“Güzeller güzeli bir kadın ve onun pasaklı yavrusunun
hikayesi”
Rio de Janeiro! Deniz, kum ve
güneş; İsa Heykeli; Rio Karnavalı ve elbette Favelalar. Çok
kültürlü, çok renkli, egzotik bir Güney Amerika kenti. Çoğu
insan için Rio elbette sadece bunlarla sınırlı olabilir ancak bu
kent ayrıca yolsuzluğun, yabancılaşmanın, şiddetin kenti.
Giriş
Rio de Janeiro, Brezilya’nın
en büyük ikinci kenti ve ülkenin dünyaya açılan yüzüdür.
Turistik açıdan çok büyük öneme sahip olan kent, meşhur “Rio
Karnavalı”, İsa Heykeli, Copacabana Sahili gibi sembolleşen
yerler ve etkinliklerle dünyanın her yanından insanların
dikkatini çeken bir dünya kentidir.
Kentin bir yanında Copacana
Sahili, Guanabara Körfezi gibi alanlar onu Atlas Okyanusu’na
bağlarken sahil bölgesinden uzaklaştıkça karşımıza ormanlarla
kaplanmış dik yamaçlar, tepeler ve dağlar çıkar. Rio de
Janeiro, yeşil ve mavinin; orman ve denizin buluştuğu bir
şehirdir.
Kültürel etkinlikleri,
sembolleşen yapıları ve doğal güzellikleriyle Brezilya turizmi
için önemli bir şehir olan Rio, tüm bu turistik özellikleri
dışında adına “Favela” denilen gecekondu mahalleleriyle de
ünlüdür. Özellikle sahil bölgesinden uzak olan, Rio’nun dik
yamaçlarında yoğunlaşan Favelalar, şiddet olaylarının sürekli
olarak yaşandığı, uyuşturucu çetelerinin kontrolünde olan ve
gözardı edilmiş bölgelerdir. Çeteler dışında ekonomik durumu
iyi olmayan insanlar da bu bölgelerde ikamet etmektedir ve yıllar
içerisinde sahil bölgesinde yaşayanlar ile aralarında bir
ayrışma, bir yabancılaşma sorunu ortaya çıkmıştır. Çete
savaşları ve polis baskınları arasında ölüm tehlikesi ile
yüzleşen Favela sakinleri yinede bu bölgelerde yaşamaya devam
etmektedirler.
Bu çalışma, Rio’nun ve
Favelalar’ın daha iyi anlaşılabilmesi için “Tanrı
Kent/Cidade de Deus”, “City of Men/ Cidade dos Homens”, “Özel
Tim/Tropa de Elite”, “Özel Tim 2/Tropa de Elite 2”, “5x
Favela, Agora por Nos Mesmos/5x Favela, Now by Ourselves”, “Rio,
Seni Seviyorum/Rio Eu Te Amo” ve “Favela Rising” filmlerini
inceleyecektir.
Ancak öncelikle, şehrin ve
kültürün daha iyi anlaşılabilmesi için Latin Amerika’nın
keşfinden, sömürgecilik dönemlerinden, Brezilya tarihinden,
“Cinema Novo” akımından, Rio şehrinin yapısından ve
tarihinden, Favela kültüründen ve oluşum sürecinden
bahsedilecektir. Bu süreçler tamamlandıktan ve gerekli bilgiler
verildikten sonra ise bahsi geçen filmlerin incelenmesine
geçilecektir. En sonunda ise verilen bilgiler ve incelenen filmler
eşliğinde genel bir değerlendirme yapılarak çalışma
sonlandırılacaktır.
1) Sömürgecilikten Günümüze Brezilya Tarihi
Brezilya tarihi, aslında çok
daha uzun yıllar öncesine, Amerikan Yerlileri’nin yani
Kızılderililer’in zamanlarına dayanıyor ancak günümüz
Brezilya’sının tarihi “Coğrafi Keşifler” döneminde
Portekizliler’in kıtaya gelip, bu bölgeyi sömürgeleştirmesi
ile başlıyor. Daha sonrasında bağımsızlık, monarşi, ardından
cumhuriyet ve cumhuriyet dönemi içinde yaşanan darbeler. En son
darbe yönetiminin 1985 yılında son bulmasının ardından ise
sivil yönetimler güç kazanıyor. Sivil yönetimler dönemi ise
çoğunlukla yolsuzluk olayları ile anılıyor.
1-1)
Sömürgeden Bağımsızlığa Latin Amerika
Brezilya tarihine geçmeden önce
“Yeni Dünya” olarak bilinen toprakların keşfi ve bu bölgede
gerçekleştirilen sömürgecilik faliyetlerine değinmek ülke
kültürünü daha iyi anlamak açısından faydalı olacaktır. Bu
durum bizi 1492 yılına götürür.
“Kristof Kolomb’un 1492’de
Amerika’yı keşfiyle birlikte Latin Amerika’da yeni bir dönem
başlamıstır. Bu keşiften önce de Latin Amerika’da kurulmuş
olan uygarlıklar vardır. Meksika’da Aztekler, Meksika ve Orta
Amerika’da Mayalar ve Peru’da İnkalar devletler kurmuştur. Bu
uygarlıkların yanı sıra Amerika kıtasında birçok topluluk
devletleşememiş küçük birimler, köyler, kabileler olarak
yaşamıştır. Avrupalıların Amerika’yı keşfinden önce bu
kitada 100 milyon insanın yaşadığı varsayılmaktadır. Bu nüfus
150 yıl sonra 3,5 milyona düşecektir (Galeano, 1983: 27).”1
Sunulan bu oran Amerika
kıtasının Avrupalılar tarafından keşfedildikten sonra nasıl
bir kıyımla karşılaştığını belgeler niteliktedir. Yerli
nüfusun uğradığı bu soykırımda etkili olan en temel faktörler;
sömürgeciler ile girişilen savaşlar, Avrupa’dan kıtaya gelen
hastalıklar ve yerli halkın madenlerde çok ağır koşullar
altında çalıştırılmasıdır.
Khristof Kolomb’un ayak
bastığı yer aslında ana kara değil Bahama adalarıdır.
Hindistan’a ulaşmak ve baharat elde etmek için çıkılan sefer
sonucunda Kolomb kendibi Bahama kıyılarında bulmuştur. Varılan
yerin Hindistan olmadığı anlaşılmış ancak bu bölgede daha
değerli bir malzeme, değerli madenlerin varlığı keşfedilmiştir.
Böylelikle yeni kıtanın keşfinden itibaren geçecek olan birkaç
yüzyılda Yeni Dünya madenlerinden altın ve gümüş Avrupa’ya
taşınacaktır. Kıtanın keşfinin ardından Avrupalılar bölgeyi
hızla ele geçirdi. Yerli halk ilk başlarda altın ve gümüşü
paylaşmak konusunda tereddüt etmezken sonrasında sömürgecilerin
daha fazlasını ele geçirme arzusu çatışmalara sebep oldu.
Avrupalılar yerli halkın yaşam alanlarını ele geçirip onların
iç yapısını bozarak bu medeniyetlerin yok olmasına sebep
oldular. Özellikle ilk dönem kaşiflerinin ardından gelen hazine
avcıları ve maceraperestler, değerli madenlere ulaşabilmek adına
yerli halka karşı her türlü zorbalığa başvurdu.
“16. ve 18. yüzyıl arası
süren sömürgecilik tarihi, genel hatları ile birbirleriyle iç
içe geçmiş kısmen art arda gelen, kısmen beraber giden üç
bölüm altında incelenebilir. Sömürgeciliğin ilk evresinde
Amerika idari olarak ele geçirilirken, Amerika’da yer alan
uygarlıklar yıkılır. İlk dönemle benzer tarihlerde baslayıp
daha uzun süren ikinci dönemde, madenlere yönelik bir sömürgecilik
varken, üçüncü dönemde, madenlerin azalmasıyla birlikte tarıma
dayalı sömürgecilik başlamıştır.”2
Sömürgeciliğin ilk döneminde
kıtanın kontrolünü sağlamak amacıyla yerel devletler
denilebilecek Aztek, Maya ve İnka medeniyetleri ile mücadeleler
verilmiş ve askeri açıdan daha üstün olan Avrupalılar bu
medeniyetleri bozguna uğratmıştır. Bu dönemde ticaret tarımdan
daha önemli olmasına rağmen topraklar, yerel güçlerin sorun
çıkarabileceği düşüncesiyle, ele geçirilmiş ve yerel
medeniyetler yok edilip bölgenin kontrolü İspanya ve Portekiz
hakimiyetine girmiştir.
İspanyollar ve Portekizliler
tarafından ele geçirilen Latin Amerika’da hem dil hemde din
birliği sağlanmıştır. Kıta sakinleri İspanyolca ve Portekizce
dillerinden en az birini konuşabilmektedir ve kıtanın hakim dini
Katolik Hristiyanlık’tır. Bu bütünlük sömürgeciliğin ilk
yıllarından itibaren oluşturulmaya başlanmıştır. Yerel halkın
iç yapısı ve kültürü çökertilerek yeni din ve dil birliği
içine alınmıştır.
İlk dönem sömürgeciliğinin
bir diğer önemli noktası da Rio de Janeiro gibi birçok liman
kentinin kurulmasıdır. Bunun temel sebebi bu ilk dönemde en yoğun
etkinliğin Avrupa ile olan ticaret hareketlilik olmasıdır.
İkinci dönem ile birlikte
madenlerin sömürülme evresine geçilir ve yaklaşık 200 yıl
boyunca Avrupa altın ve gümüş ihtiyacının çoğunu bu yeni
kıtadan sağlar. Bu dönemde göç eden Avrupalılar arasında
kaşifler ve maceraperestler dışında iş amacıyla gelenler de
bulunmaktadır. Yine bu dönemde yerli halk madenlerde çalışmaya
zorlanır ancak ağır çalışma koşullarına uyum sağlayamazlar.
Böylelikle ilk defa Afrika’dan köleler madenlerde çalıştırılmak
amacıyla kıtaya getirilir. Böylelikle günümüz Latin
Amerika’sının melez ırkını oluşturan en temel üçüncü
topluluk da kıtaya ayak basmış olur. Günümüz melez yapısı
temel olarak yerli halk, Avrupalı beyazlar ve Afrikalı
Siyahiler’den oluşmaktadır. Bu farklı ırkların ve farklı
kültürlerin karışımından da Latin Amerika’nın kendine has
melez kültürü ortaya çıkmıştır.
Sömürgeciliğin en uzun süren
dönemi ise tarıma dayalı olan üçüncü dönemdir. Madenlerin
tüketilmesinin ardından kıta toprakları tarım arazileri olarak
kullanılmaya başlanmıştır.
“17. yüzyıldan itibaren,
Avrupa’nın ihtiyaçlarına göre sırasıyla şeker pancarı,
kahve, kakao gibi ürünlerin tarımı yapılmıştır. Bu ürünlerin
ortak özelliği ise zamanla toprağın verimini ve tarıma
müsaitliğini azaltmasıdır (Galeano, 1983: 73). Bu ürünlerin
yanı sıra kauçuk, pamuk ve muzda ihraç edilmektedir. Tarım
alanları, büyüklüklerine göre latifundia ya da hacifundia gibi
isimler alır (Ferro, 2002: 215). Her latifundia ve hacifundia bir
kişiye aittir ve binlerce hektar topraktan oluşur. Bu alanlarda
binlerce insan çalışır, ama çalışanların toprakları yoktur.
Kölecilik temel olarak bu dönemin ürünüdür (Ferro, 2002: 292).
