konumundadır. Diğer hikayelerin başrollerinden bazıları bu taksiye binerler.
Dokuzuncu hikaye balet ve balerin olan aşık bir çift hakkındadır. Balet yurt dışından bir teklif almıştır. Balerin onu gitmeye ikna ederken, balet kalmak için ısrar eder ve bu tartışmayı çıktıkları bale gösterisinde dans ederken gerçekleştirirler. Bu hikaye bize Rio’nun üst sınıfının varlığını, üst sınıfa hitap eden sanatların varlığını hissettirir.
Son hikaye ise film çekimi için Rio’da bulunan iki oyuncunun tren garında ankesörlü telefon ile İsa’yı arayan bir çocukla karşılaşmalarını anlatır. Çocuktan çok etkilenen ikili, kendi telefonlarından onu arayıp konuşurlar ve ne dilediğini öğrenirler. Daha sonra ise çocuğun dileği olan futbol topunu ona yollarlar. Ancak bu beklenmedik bir sonuç doğurur. Ankesörlü telefondan küçük çocuklar, oyuncuları arama yağmuruna tutar. Bu hikaye ülkede oluşan kimsesiz çocuklar sorununu hatırlatması açısından önemlidir.
Sonuç olarak, “Rio Seni Seviyorum” şehrin ve toplumun sorunlarına dair bazı göndermeler yapmış olmakla birlikte içinde güçlü bir eleştiri bulundurmayan; öncelikli amacı şehrin tanıtımını yapmak ve olumlu yanlarını ön plana çıkarmak olan bir filmdir. 10 farklı yönetmenin elinden çıkan 10 farklı hikayeden oluşan film akıcı bir izlenim sunmaktadır.

4-5) 5x Favela, Agora Por Nos Mesmos/5x Favela, Now By Ourselves




Yönetmen:...
Senaryo:...
Oyuncular:...
Tür: Komedi, Suç, Dram
Vizyon Tarihi: 2010
Süre: 1 saat 36 dakika

“5x Favela, Agora Por Nos Mesmos”, 5 farklı yönetmenin çektiği 5 farklı favela hikayesinden oluşur. Film ayrıca Cinema Novo hareketinin başlangıç filmi olan 1961 yapımı “Cinco Vezes Favela/Beş Kez Gecekondu Mahallesi” filmini hatırlayması ile de önemlidir. Cinco Vezes Favela filmi de aynı şekilde 5 farklı favela hikayesi anlatan bir filmdir.
Filmin ilk hikayesi favelada yaşayan ve hukuk fakültesini kazanmış olan fakir bir genç hakkındadır. Öğrenciliğin dışında, hem cep harçlığını çıkarmak hem de ailesine ekonomik olarak destek sağlayabilmek amacıyla bir fırında çalışmaktadır. Filmin bize yansıttığı ilk şey, favelaların dışardan bakanlar için sadece suç yuvaları olarak görülmesidir. Diğer yandan favelada yaşayan biri için eğitim alabilmek de oldukça zordur. Parası olmadığı için ana karakterimiz, otobüse binip okula bile gidemeyebilir ve onu almayan otobüsün üstünde İsa resminin bulunması da başka bir ironi. Ailesinde annesinden ve kardeşinden başka kimsesi olmayan ana karakterimiz, bir süre para kazanabilmek için torbacılık yapmak zorunda kalıyor. Burada yine babasız büyüyen çocuklar sorunu ile tekrar karşılaşıyoruz. Sattığı kokain yüzünden kendi kardeşi zehirlenene kadar bu işe devam eden ana karakter, kardeşinin başına gelenlerden sonra bir kırılma noktası yaşıyor ve okula odaklanarak mezun olup avukat oluyor.