Köleler toprak sahibinin malıdır ve özgür değillerdir, diğer
çalışan insanların da toprağı yoktur ve genel olarak karın
tokluğuna çalışırlar. Çalışan insanların arasında,
kölelerden başka yerliler ve Avrupa’dan gelen ve toprakları
olmayan kişiler de yer almaktadır. Bu dönem için, Latin Amerika
toplumlarının en büyük sorunlarından olan gelir dağılımında
eşitsizliğin oluştuğu dönemdir, denilebilir. Latin Amerika
günümüzde bile gelir dağılımının en eşitsiz dağıldığı
bölgedir. Gelir dağılımındaki eşitsizlik, Latin Amerika
toplumlarının en önemli sorunlarından olan yoksulluğa yol
açmaktadır.”3
Bu dönemde kıtada uygulanan bu
bilinçsiz tarım faliyetleri adına “sertao” denilen kurak
toprakları doğurmuştur. Özellikle şeker kamışı üretimi tarım
arazilerini çoraklaştırmıştır. Zamanla bu bölge eşkıyaların
ve mistik efsanelerin hüküm sürdüğü alanlara dönüşmüştür.
1960’lı yıllarda kıtada etkili olan Üçüncü Sinema
akımlarında ve Brezilya’da Cinema Novo’da yönetmenler
kameralarını bu yoksul bölgeye çevirmişlerdir. Glauber Rocha’nın
“Kara Tanrı Beyaz Şeytan” adlı filmide sertaoda geçen önemli
bir filmdir.
Latin Amerika’nın
sömürgecilikten soğan bir diğer önemli sonucu ise melezliktir.
Sömürgecilik sonucunda; kıtaya gelen Avrupalılar, Afrika’dan
getirilen köleler ve yerli halk zamanla kaynaşarak yeni melez bir
ırkın oluşmasını sağlamıştır. İlk dönemde bu üç farklı
ırkla oluşan yeni topluma zamanla ortadoğundan Araplar ve dünya
savaşlarının ardından Yahudiler, Japonlar, Naziler gibi farklı
topluluklar da katılmıştır. Kıtanın en eski ırkı yerliler
olmasına rağmen nüfus oranları savaşlar ve hastalıklar
sonucunda bir hayli azalmıştır ve kalan halkın çoğunluğu And
Dağları’nda yaşamaktadır çoğunlukla. Avrupalılar ise Afrika
ve Asya sömürgelerinden farklı olarak bu bölgede yerel halkla
kaynaşmıştır. Üçüncü büyük ve etkili topluluk ise
Afrikalılar. Köle olarak getirilen bu topluluk, sonrasında
köleliğin kaldırılması ile özgürlüğünü kazanmış. Her ne
kadar Avrupalıların dil ve dinini benimsemek zorunda kalmışsa
bile Afrikalı kültürünün etkileri yeni oluşan melez kültürde
çok büyük etkiler bırakmıştır.
“Son olarak bu topluluğa,
19. ve 20.yüzyılda, eski imparatorluk topraklarından gelenler
eklenmiştir (Abadan, 2002: 32). Uzak Doğu Asyalılar, genellikle
Çin’den gelmiştir. Anavatanlarındaki savaşlardan, rejim
değişikliğinden kaçanların yanı sıra, ekonomik sebeplerle
gelenler de bulunmaktadır. Ortadoğulular, Osmanlı
İmparatorluğu’nun dağılmasının ardından Latin Amerika’ya
gitmiştir. Ermeni ve Yahudilerin yanı sıra, giden Müslümanların
hepsi, içlerinde Türkler azınlıkta Araplar çoğunlukta olsalar
da ‘el Turco’ adıyla anılmaktadır. Son olarak, Avrupa’dan
dünya savaşları sonrasında gelenler, bu gruplara katılmıştır.
Ekonomik nedenlerle, Akdeniz ülkelerinden gelenlerin yanı sıra,
Nazilerden kaçan Yahudiler de kalabalık bir grubu oluşturmaktadır
(Abadan, 2002: 33).”4
1500’lü yıllardan itibaren
süregelen karışım ve melezlik; ilk dönemlerde sömürgecilerin
yerel halka uyguladıkları yoğun cinsel şiddet sonucunda ortaya
çıkmış. Sonraki süreçte kıtaya gelen diğer topluluklar ile
birlikte ve bu toplulukların kıtayı bir vatan olarak
benimsemesiyle hem etnik hemde kültürel bir melezlik oluşmuştur.
Bu melezlik kıtanın farklı yerlerinde farklı oranlar göstermekle
birlikte hemen hemen her yerde kendini göstermektedir. Kıtadaki
melezliğin en büyük sebebi elbette İspanyollar ve
Portekizliler’dir. Brezilya’da İspanyol sömürgelerine göre
Avrupalı nüfus daha azdır. Bunun sebebi olarak ise; İspanyolların
eşlerini yanlarında götürmelerine izin verilirken aynı iznin
Portekizliler için verilmemiş olması gösterilebilir.
Kıtanın melezlik oranı ise
ülkeden ülkeye farklılık gösterir. Arjantin, Şili ve Uruguay’da
Avrupalı nüfus; Bolivya ve Peru’da yerliler ve diğer bölgelerde
çeşitli isimlerle anılan melez nüfus. Siyahi nüfusun en yoğun
olduğu ülke ise Haiti’dir. Neredeyse ülkenin tamamı Siyahi’dir.
Latin Amerika’da zengin üst sınıfı çoğunlukla sömürgeci
atalarının devamı olan beyazlar oluşturur. Bu ayrıntı dışında
görüldüğü gibi melezliğin her ülkede aynı oranda olmayışı,
her ne kadar dil ve din birliği olsa bile, ülkeler arası
farklılıkların ortaya çıkmasına sebebiyet veriyor ve bu durum
sömürgecilik sonrasında, ABD örneğinde olduğu gibi, kıtasal
birleşmiş bir devletin ortaya çıkışına engel oluyor. Üç
dönem halinde süren ve 1500-1800 yılları arasında mutlak bir
hakimiyet sağlayan sömürgecilik 19.yüzyıl ile birlikte eski
gücünü kaybetmiş ve kıtada ülkeler bağımsızlıklarını ilan
etmeye başlamıştır.
“Latin Amerika ülkelerinin
bağımsızlığı 19. yüzyılın ilk 25 yılı içerisinde
gerçekleşmiştir. 1800 yılında bağımsız hiçbir Latin Amerika
devleti yokken, 1825’te kıtanın çoğunluğu bağımsızlığını
kazanmış durumdadır. Bağımsızlıktan önce, Latin Amerika
ülkeleri ürünlerinin ve kazançlarının büyük çoğunluğunu
İspanya ve Portekiz’e vergi olarak göndermektedir. Bu durum Latin
Amerika egemen sınıfları içinde gerginlik yaratmıştır.
Avrupa’da da Fransız devriminin etkisiyle bağımsızlık,
ulusalcılık rüzgarları esmektedir. İdeolojik olarak bu
fikirlerden etkilenen Latin Amerika, aynı zamanda İspanya ve
Portekiz’in de siyasal ve ekonomik olarak zayıflamasıyla
bağımsızlığına kavuşabilmiştir. Bağımsızlık genellikle
bir iç savaş sonrasında gelmiştir (Rouquie, 1986: 56). İç
savaşın tarafları, Avrupa’ya bağımlılığı sürdürmek
isteyenlerle bağımsızlık yanlılarıdır.”5
Latin Amerika bağımsızlık
hareketlerini körükleyen olaylar arasında 1783 Amerikan Devrimi,
1789 Fransız Devrimi ve 1804 Haiti Devrimi çok önemli etkiler
uyandırmış ve özellikle Haiti devrimi sonrasında Latin
Amerika’da bağımsızlık fikirleri güç kazanmıştır. Haiti
Devrimi’nde ayaklanma halk arasında başlamış ve bağımsızlık
ile sonuçlanmıştır. Diğer Latin Amerika ülkelerinde ise
isyanları başlatanlar “Kreol” olarak adlandırılan Portekiz ve
İspanya kökenli beyaz üst sınıflardır. İsyanları sebebiyse
çoğunlukla ekonomiktir. Kreollerin denizaşırı bir imparatorluğa
vergi ödememe istekleri isyanlarda etkili olan nedenlerden
birisidir. Bu kişiler, çoğunlukla yeni kıtaya geldikten sonra
zenginleşmiş ve Portekiz ve İspanya artık eski gücünde olmadığı
içinde ekonomik zenginliklerini bu ülkeler ile paylaşmak istemeyen
ve kendilerini geldikleri eski kıta yerine bu yeni kıtanın
insanları olarak gören bir gruptur. Giriştikleri bu bağımsızlık
mücadelesinin başarıya ulaşabilmesi için 20 yıl kadar mücadele
veren Kroller sonunda istediklerini elde eder ve denizaşırı
imparatorluklardan bağımsız hale gelirler.
Sömürge döneminde toprak
sahibi, savaş zamanı asker olan Kroller, bağımsızlıktan sonra
ise yönetici sınıf olmuşlardır. Bu Kroller içinde en
önemlilerden birisi ise Simon Bolivar’dır.
“Bağımsızlık döneminin
kahramanlarından olan Simon Bolivar, Latin Amerika için farklı bir
önemdedir. ‘’Libertador’’ (kurtarıcı) lakaplı Bolivar,
tarihte ilk kez Latin Amerika devletlerinin birleşmesi fikrini
ortaya atmıştır. Silahlanan halklar bağımsızlıklarını
kazandıklarında, Latin Amerika değişik bölgelerde benzer
gelenekler, toprak bütünlüğü ve temelde İspanyolca ve
Portekizce olmak üzere ortak iki dille bir bütünlük içindeydi,
eksik olan ekonomik bütünlüktü (Galeano, 1983:251). Bu bütünlüğün
farkına varan ve kendisi de toprak sahibi kökenli olan Bolivar,
Venezüella, Ekvator ve Kolombiya’nın bağımsızlığını
sağlamış ve Büyük Kolombiya’yı kurmuştur ancak asıl amacı
bütün Latin Amerika’nın birleşmesi, tek devlet altında
toplanmasıdır. Bu proje hiç gerçekleşmemiş, daha sonra büyük
Kolombiya’yı oluşturan Venezüella, Ekvator ve Kolombiya’nın
da bölünmesiyle bütünleşmeden daha da uzaklaşılmıştır.
Simon Bolivar’ın bütünleşmeci fikirlerinin etkileri ise 19. ve
20. yüzyil boyunca birçok kişi, örgüt ve devlet tarafından
benimsenmeye devam etmiştir.”6
Bağımsızlık hareketlerinin
sonuçları toplum tabanı için herhangi bir değişikliğe sebep
olmamıştır. Sömürgeci İspanya ve Portekizin yerini toprak
sahipleri almış ve ekonomik sömürü halk için devam etmiştir.
Diğer yandan Almanya, Fransa, İngiltere ve Hollanda gibi ülkeler
bölgeden çekilen İspanya ve Portekiz’in yerine bölgede etkinlik
göstermeye başlamıştır. Daha sonra ise ABD bölgede etkin güç
haline gelmiş ve ekonomik ilişkiler ve ticarette söz sahibi ülke
olmuştur. Bu süreç ise “yeni sömürgecilik” olarak
adlandırılmaktadır.