İkinci hikaye tek çocuklu bir ailede geçiyor. Baba her gün, iş yerinde, öğle yemeği olarak fasulye ve prinç yemek zorundadır ekonomik koşullardan dolayı. Babasının bu durumdan mutsuz olduğunu öğrenen çocuk, babasına doğum gününde bir tavuk almaya ve farklı bir şey yemesini sağlamaya karar verir. Arkadaşının desteğini de alan çocuk tavuk parası kazanmak için önce araba yıkar ama para almayı başaramaz. Sonra sokaktan at pisliği temizler ve bu işten para kazanır. Ancak kazandığı parayı şehirli çocuklara kaptırır. Elinde kalan parayla gücü sadece bir yumurta almaya yeten çocuk tavuğu çalar ve eve götürür. Tavuğu yerler ve ailesi çocuk çalıştığı ve eve tavuk getirdiği için mutlu olur. Daha sonra ise çocuk babasının tavuk yemeyi, yıllar önce dedesi tavuk çaldığı için, sevmediğini ama oğlu onun için çalıştığı içn tavuğu yediğini öğrenir. Yaptığından pişman olan çocuk bir sonraki gün arabasını yıkadığı adama yine gider ve bu defa parasını alır. Aldığı parayla yeni bir tavuk alan çocuk, tavuğu hırsızlık yaptığı tavukçuya götürür.
Üçüncü hikaye polisten silah çalan bir çete ve polisin onların peşine düşmesi ve favelaya baskın yapması hakkındadır. Filmde kendi favelalarında güvenliği sağlayan silahlı çeteler gösterilir ve yeri geldiğinde polisle işbirliği içinde polisin işini yaparlar. Bu bize para ve rüşvet ilişkisini hatırlatır. Anlatılan bir diğer diğer durum ise silah çalan çete reisi ile silahların peşine düşen polisin ve ayrıca çete reisinin eşinin çocukluk arkadaşı olması. Yani hem hırsız hemde polis faveladan çıkan kişiler. Filmin sonunda ise polise çalışan çete tarafından yakalanan arkadaşlarını işkenceden kurtarmak için polis kendisi vurmak zorunda kalır.
Dördüncü hikaye okuldan mezun olup yaz tatiline giren dört çocuk hakkındadır. Erkek çocukların üçü bir favelada, kız ise komşu favelada yaşamaktadır. Okuldan sonra evlerine dönen çocuklar çatılarda uçurtma uçurmaya giderler. Farklı çatılarda uçurtma uçuran gençler, gökyüzünde uçurtma savaşları yaparlar. Çocuklardan birinin uçurduğu favelanın ipi kopar ve süzülerek komşu favelanın içine düşer. Uçurtmayı kaybeden çocuk geri almak için diğer favelaya gitmek zorunda kalır. Burada bize favelalar arası geçişlerin ne kadar riskli olduğu gösterilir. Komşu favelanın çocuklarıyla başı derde giren karakterimizi ablasından hoşlanan bir çocuk kurtarır ve uçurtmayı almasına da yardımcı olur. Daha sonra ise çocuk kız arkadaşını ziyarete gider ve onun eşliğinde kendi favelasına döner.
Son film ise favelalardaki aile ve komşuluk ilişkilerine yoğunlaşır. Favela sakinleri yeni yılı kutlamaya hazırlanırken tüm mahallede yaşanan elektrik kesintisi sorunu ile karşılaşırlar. Bu durum altyapı hizmetlerindeki yetersizliği yansıtır. Yemekler hazırlanıyor, aileler toplanıyor ama buz bulamama sorunu yaşıyorlar ve gece karanlıkta kalma endişesi taşıyorlar. Elektrik sorununu çözmek için gelen görevli dar sokaklarda ilerlemekte zorluklar yaşıyor. Elektrik arızasının çözülmesi için gerekli olan bir parça eksiktir ve görevli o parçayı talep ettiği halde ekip arkadaşı yılbaşı olduğu için çalışmak istemez ve o parçayı görevliye getirmez. Yinede görevli mahalleliye söz verdiği için faveladan sorunu çözene kadar ayrılmaz. En sonunda sorunu yasal olmayan bir şekilde çözen görevli tüm günü favelada geçirdiği ve mahalleli ile yakınlaştığı için; ayrıca dönüp de evinde yeni yılı birlikte geçireceği kimsesi olmadığı için favelada kalır ve yeni yıla mahalle sakinleri ile birlikte girer. Bu hikaye bize favelalarda şiddet, açlık ve yoksulluğun dışında her şeye rağmen samimi aile ve komşuluk ilişkilerinin ve mutlu, iyi insanlar bulunduğunun gerçeğini hatırlatır.
Sonuç olarak, 5x Favela Agora Por Nos Mesmos filmi işlediği 5 farklı hikaye ile eğitim sorunları, uyuşturucu problemleri, yoksulluk, çete savaşları, polis baskınları, favelalar arası problemler ve favela yaşamı gibi çok çeşitli konuları seyirciye yansıtarak bu konular hakkında fikir sahibi olmamızı sağlar. Beş kısa filmle birlikte favelaların hem olumlu hem olumsuz yanlarına şahit oluruz. Önceki bölümlerde değinilen favela kültürünün anlaşılabilmesi için izlenebilecek iyi yapımlardan birisidir bu film.

Sonuç


Rio de Janeiro, 1502 yılında Portekizli kaşifler tarafından keşfedilmiş bir bölgedir. Daha sonra ise Portekiz sömürgesi döneminde Avrupa ile ticarette kullanılan bir liman şehrine dönüştürülmüş ve hızla gelişmiştir. Sao Paulo’dan sonra Brezilya’nın en büyük ikinci şehri olan Rio, tarihi boyunca önce Portekiz İmparatorluğu’na, ardından Brezilya İmparatorluğu’na ve son olarak Brezilya Cumhuriyeti’ne başkentlik yapmıştır. 1960 yılında ise başkent ünvanını Brasil’e kaybetmiştir.
Sao Paulo bir sanayi kentiyken, Rio daha çok bir turizm kentidir. Doğal güzelliklerinden kültürel etkinliklerine kadar birçok farklı yönüyle Rio, her yıl binlerce turistin uğrak noktası konumundadır. Copacabana Sahili, Kurtarıcı İsa Heykeli, Guanabara Körfezi, Kesmeşeker Dağı, Floresta da Tijuca Şehir Ormanı, Maracana Stadı ve elbette Rio Karnavalı önemli turizm değerleridir.
Bu renkli ve doğa harikası şehrin bir diğer yüzü ise favela adı verilen gecekondu mahalleleridir. Ekonomik gücü şehir merkezinde yaşamaya elverişli olmayan yoksul kesim Rio’nun dik yamaçlarına konumlanan bu mahallelerde ikamet ederler. Altyapı, eğitim, sağlık ve işsizlik problemlerinin sıkça görüldüğü favelaların en önemli sorunu ise uyuşturucu ticaretidir. Uyuşturucu ticaretini kontrol eden çetelerin kendi aralarındaki çatışmalar ve polis baskınları arasında yaşamlarını sürdüren favela sakinleri her gün bir kaza kurşunu ile ölme tehlikesi altında yaşamaktadır.
Rio ve favelaların daha iyi anlaşılabilmesi için kıta tarihinin de biliniyor olması gereklidir. Kristof Kolomb 1492’de Amerika’yı keşfettikten sonra Avrupalı kaşifler akın akın bu kıtaya gelerek bölgeyi hakimiyet altına almıştır. Baharat elde etmek için Hindistan’a ulaşmaya çalışan Avrupalılar daha kıymetli bir ürün olan altın, gümüş gibi madenlerin bu yeni kıtada çokluğunu keşfetmişler ve sömürü düzeni ilk olarak bu değerli madenlerin Avrupa’ya taşıması şeklinde ilerlemiştir.