Bağımsızlığın ardından
tarıma dayalı olan Latin Amerika ülkeleri hızla sanayileşmeye
başlamış ve bu sanayileşme hareketleri çoğunlukla yabancı
sermaye yatırımlarıyla gerçekleştirilmiş. Bu dönemde Sao Paulo
gibi sanayi şehirleri kıtada büyümeye başlamış. Bağımsızlık
sonrası yaşanan bir diğer önemli süreç ise savaşlardır. Daha
güçlü olan kıta ülkelerinin topraklarını genişletmek adına
yaptıkları savaşlar. Bu savaş döneminde Meksika, Arjantin ve
Brezilya birbirleri ile savaşa girmezken; savaşlar çoğunlukla
Bolivya ve Paraguay gibi devletlerin topraklarında yaşanmıştır.
Bolivya girdiği tüm savaşları kaybetmiştir. Yaşanan bu savaşlar
sonunda da dil, din ve kültür birliği olan kıtada, ülkeler
milliyetçilik fikirleri geliştirmiştir ve Bolivar’ın birleşmiş
bir ülke projesi daha da olanaksız bir hal almıştır.
1492’de Kolomb’un
Bahamalar’a ayak basması ile başlayan süreç günümüze kadar;
önce kaşiflerin kıtaya gelip torakları ele geçirmesi ve yerli
halkı savaşlar ve hastalıklarla soykırıma uğratmasıyla, daha
sonra ülkenin maden kaynaklarını tüketip altın ve gümüşü
Avrupa’ya götürmesiyle, yerli halkın madenlerin çalışma
koşullarına dayanamaması sebebiyle Afrikalılar’ın köle olarak
kıtaya getirilmesiyle, sonrasında bu üç ırk ve daha sonradan
dahil olanlar ile birlikte melez bir ırk ve kültür oluşmasıyla,
madenleri tükenen kıtada tarıma dayalı bir yapı oluşması ve
sömürgenin bu şekilde devam etmesi ancak bilinçsiz tarımın
arazileri çoraklaştırmasıyla ve son olarak kıta ülkelerinin
dünyada yaşanan devrimlerden ve sömürgecilerin güç
kaybetmesinden etkilenerek isyan edip bağımsızlıklarını
kazanmaları ile devam etmiştir. Bağımsızlık İspanyol
sömürgeleri için kanla kazanılmıştır ancak bu drum Portekiz
sömürgesi olan Brezilya için daha kansız bir şekilde ilerlemiş
ve sonuca ulaşmıştır.
1-2) Brezilya Tarihi
16.yy başlarında, Hindistan’a
gitmek için yola çıkan Portekizli denizciler tarafından
keşfedilen Brezilya, bu tarihten sonra Portekiz sömürgesine
dönüşür.II.Hindistan seferi için görevlendirilen “Pedro
Alvares Cabral” 22 Nisan 1500 tarihinde Brezilya kıyılarına
ulaşır. Bu tarihten itibaren bir önceki bölümde belirttiğimiz
tüm süreçler Brezilya için de geçerliliğini sürdürür.
Önce ilk kaşifler gelerek
bölgenin hakimiyetini ve yerel halkın kontrolünü sağlar.
Ardından bir sonraki süreçte altın ve gümüş gibi değerli
madenler tüketilir ve sonrasında tarıma dayalı bir sömürge
yönetimi bölgede hüküm sürer. Bu süreçler yaşanırken; yerli
halk soykırıma uğrar, çeşitli çatışmalar ve hastalıklar
sonucunda. Böylelikle onların yerini doldurması ve onların
işlerini yapması için satın alınan Afrikalı köleler gemilerle
yeni kıtaya getirilir ve bir sonraki süreçte bu farklı
toplulukların hem etnik hem de kültürel kaynaşması ile birlikte
yeni, melez bir ırk ve melez bir kültür ortaya çıkar. Daha sonra
işleyeceğimiz “favela kültürü” ve Rio Karnavalı gibi
konular da bu kültürün günümüze dair yansımalarıdır.
Brezilya, Portekiz için tarıma dayalı bir sömürge toprağıydı;
“Sömürgeleştirmenin ilk
yıllarında, Brezilya’nın ekonomik, siyasi ve toplumsal
gelişimine imkân vermeyen ve başta boya hammaddesi olarak
kullanılan Pau-Brazilağaçları olmak üzere, Avrupa’daki
talepler doğrultusunda şeker kamışı, kauçuk, kahve, kakao gibi
ürünlerin yetkili tüccarlar tarafından yerli halk ile takas
edilerek Avrupa’ya taşınmasını içeren süreç 19. yüzyılın
başına kadar devam etmiştir. Bu dönemde Brezilya toprakları
Portekiz tarafından idari olarak verasete dayalı “kaptanlık”
sistemi ile yönetilmiş ve bu koloni coğrafi olarak enine on beş
kaptanlığa ayrılmıştır. Bu sistem uzun ömürlü olmasa da
Brezilya’nın ekonomik açıdan sistematik olarak istismar edilmesi
sürecini başlatmıştır. Portekiz için Brezilya’dan sağlanan
kaynaklardan olan şeker kamışı ve altın daha çok önem arz
etmiştir. Zira Brezilya, plantasyonlarca gerçekleştirilen üretim
ile 17. yüzyıla kadar Dünya’daki bir numaralı şeker kamışı
haline gelmiştir. Şeker kamışı ve bu üretim tarzı Brezilya’da
büyük kırsal mülklerin ortaya çıkışına, toplumun ataerkil ve
kölecilik temelinde dönüşümüne neden olmuştur.”7
Portekiz, Brezilya’yı 300
yıldan fazla bir süre hakimiyeti altında tutmasına rağmen bu
bölgeyi sömürge toprağı olarak adlandırmaz. Bunun dışında
tarih kayıtlarına sömürge toprağı olarak kaydedilen hiçbir
Afrika ya da Asya toprağını da sömürge olarak kabul etmez.
Portekiz için bu bölgeler, imparatorluğun birer parçasıdır. Bu
durumu söylemleriyle de pekiştirirler.
“XVII. yüzyıldan beri,
başka metropollerin sömürge dedikleri yerlere Portekizliler
‘denizaşırı iller’ adını vermekteydi. 1576’da Joao de
Barros “Brezilya bölgemiz”den söz ediyordu, sömürge deyimi
kullanıldıysa da, içinde Portekiz topraklarının bölünmezliği
ve bu topraklarda oturan herkesin yurttaş olması ilkesinin yer
aldığı Anayasanın geliştirilmesiyle, 1822’de, deyim resmen
ortadan kaldırılmıştı.”8
Portekizliler, hakimiyetleri
altına aldıkları bölgeleri birer sömürge toprağı olarak
değil, ülkenin birer vilayeti olarak görüyordu. Bunun dışında,
yine bu bölgelere medeniyet götürdüklerini ve bu bölgelerde
yepyeni medeniyetler kurduklarını savunuyorlardı. Bu tutum, işgal
politikalarını, soykırımı, sömürüyü, köle ticaretini
meşrulaştırma, bu bölgelerde doğal hak sahipliğinin
onaylanmasını ve kabul görmesini sağlama şeklinde
yorumlanabilir. 19.yy başlarına kadar Portekiz sömürgesi olarak
varlığını sürdüren Brezilya’nın kaderi Napolyon Savaşları
dönemi ile değişir.
“Brezilya 16-19 yy. arasında
Portekiz sömürge imparatorluğunun en değerli köşesi ya da
yaygın deyimle “incisi” olarak kalmıştır. Napolyon
Bonaparte’ın 1808’de Portekiz ve İspanya’yı mağlup ederek
İberya Yarımadasını işgal etmesi üzerine Portekiz Kralı
Brezilya’ya sığınmıştır. Daha sonra Napolyon’un Waterloo
Savaşında yenilmesi üzerine Portekiz Kralı ülkesine dönse de
oğlu Pedro Brezilya’da kalmıştır. Halkın yoğun talebi üzerine
1822 yılında, Brezilya'nın bağımsızlığını ve kendisinin de
krallığını ilan etmiştir (Uçarol, 2010: 266). Bu haliyle
kazanılan bağımsızlık, savaşarak kazanılan diğer Latin
Amerikalı ülkelerin bağımsızlık süreçlerinden hayli farklı
gelişmiştir. Komşu ülkelerin tersine, görece barış içinde kan
dökülmeden elde edilen bağımsızlık sonucunda toplumsal yapıda
fazla bir değişiklik olmamıştır. Belki de bu nedenle Brezilya
köleliğin kaldırıldığı son Latin Amerika ülkesi olmuştur.”9
Portekiz kralı Joao VI,
başkenti Lizbon’dan Rio’ya taşıyarak bağımsızlığın
temellerinin atılmasına önayak olmuştur. Ülke yönetiminin
Brezilya’ya taşınması bu bölgede bir siyasi altyapı
kurulmasını sağlamış ve kralın Portekiz’e döndüğü 1821
yılına kadar bu yapı daha da olgunlaşmıştır. Brezilya’nın
tekrar sömürge konumuna indirilmesi ve kralın Portekiz’e dönmesi
ülke içinde huzursuzluğa sebep olmuştur.
Prens Pedro’nun Portekiz’e
dönmeyip Brezilya’da bağımsızlık ilan etmesi ile birlikte
yaklaşık 3 asır süren sömürge dönemi bitmiş ve 1822 yılı
itibariyle monarşi dönemi başlamıştır. Bu tarihten sonra yirmi
yıllık sürede ülke içinde bölgesel ayaklanmalar yaşanmış
ancak yönetim bu ayaklanmaları bastırmakta başarılı olmuştur.
I.Pedro’nun genç yaşta ölmesinin ardından oğlu II.Pedro tahta
çıkmış ve ülkeyi 1831-1889 yılları arasında aralıksız
olarak yönetmiştir.
Peki bağımsızlığını ilan
eden Brezilya’ya karşı Portekiz’in tutumu ne oldu? Portekiz ilk
başta bu bağımsızlığı tanımadı. Ancak bu duruma müdahale
edecek askeri, ekonomik ve siyasi güce sahip değildi ve bir
müdahalede bulunamadı. Bahia gibi bazı kentlerde Portekiz güçleri
ve yerel Portekiz yanlıları direniş gösterdi ve bu direniş 1823
yılına kadar sürdü. İngiltere’nin bağımsız Brezilya’ya
destek vermesiyle birlikte Portekiz kuvvetleri ülkeden ayrılmak
zorunda kaldı. 1823 yılında I.Pedro yanlısı güçler ülkenin
kontrolünü tamamen ele geçirdi. Böylelikle Portekiz, Brezilya’nın
bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. Brezilya’nın
bağımsızlığı diğer Latin Amerika ülkelerine kıyasla daha
kansız bir şekilde elde edilmiştir. Bununla birlikte diğer
ülkeler bağımsızlık sonrası cumhuriyet rejimlerine geçiş
yaparken Brezilya 1889 darbesine kadar imparatorluk olarak hüküm
sürecektir.
İmparatorluk olarak anılan bu
dönemde, özellikle II.Pedro döneminde, komşu ülkeler ile yapılan
çeşitli savaşlar sonucu Brezilya ülke olarak saygın ve güçlü
bir konuma gelmiş. Brezilya ordusu da bu saygıdan payını
almıştır. Giderek gelişen ordu genç subaylarını eğitim
amacıyla Prusya’ya yollamış. Burada askeri eğitim alan bu genç
subayların zihinlerinde tıpkı aynı dönemlerde Osmanlı’da
olduğu gibi monarşiyi yıkmak ve cumhuriyeti kurmak fikirleri
oluşmaya başlamıştır.
“II. Pedro döneminde ülkede
iç istikrarın sağlanmasından sonra ordunun saygınlığı devam
etse de görünürlüğü önemli ölçüde azalmıştır. Ancak bu
noktada ordunun görünürlüğü ile birlikte ekonomik avantajlarını
yitirmesi askerlerin pek de hoşuna gitmemiştir. Bu gelişmeler
sonucunda ordu içindeki bir süredir aktif olan cunta, öteden beri
ülkede tabanı olan cumhuriyetçiler ve bir yıl önce köleliğin
kaldırılmasından hoşnutsuz feodal toprak ağaları ile birleşerek
Brezilya tarihinin ilk askeri darbesini 15 Kasım 1889 tarihinde
yapmıştır. Latin Amerika’nın son Monarşisini de bu darbeyle
yıkılmıştır (Castro, 2001: 53). Brezilya ordusunun siyaset
aşkını başlatan bu darbe yapıldığında, esasen II. Pedro halk
tarafından geniş ölçekte desteklenmektedir. İstese darbeyi
kolayca bastırabilecek durumda olsa da kardeş kavgasını istemeyen
İmparator direnmemiş ve ülkeyi terk etmiştir”10
1889 yılında gerçekleşen
Brezilya tarihinin ilk darbesi ile birlikte ordunun 1985 yılına
kadar ülke siyasetinde etkin güç olacağı yaklaşık yüz yıllık
dönem böylelikle başlamış olur. Aynı zamanda bu darbe 1822
yılında ülkede kurulan monarşinin de sonu anlamına gelmektedir.
Şimdiye kadar ülke sömürge ve monarşi dönemlerini geride
bırakmıştır ve artık askeri darbeler gölgesindeki cumhuriyet
dönemine geçilmiştir.
1889 darbesinden sonra ülke
ordu kontrolünde hızlı bir modernleşme sürecine girmiştir ve bu
dönemde ABD ile ilk yakınlaşmalar başlamıştır. ABD ile kurulan
yakın ilişkiler neticesinde Brezilya 1917 yılında Almanya’ya
savaş açmış ve I.Dünya Savaşı’na katılmıştır. 1889
yılından 1930 yılına kadar geçen sürede askeri yöetim çok
başarılı olamamış ve istikrarsız bir yönetim ortaya koymuştur.
Bu dönemde çeşitli isyanlar ve kuraklık gibi problemler ortaya
çıkmış.
“1930’a gelindiğinde
ordudaki cunta, gidişattan memnuniyetsizlik duyan sivil gruplarla
birleşerek Brezilya tarihinin ikinci darbesini yapmıştır. Bu
darbe sonrası milliyetçi ve anti-komunist olarak bilinen Getulio
Vargas başkan seçilmiş, ülkeyi 15 yıl boyunca diktatörlükle
yönettiği bu dönemde devlet eliyle sanayileşme ve sosyal devletin
geliştirilmesi politikaları benimsenmiştir. Vargas’ın iktidarı
sırasında ülke yönetimindeki merkezi denetim artırılarak ordu
içindeki fraksiyonlar temizlenmiş ve ordunun bütün halde hareket
etmesi sağlanmıştır (Kılıç, 2013: 139-44). Buna rağmen
1945’te gerçekleşen Brezilya’nın üçüncü darbesiyle Katolik
Kilisesinin tam desteğine sahip başkan Vargas da devrilmiş,
demokrasiye dönülerek 2.Brezilya Cumhuriyeti kurulmuştur.”11
1930 Darbesi sonrası dönemde
de ABD ile olan ilişkilerini geliştiren Brezilya 1942 yılında
Müttefik Devletler’in yanında II.Dünya Savaşı’na dahil
olmuştur. Bu yönüyle de Brezilya aynı dönemlerde Türkiye ile
benzerlik göstermektedir. Daha sonra 1945 darbesinin ardından da
yine aynı dönemlerde Türkiye’de olduğu gibi çok partili
sisteme geçilmiştir. Bir başka benzerlik ise yine yakın
dönemlerde monarşiden cumhuriyete geçme çabalarında
görülmektedir.
1945 darbesi sonrası kurulan
sivil yönetimler de ABD ile olan ilişkileri bir süre devam
ettirmiş ve bu dönemde anti-komünist bir politika takip
edilmiştir. 1950 yılında sol grupların desteğini alan Vargas
tekrar seçilmiş ve Kore’ye asker göndermeyerek ABD ile olan
ilişkileri ilerletmemiştir. Vargas’ın bu tutumu ordu içinde
hoşnutsuzluğa sebep olmuş ve 1954 yılında durumdan rahatsız
olan generaller tarafından yönetimden el çektirilmiştir.
İkinci defa yönetimi kaybedip
intihar eden Vargas’tan sonra yine sol yönetimler başa gelmiştir
ve uyguladıkları politikalar ile ekonomide iyileşmeler
görülmüştür. 1961 yılında seçilen Goulart döneminde
torakların halka dağıtılması, yabancı şirketlere uygulanan
verginin artması ve köylü ve işçinin desteğini almaya yönelik
söylemler geliştirilmesi durumları yaşandı. Ancak kendi
durumlarında yeterli iyileşmelerin olmamasından şikayet eden
ordunun muhalefeti ile karşılaştı Goulart hükümeti. Bunların
dışında 1960 sonrasında Brezilya ekonomisinde bir gerileme
yaşanmış, enflasyon oranı artmış ve gelir eşitsizliği
çoğalmıştır.
“Tüm bu gelişmeler
sonucunda, ABD’nin izlediği Küba politikalarına katılmadığı
için dış politikada da yalnızlaşan solcu (reformist) Başkan
Goulart, 1964 yılında halkçı politikalardan rahatsız olan feodal
toprak beyleri, Katolik Kilisesi, finans çevreleri ve ABD gibi çok
sayıda değişik kesim tarafından desteklenen kansız bir darbeyle
devrilmiştir (Saad-Filho, 2008: 125). Darbeden sonra Kara Kuvvetleri
Komutanı Castelo Branco devlet başkanı olarak belirlenmiş, bu
tarihten sonra 21 yıl boyunca sürecek askeri yönetim boyunca
devlet başkanları, ordu içindeki dengelere bağlı olarak askerler
arasından belirlenmiş ve bu karar kongreye onaylattırılmıştır”12
1964 darbesi ile birlikte sivil
yönetimler dönemi 1985 yılına kadar askıya alınmıştır. ABD
destekli gerçekleşen 1964 darbesinin önemli sebeplerinden bazıları
ABD’nin Küba politikalarının desteklenmemesi ve ülke içindeki
yabancı yatırımların büyük çoğunluğuna sahip olan ABD
şirketlerinin Başkan Goulart’tan gerekli imtiyazları
alamamasıdır. Solcu bir yönetime sahip Brezilya’nın ikinci bir
Küba devrimi yapması riskini göze alamayan ABD, ordunun darbe
girişimine açıkça destek olmuştur. 2004 yılında kısmen halka
açıklanan belgelerde ABD’nin darbeden önceden haberdar olduğu
ve gerekirse destek sağlamak için “Operation Brother Sam” adlı
bir yardım planı oluşturduğu ortaya çıkmıştır.
Darbe sonrası yıllarda
önceliği ekonomiye veren askeri yönetim döneminde hızlı bir
büyüme sağlanmış ve ekonomi gelişmiş. Ancak yine bu dönemde
gelir adaletsizliği daha önce hiç olmadığı kadar artmış.
Brezilya hızla büyürken Brezilyalılar bu büyümeyi çoğunlukla
hissedememiş.
“Brezilya’da askeri
rejimin sağladığı görece ekonomik iyileşme, 1974 yılında
başlayan dünya ekonomik krizi ile sınırlara ulaşmış, ekonomik
ilerleme dış kaynaklara çok fazla bağımlı olduğundan ülke
yatırımlara kaynak bulmakta zorlanmıştır. Bu açmazla karşılaşan
diğer askeri rejimler gibi, Brezilya idaresi de meşruiyetini daha
fazla serbestlik sağlayarak devam ettirmenin yolunu aramıştır.
Brezilya’da iktidarı 1974 yılında ele alan General Ernesto
Geisel, “abertura politica” projesi kapsamında askeri rejimin
sansür gibi uygulamalarını gevşetmiş, politik kurumların
yeniden oluşmaya başlamasına müsaade etmiştir. Askeri rejimin
liberal serbestleşme politikalarıyla yeniden meşruiyet kazanma
çabaları, siyasal kıpırdanma sonucu tekrar ortaya çıkan
sendikalar öncülüğünde 1978 yılında yapılan grev sonucu
çökmüştür. Zamanla askeri rejimin güç kaybetmesi devam etmiş
ve 1982 seçimi Brezilya askeri yönetiminin sonunu getirmiştir”13
Bu uzun ve çalkantılı darbe
dönemi 1985 yılında tekrar sivil bir yönetimin başa geçmesiyle
tamamen ortadan kalkmıştır. Ancak görülmektedir ki askeri
yönetim ve ordunun bu kadar uzun yıllar siyasette söz sahibi
olması sadece kaba kuvvet ve silah gücü ile açıklanamamaktadır.
Ordu yönetimi elinde tutmak için askeri gücüne başvurduğu
kadar; ülke içinde çeşitli kapitalist gruplarla kurduğu ekonomik
temelli ilişkilerle onların desteğini arkasına alırken aynı
zamanda yine ekonomik iyileştirmeler yoluyla işçi kesiminin
desteğini de kazanmayı başarmış ve devamlılığını bu kadar
uzun yıllar sürdürmüştür.
“Askeri yönetimin sonunda
1985 yılında Brezilya’da devlet başkanlığı seçimleri
yapılarak yeniden sivil yönetime adım atılmıştır. 1985 yılında
başlayan anayasa hazırlığı sonuçlandırılarak 1988 yılında
Brezilya’nın yeni anayasası kabul edilmiştir. Brezilya’da
1990’lı yıllar Itamar Franco ve Fernando Henrique Cardoso’nun
devlet başkanlığı dönemidir. Brezilya’nın ilk “modern”
devlet başkanı olarak değerlendirilen Cardoso tarihi adımlar
atarak ülkenin politik ve ekonomik sistemini değiştirmiştir.
Cardoso sekiz yıllık istikrarlı döneminde politik kurumların ve
demokrasinin güçlenmesine olanak sağlamıştır.”14
1985 yılından itibaren başa
geçen sivil yönetimler, askeri yönetimler zamanında kurulan
birçok kurum ve kuruluşta değişikliğe giderek ordunun ülke
içinde ve siyasetteki gücünü törpülemişlerdir. Böylelikle
ülkede sivil demekrasi anlayışı iyice güç kazanmıştır.
“Bugün Brezilya, şüphe
götürmez şekilde demokrasisini pekiştirmiş olarak yoluna devam
etmektedir. Demokratikleşmeye koşut olarak büyüyen ekonomi
sayesinde 1990’da nüfusun % 40’ı fakirlik sınırı altında
yaşarken bu rakam 2012 itibariyle % 19’a gerilemiştir (Tvevad,
2014:20). Ancak kıta genelinde görülen yaygın yolsuzluk
Brezilya’da da seçilmiş hükümetlerin meşruiyetlerini
sorgulanır hale getirmektedir. Uluslararası Yolsuzlukla Mücadele
ve Şeffaflık Algı Endekslerinin 2015 yılı verilerine göre bu
ülke kamuoylarının gözünde, iş başındaki hükümetler en az
Afrika ülkelerindekiler kadar yolsuzluğa batmış gözükmektedirler
(Root, 2016: 3). Belki de bu eski alışkanlık nedeniyle Brezilya
İşçi Partisi (PT), 90’lı yılların ortasında tıpkı
Türkiye’de RP’nin yaptığı gibi, yolsuzluklara bulaşmamış
yegâne parti imajı vererek ve yerel yönetimlerde iyi performans
göstererek tabanını genişletmiş (Tablo 4.3), en sonun da Lula Da
Silva’nın önderliğinde devlet başkanlığı seçimlerini
kazanmıştır”15
Lula Da Silva ve Brezilya İşçi
Partisi yönetime geldikten sonra sol yönetimler Brezilya
siyasetinde son yılarda etkin kesimler olarak göze çarpmaktadır.