3 dönem şeklinde şekillenen sömürgeciliğin ilk döneminde kıta hakimiyet altına alınmış. Savaşlar ve Avrupa’dan gelen hastalıklar sonucunda yerli halkın çoğunluğu ölümle yüzleşerek soykırıma uğramıştır. İkinci dönemde ise madenlerin tüketilerek Avrupa’ya taşınması süreci yaşanmıştır. Önceleri yerli halk madenlerde çalışmaya zorlanmış ancak çalışma düzenine ayak uyduramadıkları için yerlerini alacak köleler Afrika’dan gemiler ile getirilmiştir. Siyahiler’in kıtaya ayak basışı ilk defa bu dönemde olmuştur. Üçüncü dönemde ise madenler tüketildiği için tarıma dayalı bir sömürgecilik geliştirilmiştir. Bu dönemde gerçekleştirilen bilinçsiz tarım politikalarıyla ve özellikle şeker kamışı ve kakao üretimi sonucunda tarım toprakları çoraklaşmıştır ve adına “sertao” denilen çorak araziler oluşmuştur.
Latin Amerika’yı sömürgeleştiren İspanyollar ve Portekizliler, bölgede hem dil hem de din birliği sağlamışlar ve Portekizce ya da İspanyolca dillerinden en az birini konuşan ve Katolik Hristiyanlık’ın çok yaygın olduğu bir toplum oluşturmuşlardır. Dil ve din birliğinin dışında; Afrika ve Asya sömürgelerinden farklı olarak, Latin Amerika sömürgelerinde sömürgeciler, yerli halk ve köleler yıllar içinde kaynaşarak hem melez bir ırk hem de melez bir kültür oluşturmuşlardır.
Sömürge toraklarının kaderini değiştiren ise önce Amerikan Devrimi, ardından Fransız Devrimi ve son olarak Haiti Devrimi’dir. Yaşanan bu devrimlerden etkilenen sömürgelerde bağımsızlık düşünceleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu süreçte, Napolyon Savaşları ile güç kaybeden İspanya ve Portekiz’in durumları da belirleyici olmuştur. Bağımsızlık fikirleri tabanı oluşturan halktan değil zenginliği elinde bulunduran ve aslında Avrupa kökenli olan ve Kreol olarak anılan kesimden gelmiştir. Ekonomik zenginliklerini Avrupa ile daha fazla paylaşmak istemeyen Kreoller isyanları başlatan grup olmuştur.
İspanyol sömürgeleri bağımsızlıklarını kanlı iç savaşlar sonucu elde ederek demokrasi rejimleri kurarken; Portekiz sömürgesi olan Brezilya daha kansız bir şekilde bağımsızlığını kazanmıştır ve monarşi ile yönetilen Brezilya İmparatorluğu’nu kurmuştur. Napolyon Savaşları’ndan kaçan Portekiz Kralı Joao VI, başkenti Rio’ya taşımış ve ülkesini 1808-1821 yılları arasında buradan yönetmiştir. Napolyon yenildikten sonra Joao Portekiz’e dönerken oğlu Pedro Brezilya’da kalmış ve 1822’de bağımsızlık ilan etmiştir.
Brezilya, 1822-1889 yılları arasında I.Pedro ve II.Pedro hükümdarlıkları altında monarşi rejimiyle yönetilmiş. 1888 yılında kıtada köleliği en geç kaldıran ülke olmuştur. Köleliğin kaldırılması ise 1889 darbesini oluşturan sebeplerden birisi olmuştur.
1889 darbesinin ardından monarşi yıkılıp demokrasiye ve 1985 yılına kadar sürecek olan darbeler dönemine geçilmiştir. 1985 sonrası döneme kadar ülkede demokrasi tam anlamıyla sağlanamamıştır. Bu dönemde 1889 darbesinin ardından sırasıyla 1930, 1945 ve 1964 darbeleri yaşanmıştır. Son darbe yönetiminin 1985’de son bulmasının ardından sivil demokrasiye geçilmiştir.