Ancak Brezilya’nın federal yapısı sebebiyle bir partinin tek
başına iktidar olması zor olduğundan çeşitli kesimlerden birkaç
parti koalisyon şeklinde yönetime gelmektedir. Bu son dönemde asıl
yoğunlaşılması gereken kişi sendikacılıktan gelen Lula Da
Silva’dır.
“Yoksul bir aileden gelen
Lula sendikacılığa ağabeyi Frei Chico'yla beraber 60’ların
sonuna doğru başladı. Her ikisi de Brezilya Komünist Partisi
üyesiydi. 1968’de üyesi olduğu San Barnerdo Metal Sendikası'nda
bir yıl sonra yürütme komitesine girdi. 1972'de aynı sendikanın
birinci sekreteri oldu. 1975'te 100 üyeli metal sendikasının
başkanı seçildi. O tarihten itibaren hiç popülerliğini
yitirmedi. Askeri dikta yıllarında güçlü bir sendikal mücadele
verdi. Grev yasaklarına karşı durdu. Kovuşturmalara uğradı.”16
1980’lerle birlikte askeri
yönetim liberal politikaları uygulamaya başladı. Bu dönemde
solcu kesimlerin bir araya gelmesiyle “Çalışanların Partisi
(Partido dos Trabalhadores-PT)” Şubat 1980’de kuruldu ve Lula
1994’e kadar başkanlık görevini üstlendi. Lula ve PT, askeri
yönetimin son bulduğu 1985’ten sonra gerçekleşen ve sivil
yönetime geçiş anlamı taşıyan 1986 seçimlerinde %6,9 oy aldı
ve Kongre’de 16 temsilci bulundurma hakkına sahip oldu. Bu
temsilcilerden birisi de Lula’ydı.
“PT içlerinde Sao Paulo,
Porto Alegre, Vitoria'nın olduğu 36 kentte valilik seçimlerini
kazandı. 1989’da Brezilya tarihinin ilk işçi kökenli başkan
adayı Lula oldu. 1990’larla beraberhareketin temel kadroları
tasfiye edildi ve PT kitle partisi olmaya yöneldi. Daha çok
neoliberal politikalardan zarar gören yoksul yığınları kazanmaya
dönük politikaları temel almaya başladı. İlki 1990'da
gerçekleşen Sao Paulo Sosyal Forumu, bahsedilen sürecin bir
ürünüydü. Parti 90’lı yıllar boyunca bir yandan profesyonel
seçim danışmanları, ücretli kampanyalar ve medyayla ilişkiler
üzerinden sistemle bağlar kurarken, diğer yandan çok önemli
yerel seçim başarıları elde etti.”17
Brezilya 1980’li yıllarda
sanayiyi korumaya yönelik politikalar izlerken; 90’lı yıllar ile
birlikte uluslar arası piyasaya eklemlenme ve özelleştirmeler
yoluyla bir piyasa ekonomisi kurma yönünde politikalar izledi.
Neoliberal politikalar, özelleştirmeler ve tüketim artışı
etkisini bu yıllarda arttırdı. Itomar Franco yönetiminde piyasa
ekonomisinin olumsuz etkileri ve yüksek enflasyon oranları görüldü.
Bu durum yoksul kesimin Lula ve PT’ye yaklaşmasına neden oldu.
Ancak yinede bir sonraki seçimde Lula kazanamadı.
1997’de sol bir kesimin
desteğiyle seçime giren PT, kongreye 58 temsilci ve 7 senatör
sokmayı başardı. 2000 yılındaysa PT 187 kent yönetimini elinde
bulunduruyordu. Brezilya 1999 ve 2001 krizlerinden etkilendi ve uzun
çalışma saatleri gibi olumsuzluklar topluma yansıdı. Yoksulluk,
işsizlik ve açlık baş gösterdi. “2002 Başkanlık
Seçimi'nde Lula, iki Komünist Parti, Yeşiller ve Liberallerin de
katıldığı bir cepheyle ilk turda %46, ikinci turda Jose Serra
karşısında %61,3 oy alarak başkanlığa hak kazandı. Aynı
seçimde PT Kongre’de %18,4’lük (91 sandalye) temsilci oranı
elde etti.”18
Lula iktidarı ile birlikte gelir dağılımında, çalışma
koşullarında ve açlık durumlarında iyileşmeler gerçekleşti.
Lula döneminde yoksulların gelirinde artış gözlendi ve yıllık
olarak yoksul kesim için devlet bütçe ayırdı. Yine bu dönemde
asgari ücret ve eğitim harcamaları konusunda iyileştirmeler
yaşandı. Latin Amerika ekonomisi içindeki oranı 2001’de %26,8
olan Brezilya, 2010’da bu oranı %46,6’ya çıkarmıştır.
“Ulusal Kolonizasyon ve
Tarım Reformu Enstitüsü (Instituto Nacional de Colonizacion y
Reforma Agraria-INCRA) verilerine göre; 2003'te, 112.000 toprak
sahibi 215 milyon hektar alana sahipken 2010'da, 130.000 toprak
sahibi 320 milyon hektar alana sahip olmuştur. Bu mülk sahiplerinin
%28 daha fazla toprak elde ettiğini göstermektedir. Aynı dönemde
ekilmeyen toprakların oranı %44 artmış, ekilen alanlarda
verimlilik ise %12 yükselmiştir. Brezilya’da 46 bin kişinin ülke
topraklarının yarısına sahip olduğu söylenmektedir.”19
PT’nin başarılı
grafiklerine karşın kuruluş kadrolarının tasfiyesinin ardından
parti içine dolan ve siyasi gücü bireysel çıkarlar için
kullanmak isteyen kişilerin artışı ve dolayısıyla bu sürecin
yolsuzluk olaylarına sebebiyet vermesi; bunun dışında Lula’nın
destek sağlamak amacıyla sağ partilere rüşvet vermesi gibi
olaylar Lula ve PT’nin adının yolsuzluğa karışmasına sebep
oldu.
2000 sonrası dönemde Lula Da
Silva’dan sonra ülkenin ilk kadın başkanı olan Dilma Rousseff
seçilerek başa gelmiş ve bu süreçte Lula’nında desteğini
almıştır ancak seçildikten sonra Lula’dan politika olarak
farklılık göstermiştir. Sol kesimlerden uzaklaşırken; ABD ile
yakınlaşarak askeri, siyasi ve ekonomik ilişkileri geliştirmiştir.
Yolsuzluk iddalarıyla 2016 yılında görevden alınana kadar ülkeyi
yönetmiştir. Her ne kadar bu görevden alma sürecinin hem Başkan
Roussef’in hemde İşçi Partisi’nin adının karıştığı
yolsuzluk olaylarıyla alakası olsada çeşitli kesimler bu durumun
bir sivil darbeler dönemine yol acçabileceğinden endişe
duymaktadır.
Sonuç olarak görülüyorki,
Brezilya bu güne gelene kadar sırasıyla sömürge, monarşi, darbe
yönetimleri ve sivil demokrasi olmak üzere dört farklı dönemden
geçmiş ve günümüzdeki halini almıştır. Ancak ülke ve
siyasiler çok yoğun bir yolsuzluk süreci ile boğuşmaktadır ve
bu durum siyasilerin görev sürelerini tamamlayamadan görevden
alındıkları bir sivil darbeler döneminin önünü hızla
açabilir.
1-3) Brezilya’da Sendikacılık
Brezilya’da ilk sendikal
faliyetler 20.yüzyılın başlarında başlamıştır. Sendikal
faliyetleri başlatanlar yerliler, siyahlar ya da Kreoller değil;
Avrupa’dan yeni kıtaya çalışmak amacıyla gelen işçi
kesimdir. 1985 yıına kadar darbeler ve askeri yönetimler altında
ilerleyen Brezilya’da, sendikalarda baskı altında ve devlete
bağlı şekilde faliyet göstermiştir. 1985 sonrasındaysa
kısıtlamalar kaldırılmış olsa bile sendikalar devlet
politikalarına zarar verici faliyetlerden uzak durmayı tercih eden
bir politika izlemişlerdir.
Demokrasiye geçiş süreci çok
geç olan Brezilya’da sendikal faliyetler Kuzey Amerika ve
Avrupa’ya göre daha farklı gelişmiştir. Monarşinin
yıkılışından 1985 yılına kadar darbelerin ve askeri
yönetimlerin gölgesinde kalan Brezilya için demokrasi çok geç
gelmiştir. Baskı rejimleri altında geçen dönemlerde de
sendikalar devlete bağlı ve devlet kontrolünde gelişim şansı
bulabilmiştir.
Sendikal faliyetlerin
başlamasını sağlayan ve İspanya, İtalya, Portekiz gibi
ülkelerden gelen ilk dalga işçi toplumu, beraberlerinde Marksist,
sosyalist fikirleri de getirmişler ve sendikacılığı başlatan
öncüler olmuşlardır.
“Brezilya’da sendikal
örgütlenme, ancak XX. yüzyılın başlarında yasal olarak
tanınmıştır. Avrupa ülkelerinden Brezilya’ya gelen göçmen
işçiler, ilk yıllarda tarım alanında, özellikle kahve tarımında
çalıştırılmıştır. Dolayısıyla, Brezilya’da ilk sendikal
hareket ve örgütlenmeler, kahve tarımının yoğun olduğu
bölgelerde başlamıştır. Kahve tarımındaki kötü çalışma
koşulları ve düşük ücret seviyeleri işçileri örgütlenmeye
itmiştir. Bu cümleden olarak, “Mukavemet Topluluk ve Birlikleri”
(Unions et Sociétés de Résistance) adıyla kurulan ilk sendikal
örgütler (Rodrigues, 1969: 2), 1906’da anarkosendikalist
örgütlenme felsefesini benimseyen “Confederacao Operatia do
Brasil” (COB) adlı bir üst örgütün çatısı altında
toplanmıştır. Anarkosendikacılık anlayışı benimseyen COB’un
kuruluşu akabinde 1907’de demiryolu işçileri ve Sao Paulo’da
tekstil işçileri çalışma koşulları ve ücret yetersizliği
gibi nedenlerle geniş katılımlı genel greve gitmişlerse de
başarılı olamamışlardır. Ancak, işçi kesimimin eylemleri
sürmüş; özellikle anarkosendikalist hareket, 1917-1920 arası
dönemde etkili olmaya başlamıştır. Nitekim, 1917’de Sao
Paulo’da düzenlenen genel grev sayesinde, işçiler lehine bazı
yasal kazanımlar elde edilmiştir (Çakır, 2005: 4).”20
20.yüzyıl başlarından hızlı
bir sendikalaşma faliyeti görülmektedir ancak bu durum 1930 Askeri
Darbesi ile sekteye uğrar ve bu dönemden sonra kendini devlete
bağlı bir şekilde var etmeye çalışan bir sendikacılık oluşur.
1970’li yıllarda ise, Lula Da Silva örneğinde gördüğümüz
gibi, sendikalar, otonom/özerk bir yapı kazanmak için mücadele
verir. Bu mücadelelerinde etkisiyle 1985 sonrası dönemde
sendikacılık daha farklı bir yapıya bürünür.