Brezilya’da sendikal faliyetler ve işçi hareketleri 1900’lerin başında ülkeye çalışmak için gelen Avrupalılar ile birlikte başlamıştır. Kurulan sendikalar ve işçi hareketleri sayesinde çeşitli haklar ve iyileştirilmeler gerçekleştirilmiş ancak 1930 Darbesi ile birlikte sendikal faliyetler devlete bağlı hale getirilerek, devlet kontrolüne alınmıştır. 1950’lerin ortalarından 1964 Darbesi’ne kadar geçen sürede sivil iktidarlar tekrar başa gelince özerk hareket etme imkanları sağlanmış olmakla birlikte sendikalar 1964 Darbesi ile birlikte tekrar devlet kontrolüne alınmıştır.
1970’lerde Lula Da Silva sendikal faliyetlerde öne çıkan bir isim olmaya başlarken; askeri yönetimin güç kaybetmeye başlamasıyla birlikte sendikal faliyetlerde artış olmaya başlamıştır. 1985 sonrasında sivil demokrasi ile birlikte Lula’nın başında olduğu işçi partisi PT seçimlere girmeye başlamış ve her dönemde oy oranını arttırarak 2002 yılında sonunda iktidara geçmiştir.
Lula, adı yolsuzluk olaylarına karıştığı için bir sonraki dönemde aday olmak yerine kendi partisinden Dilma Rousseff’i desteklemiştir ve Dilma seçilerek ülkenin ilk kadın lideri olmuştur. Ancak 2016 yılında Dilma yolsuzluk iddialar nedeniyle görevden alınmıştır.
Çalışmada değinilen bir diğer önemli nokta ise Cinema Novo akımıdır. Dünyaya ve Türkiye’ye etki eden politik sinema akımının öncülerinden birisi olan Cinema Novo, 1960’lı yılların anti sömürgeci, anti emperyalist ve devrimci ortamından ve Küba Devrimi’nden etkilenerek oluşmuş bir sinema akımıdır. Cinema Novo’nun amacı yoksul Brezilya halkına kendi açlıklarını ve sefaletlerini göstererek emperyalizme ve yeni sömürgeciliğe karşı devrimci, özgürlükçü bir hareket başlatmaktır. Üç dönem şeklinde, 1960-1972 yılları arasında varlık göstermiştir Cinema Novo ve en etkili yönetmenlerinden birisi olan Glauber Rocha’nın yazdığı “Açlığın Estetiği” denemesi akımın manifestosuna dönüşmüştür. Cinema Novo yönetmenleri kameralarını çoğunlukla kuzeydeki setaolara ya da şehirdeki favelalara yöneltmişler ve konu olarak bu bölgelerin sorunlarını anlatmışlardır.
Favelalar, sefaletleri ve uyuşturucu ticareti ile ilgili sorunlarına ise yine kendi içlerinde bir çözüm getirmişlerdir. Favelalarda açılan dans ve müzik okulları her yıl düzenlenen Rio karnavalını daha renkli hale getirerek dikkatleri favelaların üstüne çekerken; aynı zamanda yine bu okullar sayesinde gençlere uyuşturucu çetelerine katılmaktan başka bir seçenek sunup onlara bir amaç vermiş oluyorlar. Favelaların turizme açılmasıyla birlikte de bu bölgelerde altyapı hizmetleri arttırılarak hem bölge halkının yaşam standardı arttırılmaya başlanmış hemde ülke favelalar üzerinden ekonomik kazanç elde etmeye başlamıştır.
Rio’nun ve favela kültürünün daha iyi anlaşılabilmesi içinse, Tanrı Kent/Cidade de Deus”, “City of Men/ Cidade dos Homens”, “Özel Tim/Tropa de Elite”, “Özel Tim 2/Tropa de Elite 2”, “5x Favela, Agora por Nos Mesmos/5x Favela, Now by Ourselves”, “Rio, Seni Seviyorum/Rio Eu Te Amo” ve “Favela Rising” adlı filmlerin izlenmesinin faydası olacaktır ve çalışma boyunca anlatılan her şey daha güçlü bir şekilde pekişecektir.