1930 Darbesi sonrasında otonom
kalma şansını kaçıran sendikacılık, baskıcı yönetimler
altında, devletin gölgesinde varlığını sürdürmüştür ve
sürekli olarak gözetim altında tutulmuştur. 1950’lerin
ortalarından 1964 Darbesi’ne kadar geçen sürede tekrar sivil
yönetimler dönemi yaşanmış ve Juscelino Kubitschek ve Joao
Goulart hükümetleri döneminde demokrasi gözetilerek işçi
hakları iyileştirilmiş ve sendikalar hak arama mücadelesine
girebilme fırsatı yakalamıştır.
“1964’te Brezilya
demokrasisi yeni bir askeri darbeyle karşılaşmış; askeri
yönetim, diğer askeri yönetim dönemlerinde olduğu gibi
sendikaları sıkı kontrol altına almış; grevleri, hatta tüm
halk hareketlerini yasaklamıştır. Ancak, rejimin artan baskıcı
tutumu, 1975’lere doğru yumuşama eğilimi gösterince, sendikalar
cephesi özellikle Metal İşçileri Sendikaları ve sol gelenekten
gelen sendikalar hak arama eylemlerini artırmış; sendika lideri
Lula da Silva öncülüğünde İşçi Partisi’nin kurulması, keza
yine bu partinin öncülüğünde CUT’un kurulması Brezilya
sendikacılığını, devlete bağımlı sendikacılıktan otonom
sendikacılığa dönüşeceğinin habercisi olmuştur.”21
1985 ile birlikte askeri
yönetimin sonu gelirken; sendikacılık da yeni bir döneme
girmiştir. 1988 Anayasası ile birlikte devlet kontrolündeki
sendikacılıktan otonom sendikacılığa geçiş sağlanmıştır.
Bu anayasa ile devletin sendikalar üzerindeki kontrolü
azaltılırken, kamu çalışanlarının sendikal örgütlenme hakkı
sağlanmıştır.
“Sendikalar cephesi, 1985
sonrası iktidara gelen hükümetlerin özelleştirme, sosyal
harcamalardaki kısıntı gibi neoliberal politikalarına başlangıçta
geniş katılımlı eylemlerle tepki göstermiştir. Ne var ki, 1985
sonrası iktidara gelen tüm hükümetlerin neoliberal politikaları
uygulamakta ısrarlı görünmeleri, sendikaların “sorumlu
sendikacılık” anlayışıyla hareket etmelerinde etkili olmuştur.
Dolayısıyla sendikalar, hükümetlerin makro-ekonomik
politikalarını uygulamasına engel çıkarmaktan, geniş kapsamlı
hak arayıcı eylemlere girişmekten kaçınmışlardır. Kaldı ki,
Brezilya sendikacılığının büyük kanadını oluşturan CUT’ün
2002 sonrasından 2016’ya kadar iktidarda kalan İşçi Partisi’ni
desteklemesi de sendikal eylemlerin artmamasında etkili olmuştur.”22
Sonuç olarak günümüz
Brezilya’sına ve sendikacılık faliyetlerine bakacak olursak; bir
yanda sosyalist bir temelden gelen ancak 2000 sonrası dönemde
reformist ve uzlaşmacı bir tutum sergileyen CUT ve sağ eğilimli
FS, diğer tarafta ise Brezilya Komünist Partisi ve Birleşik
Sosyalist Parti etkisi altında bulunan mücadeleci sendikalar
Conlutas ve Intersindical. Günümüzde, Brezilya’da bu sendikalar
arasında bir karşı karşıya olma, çatışma durumu vardır.
Genel olarak değerlendirecek
olursak; Brezilya’da sendikacılık, Brezilya tarihinin geçirdiği
dönemlerle paralellik gösterir. Demokrasiye geçilen 1900’lerin
başında ülkeye giren sendikacılık, işçi hakları savunucusu
olarak hızla faliyet göstermeye ve sonuç almaya başlamıştır.
İşçi sınıfı için etkin bir güç olma yolunda ilerlediği
dönemlerde faliyetleri 1930 Darbesi ile sekteye uğramıştır. Bu
tarihten itibaren 1985 yılına kadar çoğunlukla devlet
kontrolünde, devlete bağlı olarak faliyet göstermek zorunda olan
sendikalar; 1985 sonrası dönemde 1988 Anayasası ile birlikte
otonomluk kazanarak tekrar devletten bağımsız hareket etme
imkanını kazanmıştır. Sonuç olarak Brezilya’da sendikacılık,
darbeler döneminde tüm Brezilya gibi baskılara maruz kalıp
özgürlüğünü yitirken; yini tüm Brezilya gibi 1985 sonrasında
demorasiye geçiş ile birlikte özgürlüğünü kazanıp otonom bir
yapıya bürünmüştür.
2) Brezilya Sineması ve Cinema Novo
Brezilya Sineması, Orta ve
Güney Amerika’da Arjantin ve Meksika ile birlikte en önemli üç
ülke sinemasından birisidir. Bölgedeki birçok ülkede olduğu
gibi filmlerinin konusunu genel itibariyle suç, yolsuzluk,
yoksulluk, şiddet gibi konular oluşturmaktadır.
Brezilya, bir yandan yerli halk,
bir yandan Avrupalı sömürgeciler, Afrika’dan getirilen Siyahi
köleler, II.Dünya Savaşı sonrası kaçıp buraya Gelen Naziler ve
Japonlar ile çok kültürlü, çok renkli melez bir toplum
oluşturmaktadır. Bu çok kültürlülükten kaynaklanan mitsel
anlatılar da sıkça Brezilya Sineması’nda kendine yer
bulmaktadır.
Brezilya Sineması ilk yıllarda
Hollywood taklidi stüdyo filmleri ve popüler türler ile gişede
başarı sağlayan filmler yaparken 1950’lerin sonlarından
itibaren “Cinema Novo” hareketine giden bir süreç başlamıştır.
Ancak buraya gelmeden önce sinemanın ilk başlangıcından itibaren
ilerlemek gerekmektedir.
“Brezilya’da halka açık
ilk film gösterimi 6 Temmuz 1896’da Rio de Janeiro’da yapıldı.
Sinemanın toplum tarafından ilgiyle karşılanmasından sonra
Rio’da Paris sineması açıldı. Gelişen bir ülke olan
Brezilya’da şehirleşme arttıkça sinema sayısı da buna bağlı
olarak hızlı bir gelişim gösterdi. Sessiz sinema döneminin en
önemli iki yönetmeni Jose Medina ve Humberto Mauro idi. Bu iki
yönetmen Brezilya sinemasının sessiz döneminde sinemanın
kitleler tarafından sevilmesinde büyük rol oynadılar.”23
1920’li yılların sonuna
gelindiğinde sinemaya sesin dahil olmasıyla birlikte Brezilya
seyircisi filmlerde işlenen, anlatılan (Hollywood filmleri
özellikle) konuların kendi ülkeleriyle alakalı olmadığını,
onları anlatmadığını gördüler. Bu dönemden sonra yerli film
üreticileri kendi filmlerini üretmek için çalışmalara
başladılar. Luiz de Barros, 1929 yılında Brezilya’nın ilk
sesli filmi olan “Acabaram-se Os Otari-os” adlı filmi çekti.
Kendi sinema geleneklerini oluşturmaya çalıaşan Brezilyalı
yönetmenlerin, 1941’de 4, 1951’de 21 ve 1961’de 30 film
çektikleri görülmektedir. Yerli film üretimindeki bu artış bizi
1960’lı yıllarda dünya için de önemli bir akım olan “Cinema
Novo” akımının doğuşuna hazırlayan süreci göstermektedir.
2-1) Cinema Novo
“Elde
bir kamera, kafada bir fikir”
Cinema Novo (Yeni Sinema),
1950’lerin sonlarında başlayıp 1970’li yılların ortalarına
kadar varlığını sürdüren Brezilya merkezli bir sinema akımıdır.
Akım, “Birinci Sinema” olarak da adlandırılan endüstri,
özellikle Hollywood, sinemasına bir karşı duruş olarak ortaya
çıkmıştır. İtalyan Yeni Gerçekçilik ve Fransız Yeni Dalga
akımlarından etkilenen Cinema Novo, konu olarak yolsulluk, suç ve
şiddet gibi durumlara yoğunlaşarak kamerasını halka
yöneltmiştir. Bu akım ile birlikte ilk defa halk kendini sinema
perdesinde izleme şansını elde etmiştir.
“Erus’a göre (2007:25)
Cinema Novo akımı, Latin Amerika’da ortaya çıkan “Üçüncü
Sinema” kavramının öncüsü olan bir sinema hareketidir. Bu
hareketin en önemli ismi olarak Brezilyalı yönetmen Glauber Rocha
kabul edilir. Akımın, başlıca diğer önemli yönetmenleri
arasında Nelson Pereira dos Santos, Carlos Diegues ve Ruy Guerra
bulunur. (Odabaş, 2013: 153) Bu Yönetmenler, Yeni Dalga akımının
üslup ve teknik özelliklerinden etkilenmekle birlikte, kendilerine
konu olarak daha çok kırsal hayatı ve işçiler ile köylülerin
yaşam mücadelelerini seçmişlerdir. Cinema Novo yönetmenleri,
Yeni Dalga sinemacılarının düşük bütçeli filmler çekerek
kendi izleyici kitleleri oluşturmalarına imkan tanıyan "auteur"
kuramından etkilenerek, ezilmişlere, etnik azınlıklara, köylülere
ve topraksız işçilere seslenen filmler yapmayı amaçlamışlardır.
Cinema Novo filmleri, bu nedenle Yeni Dalga filmlerine göre çok
daha politik ve toplumsal filmlerdir. (Erus, 2013: 103) Sinema
tarihçileri Robert Stam ve Randal Johnson (1979), Cinema Novo
hareketini her biri Brezilya'nın politik yaşamının belirli
periyodlarına denk gelen üç döneme ayırır. İlk dönem 1960 ve
1964 yılları arasını, ikinci dönem 1964 ve 1968 yılları
arasını, üçüncü dönem ise 1968 ve 1972 yılları arasını
kapsar.”24
Cinema Novo’nun ortaya çıktığı
dönemin de akımın ortaya çıkışında çok önemli bir etkisi
vardır. 1945 darbesinden 1964 darbesine kadar olan süreçte sol
görüşlü sivil yönetimlerin başa geçmesi, Küba Devrimi ile
birlikte bölgede sosyalist aktivitelerin hız kazanması; edebiyat,
felsefe gibi alanlarda “Yeni Sömürgecilik” konusunda
farkındalığın artması ve işçi hakları, yoksulluk, şiddet
gibi konuların ülke gündeminde giderek önem kazanması. Haliyle
sinema da bu yaşanan süreçten etkilemiş ve ülkenin ve dönemin
koşullarından doğan Cinema Novo akımı oluşmuştur.
Cinema Novo akımı 3 farklı
dönem ve 3 farklı bakış açısı ile yoluna devam eder. Bu
dönemlerin ilki 1960 ve 1964 yılları arasıdır.
“Stam ve Johnson'a göre
(1979) Cinema Novo hareketi, ilk dönemin başlangıcı olan 1960
yılında resmen başlamıştır. 1961 yılında "Ulusal Öğrenci
Birliği"nin bir alt birimi olan "Popüler Kültür
Merkezi"nin gerçekleştirdiği ve beş farklı yönetmenin
çektiği beş bölümden oluşan, "Cinco Vezes Favela"
(Beş Kez Gecekondu Mahallesi) isimli film, Stam ve Johnson
tarafından Cinema Novo hareketinin ilk örneklerinden biri olarak
değerlendirilir. "Cinco Vezes Favela" filminde, Rio de
Janeiro şehrinin tepelerinde bulunan gecekondu mahallelerinde
yaşayan yoksul insanların yaşadıkları zorluklar anlatılır.
Filmin beş yönetmeni Miguel Borges, Joaquim Pedro de Andrade,
Carlos Diegues, Marcos Farias ve Leon Hirszman'dır. (Borges,
Andrade, Diegues, Farias, Hirszman: 1962)”25
1964 yılında Başkan
Goulart’ın darbe sonucu yönetimden indirilmesi ile son bulan bu
ilk dönemde yönetmenler sinemayı yoksulluk, şiddet gibi toplumsal
konuları yansıtan; yeni sömürgeciliği, müzikal ve taklit
Brezilya filmlerini eleştiren politik bir araç olarak
kullanmışlardır. “Metropolitano” adlı dergi etrafında
toplanan birçok eleştirmen ve yönetmen bu dönemde ticari Brezilya
Sineması ve Hollywood estetiğini eleştirerek yönlerini toplumun
gerçeklerine dönmüş ve İtalyan Yeni Gerçekçilik ve Fransız
Yeni Dalga akımlarından etkilenmişlerdir. Ancak Cinema Novo
yönetmenleri tutundukları tavırla birlikte Fransız Yeni Dalga
yönetmenlerinden daha politik bir kimliğe bürünmüşlerdir.
Bu dönemin ve genel olarak
Cinema Novo akımının en etkili yönetmeni Glauber Rocha olmuştur.
Çektiği filmlerin yanı sıra yazdığı “Açlığın
Estetiği/Şiddetin Estetiği” denemesi akımın manifestosuna
dönüşmüştür.
“Brezilyalıların
çoğunluğunun ve Avrupalıların anlayamadıkları açlığı biz
anlıyoruz. Avrupalı için bu garip ve yabancı bir tropikal
gerçeküstücülüktür (sürrealizm). Brezilyalı için bu ulusal
bir utanç kaynağıdır. Brezilyalı yiyemez, fakat yiyemediğini
söylemekten utanır ve yine de, bu açlığın nereden geldiğini
bilmez. Biz biliyoruz ki – çünkü aklın ve nedenin her zaman
egemen olmadığı yerlerde böylesi kederli, çirkin filmleri, bu
çığlık halindeki umutsuz filmleri yaptık- bu açlık ortalamacı
hükümet reformlarıyla giderilemeyecektir, tedavi edilemeyecektir
ve bu teknikolorun (renkli filmin) pelerini açlığın tümörlerini
gizleyemez, aksine yalnızca daha da kötüleştirmektedir,
ilerletmektedir. Bundan dolayı, yalnızca bir açlık estetiği
kendi öz yapılarını, bünyesini zayıflatarak kendisini
niteliksel olarak aşabilir, sınırlarını ileriye götürebilir:
açlığın en soylu kültürel dışavurumu şiddettir.”26
Rocha’nın manifestosunda
belirttiği en temel nokta, hem biçim hemde içerik olarak aç ve
kederli filmler yaparak toplumun kendi açlığının farkına
varmasını sağlamaktır. Ticari filmler bu açlığı saklayıp
gözardı edilmesini sağlarken Cinema Novo ülkenin açlığını,
sefaletini gün yüzüne çıkarır. Hollywood filmlerini ve birinci
sinemayı kaynakları israf etmekle hemde olumsuzlukları gizlemekle
suçlayan Rocha, politik sinemanın yosul üretim koşullarını
estetik bir yapıya dönüştürerek kullanması gerektiğini
savunur. Cinema Novo, halkın kendi sefaletini fark etmesini ve
özgürlük mücadelesine katılmasını amaçlayan politik bir
sinemadır.
Glauber Rocha’nın bu ilk
döneme ait filmleri “Barravento (Dönen Rüzgar/1962)” ve “Deus
E O Diabo Na Terra De Sol (Kara Tanrı Beyaz Şeytan/1964)” adlı
filmlerdir.
Bu ilk dönemin diğer önemli
yönetmenleri ise; Carlos Diegues (Ganga Zumba, 1963), Nelson Pereira
Dos Santos (Vidas Secas/Boş Hayatlar, 1963) ve Ruy Guerra’dır (Os
Fuzis/Silahlar, 1964)
Cinema Novo’nun ilk dönemi
1964 askeri darbesi ile son bulur ve 1968 yılına kadar sürecek
olan ikinci dönemi başlar. Bu dönemde halk Cinema Novo’ya olan
güvenini yitirir çünkü akım vaadettiği şeyleri koruyamamıştır
ve bazı eleştirmenler tarafından halktan uzaklaşmakla
suçlanmıştır.
“Cinema Novo'nun ikinci
döneminde, Başkan João Goulart'ın askeri darbe ile görevden
alınması sonrasında Brezilya halkının yaşadığı şaşkınlık
ve acıyı yansıtan filmler yapıldı. Stam ve Johnson (1982: 35),
bu filmleri popülizmin, gelişmeciliğin (developmentalism) ve solcu
entelektüellerin başarısızlığa uğramasının analizi olarak
değerlendirir. Bu dönemde yapılan önemli filmler arasında
Glauber Rocha'nın yönettiği 1967 yılı yapımı "Terra em
Transe" (Kızgın Toprak), Nelson Pereira Dos Santos’un 1968
yılında çektiği “Fome De Amor” ve yönetmenliğini Gustava
Dahl’ın yaptığı yine 1968 yılı yapımı olan “O Bravo
Guerreiro” (Cesur Savaşçı) yer alır.”27
Cinema Novo’nun üçüncü
dönemi ise 1968 ve 1972 yılları arası dönemi kapsar. Bu dönem
çoğunlukla “Yamyamlık (Cannibalism)” ya da “Tropikalizm”
kavramları ile anılır. Bu dönemde yönetmenler geniş halk
kitlelerine ulaşamadıklarını ve popüler sinema ile mücadele
edemediklerini fark ettiler. Kiteler sinemanın konusuydu ancak
seyircisi değildi. Gerçek gücün kitlelere ulaşmaktan geçtiğini
savunan yönetmenler bu dönemde daha popüler filmler ortaya koyarak
daha geniş kitlelere ulaştılar. Joaquim Pedro de Andrade’nin
1969 yılında çektiği “Macunaima” filmi Cinema Novo’nun bu
dönemde çektiği hem kültürel hemde gişe olarak başarılı olan
ilk filmiydi. Bu dönem filmleri baskı altında hem politik
vizyonunu korumak hemde geniş kitlelere ulaşmak için mücadele
vermiştir.
“Stam ve Johnson (1979),
Cinema Novo'nun bu üçüncü dönemini "Yamyamlık (cannibal)
ya da "tropikalist" olarak tanımlarlar. "Tropikalizm",
kitch sanatına, kötü zevke ve cırtlak renklere odaklı bir
harekettir. Stam ve Johnson, “yamyamlığı” hem gerçek
anlamında, hemde metamorfik olarak kastederler. Cinema Novo
yönetmenlerinden Nelson Pereira Dos Santos’un 1971 yılında
çektiği "Como Era Gostoso o Meu Francês" (Benim Küçük
Fransız’ım Pek Lezzetliydi) filminde, "yamyamlığın"
(cannibalism) iki anlamı da mevcuttur. Filmde, filmin kahramanı
gerçek yamyamlar tarafından esir alınır ve yenir. Filmin önermesi
ise şu şekildedir: “Yerliler, yabancı düşmanları tarafından
sömürgeleştirilmemek için, metaforik olarak onları yemelidir.”
Rocha'ya göre "yamyamlık" (cannibalism), sosyal değişimi
başlatmak için gerekli olan şiddetin beyazperdedeki temsilidir”28
Sömürgecinin sömürelinin
farkına varması için şiddetin estetik bir unsur olduğu fikrinin
yaygın olarak kabul gördüğü bu üçüncü dönemin bir diğer
önemli filmi ise Rocha’nın 1968 yılında çektiği “O Dragao
da Maldade Contra o Santo Guerreiro (Kötülüğün Ejderi Savaşçısı
Azize Karşı-Antonio das Mortes)” adlı filmdir ve bu film “Kara
Tanrı Beyaz Şeytan” filminin bir devamı niteliğindedir.
Üçüncü dönemin sonlarına
doğru Cinema Novo yönetmenleri politik baskılar sonucu bir
yaratıcılık sorunu ile yüzleştiler ve birçok yönetmen bu
baskılar sonucundan Brezilya’yı terk ederek Avrupa ülkelerine
gittiler. Yaşanan bu süreç ise Cinema Novo akımının sonunu
getirmiş oldu. Bu dönemde Avrupa’ya giden yönetmenler arasında
Rocha, Guerra ve Diegues en çok dikkat çeken isimlerdir.
Ana akım sinemaya bir tepki
olarak ortaya çıkan ve toplumun kendi sefaletinin farkına
varmasını sağlamak ve devrimci, özgürlükçü bir harekete öncü
olmak amacında olan Cinema Novo bu amaçla yönünü ve kamerasını
kuzeydeki “sertao” adlı kır bölgelerine ve şehirlerde
“favela” adı verilen gecekondu mahallelerine çevirmiştir.
Halkın sefaletinden güç alan Cinema Novo, anti-sömürgeci bir
tavırla üç farklı dönem şeklinde 1960-1972 yılları arasında
varlık göstermiş ve hem Latin Amerika’da hemde dünyada politik
sinemayı etkileyen önemli bir güç olmuştur.
2-2) Dünyada Üçüncü Sinema
1960’lı yıllarda, özellikle
Latin Amerika’da olmakla birlikte, dünyanın birçok ülkesinde
genel olarak “Üçüncü Sinema” olarak adlandırılan ancak
ülkeden ülkeye farklılıklar gösterebilen sinema akımları
ortaya çıkmıştır. Brezilya Cinema Novo’da bunlardan birisi ve
elbette öncülerdendir. Bu sinema akımları çoğunlukla üçüncü
dünya ülkesi olarak anılan ve az gelişmiş, çoğunlukla eski
sömürge olan ülkelerde ortaya çıkmıştır.
Üçüncü Sinema örnekleri
çoğunlukla üçüncü dünya ülkelerinden çıkmakla birlikte ABD
gibi birinci dünya ülkesi olarak sayılan ülkelerde de üçüncü
sinema örneklerine rastlamak mümkündür. Aynı şekilde birinci
sinema olarak anılan endüstri sineması da kendine üçüncü
dünyada yer bulabilir. Hindistan’ın Bollywood’u buna en iyi
örnektir.
Genel olarak birinci, ikinci ve
üçüncü sinemayı tanımlayacak olursak; birinci sinema, Hollywood
gibi endüstri sinemaları için kullanılır. İkinci sinema, Avrupa
sanat sinemasıdır. Üçüncü Sinema ise devrimci, politik
sinemadır.
Üçüncü Sinema kavramı,
Mao’nun “Üç Dünya Teorisi” ve Frantz Fanon’un fikirleri
ile şekillenir, çıkış noktasında bu teorilerden etkilenir. Mao,
üç dünyadan bahseder. Birinci dünya süper güçler (ABD ve
Sovyetler Birliği), ikinci dünya süper güçlerin müttefikleri,
üçüncü dünya ise bağımsızlar. Fanon ise; birinci dünyayı
kapitalist, ikinci dünyayı sosyalist ve üçüncü dünyayı
sömürgeler şeklinde tanımlar. Genel olarak ise; üçüncü dünya
ülkeleri, tarıma dayalı, doğum ve ölüm oranı yüksek, göç
veren, eğitim ve sağlık hizmetleri seviyesi düşük ülkeler
olarak tanımlanır.