Son söz olarak; Rio de Janeiro, bir yanda doğal güzellikler ile dolu, bir yanda Brezilya’nın sömürge geçmişinden gelen melez ve zengin bir kültüre sahip, diğer yanda ise tüm güzelliklerinin ardında yokluğun hüküm sürdüğü bir şehirdir. Daha önce de söylendiği gibi; Rio çok güzel bir kadındır ve favelalar ise bu güzel kadının pasaklı çocukları. Kir pas içinde olabilr, yaramazlıklar yapabilir ve elbette kötü yanları da var ancak tamamiyle kötü demek doğru olmaz. Kötü, olumsuz, yanlış yanları kadar güzel ve iyi yanları da var. Favelalar, iyi ve kötü yanları ile birlikte hem Rio hem de tü Brezilya için kültürün bir parçası ve zenginliğidir.

Kaynakça


  • YILMAZ Hüseyin, Latin Amerika’da Sinema ve Toplum: 1960’ların Sinema Hareketleri ile 1995 Sonrası Yeni Sinemanın Karşılaştırılması, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon Sinema AnabilimDalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2007
  • ERMAN Kubilay, Brezilya: Yeni Dünya’nın Dip Dalgası, Eylül, 2015
  • FERRO Marc, Fetihlerden Bağımsızlık Hareketlerine Sömürgecilik Tarihi, İmge Kitabevi, Kasım 2002, Ankara
  • GÖK Nuri, Sebep ve Sonuçlarıyla Bir Kısır Döngü: Darbeler. Arjantin-Brezilya-Şili ve Türkiye Üzerine Bir İnceleme, Yüksek Lisans Tezi, İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Malatya, 2008
  • UYANIK Özgür, Latin Amerika’nın Devrimci Tarihi, Kaynak Yayınları, Kasım 2014, İstanbul
  • MAHİROĞULLARI Adnan, Askeri Darbeler Döneminden Sivil Demokrasi Dönemine Brezilya’da Sendikacılık, Sosyal Siyaset Konferansları, Sayı 70, 2016
  • SİVASLIOĞLU Kemal, Latin Amerika Sineması, Seyyah Kitap, Şubat 2016, Ankara
  • YILDIRIM Cem, Cinema Novo: Açlığın Estetiği ve “Elde Bir Kamera, Kafada Bir Fikir”, Sosyal Bilimler Dergisi, Ocak 2018, Sayı-19
  • ROCHA Glauber, Açlığın Estetiği-Şiddetin Estetiği, New York-Milano- Rio de Janeiro, Ocak 1965
  • ARDA Özlem, 2000’li Yıllarda Latin Amerika ve Türk Sinemasında Belgesel Sinemanın Üçüncü Sinemada Temsili, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon ve Sinema Anabilim Dalı Doktora Programı, Doktora Tezi, İstanbul 2014
  • ÇOBANOĞLU Özkul, Göçmen Fokloru Bağlamında Brezilya Favelalarıyla Türkiye Gecekondu Mahallelerinin Karşılaştırılması, Avrasya Uluslararası Araştırmalar Dergisi, Sayı 8, Ocak 2016
  • AYDIN Ahmet Hamdi-ÇAMUR Ömer, Kentsel Dönüşüm Uygulamalarında Başarılı Dünya Örnekleri: Danbara-Solidere-Rio de Janeiro


1YILMAZ Hüseyin, Latin Amerika’da Sinema ve Toplum: 1960’ların Sinema Hareketleri ile 1995 Sonrası Yeni Sinemanın Karşılaştırılması, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon Sinema Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2007, s.14
2YILMAZ Hüseyin, a.g.e., s.16
3YILMAZ Hüseyin, a.g.e., s.20
4YILMAZ Hüseyin, a.g.e., s.23
5YILMAZ Hüseyin, a.g.e., s.26
6YILMAZ Hüseyin, a.g.e., s.28
7ERMAN Kubilay, Brezilya: Yeni Dünya’nın Dip Dalgası, Eylül, 2015, s.3
8FERRO Marc, Fetihlerden Bağımsızlık Hareketlerine Sömürgecilik Tarihi, İmge Kitabevi, Kasım 2002, Ankara, s.236
9GÖK Nuri, Sebep ve Sonuçlarıyla Bir Kısır Döngü: Darbeler. Arjantin-Brezilya-Şili ve Türkiye Üzerine Bir İnceleme, Yüksek Lisans Tezi, İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Malatya, 2008, s.46
10GÖK Nuri, a.g.e, s.48
11GÖK Nuri, a.g.e, s.48-49
12GÖK Nuri, a.g.e, s.50
13GÖK Nuri, a.g.e, s.51
14ERMAN Kubilay, a.g.e., s.5
15GÖK Nuri, a.g.e, s.136
16UYANIK Özgür, Latin Amerika’nın Devrimci Tarihi, Kaynak Yayınları, Kasım 2014, İstanbul, s.308
17UYANIK Özgür, a.g.e., s.309
18UYANIK Özgür, a.g.e., s.310
19UYANIK Özgür, a.g.e., s.311
20MAHİROĞULLARI Adnan, Askeri Darbeler Döneminden Sivil Demokrasi Dönemine Brezilya’da Sendikacılık, Sosyal Siyaset Konferansları, Sayı 70, 2016, s.83
21MAHİROĞULLAR Adnan, a.g.e., s.100-101
22MAHİROĞULLAR Adnan, a.g.e., s.101
23SİVASLIOĞLU Kemal, Latin Amerika Sineması, Seyyah Kitap, Şubat 2016, Ankara, s.20
24YILDIRIM Cem, Cinema Novo: Açlığın Estetiği ve “Elde Bir Kamera, Kafada Bir Fikir”, Sosyal Bilimler Dergisi, Ocak 2018, Sayı-19, s.356
25YILDIRIM Cem, a.g.e, s.358
26ROCHA Glauber, Açlığın Estetiği-Şiddetin Estetiği, New York-Milano- Rio de Janeiro, Ocak 1965, s.2
27YILDIRIM Cem, a.g.e, s.362
28YILDIRIM Cem, a.g.e, s.363
29ARDA Özlem, 2000’li Yıllarda Latin Amerika ve Türk Sinemasında Belgesel Sinemanın Üçüncü Sinemada Temsili, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon ve Sinema Anabilim Dalı Doktora Programı, Doktora Tezi, İstanbul 2014, s.95-96
30ARDA Özlem, a.g.e., s.99-100
31ARDA Özlem, a.g.e., s.98-99
32ARDA Özlem, a.g.e., s.100
33ARDA Özlem, a.g.e., s.98
34ARDA Özlem, a.g.e., 101
35ARDA Özlem, a.g.e., s.104-105
36ARDA Özlem, a.g.e., s.106-107
38ARDA Özlem, a.g.e., s.113
39SİVASLIOĞLU Kemal, a.g.e, s.22
43ÇOBANOĞLU Özkul, Göçmen Fokloru Bağlamında Brezilya Favelalarıyla Türkiye Gecekondu Mahallelerinin Karşılaştırılması, Avrasya Uluslararası Araştırmalar Dergisi, Sayı 8, Ocak 2016, s.182
44ÇOBANOĞLU Özkul, a.g.e, s.182-183
45ÇOBANOĞLU Özkul, a.g.e, s.183-184
46ÇOBANOĞLU Özkul, a.g.e, s.184-185
47AYDIN Ahmet Hamdi-ÇAMUR Ömer, Kentsel Dönüşüm Uygulamalarında Başarılı Dünya Örnekleri: Danbara-Solidere-Rio de Janeiro, s.62
48AYDIN Ahmet Hamdi-ÇAMUR Ömer, a.g.e, s.63

Yorumlar