Üçüncü Sinema, politik bir
sinemadır. Esasen sinema tamamiyle politik bir aygıttır.
Sovyetler, Naziler gibi ülke ve gruplar tarih boyunca ideolojilerini
yaymak için sinemayı kullanmışlardır. Birinci sinema, Hollywood,
endüstri sineması da politiktir. Varolan düzenin devamını
sağlamaya yönelik filmler üretir. Sistemi eleştirmez, onu
yüceltir. İkinci sinema olarak görülen Yeni Dalga ve Yeni
Gerçekçilik, sistemi eleştirir ancak yinede kapitalist sistemin
içinde varlığını sürdürmeye devam eder. Üçüncü sinema ise
hem eleştiri getirir hem de seyirciyi harekete geçmeye teşvik
eder.
Üçüncü Sinema, önce teori
üretir, ardından teoriyi pratiğe döker ve en sonunda da pratikte
ürettiği filmi seyirci ile buluşturarak toplumu anti emperyalist
mücadeleye davet eder. Seyirciyi harekete geçirmeyi amaçlar.
“Üçüncü Sinemaya göre
sinema seyircisi sadece "seyirci" değildir. Filmler
arasında ara verilmeli seyirci fikrini söylemeli ve film hakkında
düşünmelidir. Üçüncü sinemanin seyircisi eğlenmek için
sinemaya giden seyircilerden farklı olmalıdır. Kendileri de filme
katılmalı filmin unsurları arasında yer almalıdır. Fırınların
Saati bu teorinin en önemli filmidir. Filmde Arjantin'de yaşanan
yeni sömürgecilik anlatılır. Grevlerin şiddetle bastırılması,
askeri darbe, önemli noktaları ele geçirmiş ABD eşgüdümlü
güçler, tüketim çılgınlığını pompalayan kitle iletişim
araçları filmde bolca eleştirilir. Kültürel ve ekonomik
tepkisiyle beraber filmde sinema tarihine de birçok gönderme
bulunur. Avrupa ve ABD dışından çıkan tek sinema teorisi olan
üçüncü sinema, sinemanın var olduğu bütün coğrafyalarda çok
tartışılmış, çok konuşulmuş bir teori oldu. Özellikle
olabildiğince gerçekçi bir sinema olmasıyla zaman içinde Latin
Amerika sinemasının karakteristik bir özelliği haline geldi
(Sivaslioğlu, 2011: 18-19).”29
Devrimci, politik Üçüncü
Sinema kuramının ilk temsilcilerinden birisi elbette Brezilya’da
Cinema Novo’dur. 60’lı yıllarda bu kıtanın öne çıkan diğer
Üçüncü Sinema örnekleriyse Arjantin ve Küba sinemasında
kendini gösterir. Arjantin’de Solanas ve Getino, “Üçüncü
Sinemaya Doğru” adlı manifestolarını yazarak ve “Kızgın
Fırınların Saati” adlı manifestonun pratiğe dökülmüş hali
olan filmi çekerek hem kendi ülkelerinde Üçüncü Sinema’nın
başlangıcını yapmış hemde tüm dünyada kullanılacak olan
akımın adını vermişlerdir. Küba’da ise yönetmen Julio Garcia
Espinosa, “Mükemmel Olmayan Bir Sinema İçin” adlı
manifestosunu yazmıştır ve anti emperyalist mükemmel olmayan bir
sinema amacı gütmüştür. Arjantin Üçüncü Sineması ve Yeni
Küba Sineması’da tıpkı Cinema Novo gibi emperyalizme ve
sömürgeciliğe karşı olan ve halkın bu sömürünün farkına
varmasını sağlayıp devrimci eyleme geçmesini amaçlayan
sinemalardır.
“Yeni İnsan Yeni Sinema
dergisinin Latin Amerika ve Küba’da Belgesel Sinemanın Gelişimine
Kısa Bir Bakış adlı çeviri-incelemesinde, Latin Amerika
sinemasının Üçüncü Sinema bağlamında şekillenme süreci
betimlenmektedir: 1965’ten beri Latin Amerika’da yeni bir sinema
gelişti. Bu sinema en zor koşullar altında bile var olmaya çalıştı
ve gelişimini sürdürdü. Sefaleti gündeme getiren ve bunu yaratan
koşullara karşı verilen mücadeleyi anlatan, kendisini o
mücadelenin içinde gören bir sermayeydi bu. 1960’larla birlikte
bu filmler Kuzey Amerika ve Avrupa izleyicisine ulaşmaya
başladığında alışılagelmiş anlatı kalıplarını zorlayan ve
dünya sinemasında yeni bir avant garde olarak nitelenebilecek
yanlarıyla şaşkınlıkla karşılandılar. Brezilya’da Nelson
Perreira dos Santos ve Glauber Rocha, Küba’da Tomas Gutierez Alea,
Humberto Solas, Julio Garcia Espinosa ve Santiago Alvarez, Şili’de
Miguel Littin, Bolivya’da Jorge Sanjines bunlar arasında en çok
tanınanları (Y.y., Yeni İnsan Yeni Sinema 13. Sayi, 2003: 55).”30
Üçüncü Sinema Kuramı, Latin
Amerika’da ortaya çıkan Cinema Novo, Üçüncü Sinema gibi
akımların ürettikleri filmleri dünyanın farklı ülkelerinde
gösterim şansı bulmalarıyla daha yaygın bir hale gelmiştir.
Üçüncü Sinema örneklerinin kendini gösterdiği bir diğer yer
ise Afrika olmuştur bu dönemde. Aynı Latin Amerika gibi sömürge
toprağı olan Afrika’da Üçüncü Sinema kapsamına giren filmler
üretilmeye başlanmıştır. Bu üretimin öncüsü ise Senegalli
yönetmen, senarist ve yazar Ousmane Sembene’dir.
“Sinema,
Afrika’da bir eğlence biçimi olarak 85 yıldır vardır.
Gösterilen ilk filmler, Avrupa ve Amerika kaynaklı belgesellerdi,
sonrasında bunlara kötü şöhretli Colonial Film Unit’leri (CFU:
Sömürge Film Birimleri) ve “Bantu Sinema Film Projeleri” gibi
kısa ömürlü projelerle yapılan filmler eklendi. Film yapimi ve
dağıtımının sömürgeci yapıları, zorla dayatılan batılı
tarzların güçlenişi, yerli Afrika kültür ve geleneklerinin
sistematik olarak parçalanmasında oynadıkları rol yüzünden
eleştirilmektedir. Yalnızca bir avuç yapımcının Afrika’nın
çıkarlarına uygun modernleşmeyi teşvik etmesine rağmen CFU’nun
rolünü Afrikalı
sinema tarihçisi Manthia Diawara olumsuz terimlerle değerlendirir
(Magombe, 2003: 761).”31
Görüldüğü
gibi sinema icadından sonraki süreçte Afrika kıtasına kısa
sürede gelmiş ancak sömürge güçlerinin kontrolünde ve onların
ideolojisini yaymak için bir propaganda aracı olarak
kullanılmıştır. 1960’larda ise dünyada etkisini hızla
arttıran Üçüncü Sinema örneklerini bu kıtada da göstermiştir
ve Ousmane Sembene, sömürgeciliği, emperyalizmi eleştiren filmler
üretmiştir. Sembene’den
önce girişimler olsada ilk film üretimini Sembene gerçekleştirdiği
için öncü konumundadır. “Arabacı”
ve “Kara Kız” gibi filmleriyle Senagal’de yaşanan Fransız
sömürgeciliğinin etkilerini eleştirmiştir, olumsuzluklarını
yansıtmaya çalışmıştır.
Üçüncü
Sinema hareketlerinin görüldüğü bir diğer ülke ise
Filistin’dir. Filistinli sinemacılar, 1973 yılında “Filistinli
Sinemacılar Manifestosu” adlı manifestolarını yazmışlardır.
Amaçları dayatılan sinema
anlayışına bir karşı duruş gerçekleştirmek ve halkı
bilinçlendirici üretimler yapmaktır. Bu tutumları ile Üçüncü
Sinema kapsamına dahil olurlar.
““Filistin
Sinema Birliği” çatısı altında Filistinli Sinemacilar, Arap
dünyasında, daha önceden rastlanmamış yeni bir sinemanın
inşasına soyunmuş genç sinemacılar
olarak tarihteki yerlerini aldılar. Gerçekleri ve dünyanın
sorunlarını yansıtma amacını güden Filistinli Sinemacılar,
dünyadaki ilerici ve devrimci sinema örgütleriyle ilişkilerini
güçlendirmek gerektiğine inanmaktadırlar (Kutay, Erdoğan:2005).”32
Sonuç
olarak bakıldığında, Cinema Novo’nun öncülerinden birisi
olduğu Üçüncü Sinema kuramı özellikle sömürge ülkelerinde
olmakla birlikte tüm dünyada kendine yer bulmuş. Emperyalizmi,
sömürgeciliği; aynı zamanda mevcut sinema düzeni olan gişe ve
sanat sinemalarını eleştirmiş politik bir sinemadır. Amacı
sadece eleştirmek değil, aynı zamanda bu eleştiri ile birlikte
ezilen, sömürülen toplumları harekete geçirmektir. Mike
Wayne Üçüncü Sinema kapsamına giren filmlerin belirlenebilmesi
için bazı kriterler sunmuştur:
“1- Tarihsellik: Üçüncü
Sinema; tarihi süreç, değişim, çelişki ve mücadele, kısaca
tarihin diyalektiği olarak kavramanın araçlarını geliştirmeye
çalışır.
2- Politikleşme: Üçüncü
Sinema, baskılanan ve sömürülen insanların bu durumun farkına
vardıkları ve bunula ilgili bir şeyler yapmaya karar verdikleri
süreci merkeze koymaktadır. Bu bağlamda; Üçüncü Sinema,
izleyicide politik bilinci uyandırmalıdır.
3- Eleştirel Bağlanma:
Üçüncü Sinema’nın başlıca hedeflerinden biri, izleyicinin
bilişsel ve entelektüel güçlerini harekete geçirmektir. Üçüncü
Sinema anlayışındaki filmler bu amacı taşımalıdır.
4-
Kültürel Özgüllük: Üçüncü Sinema hem kültürel üretimin
özgül anlamında (örneğin şarkı, dans, tiyatro, ritüeller,
sinema, edebiyat) hem de daha genel anlamda (gündelik yaşamın
nüansları) kültüre aşinalığıyla ve yakınlığı ile
tanımlanır. Üçüncü Sinema, kültürün nasıl politik mücadele
alanında bulunduğunu araştırır. (Wayne, 2009).”33
2-3) Türkiye’de Üçüncü Sinema
Üçüncü Sinema, aynı
dönemlerde dünyada olduğu gibi varlığını Türkiye’de de
duyurmuştur. Latin Amerika sinemalarındaki gelişim ve üretim
koşullarına tamamen uymamakla birlikte Türkiye’de de Üçüncü
Sinema kapsamına giren filmler üretilmiştir. Türkiye’de Üçüncü
Sinema denildiğinde akla ilk gelen isimse Yılmaz Güney’dir.
“Türk Sineması’nda
sinemasal anlatım kaygılarını ve buna bağlı olarak ilk üslupsal
olgunlaşmaları 1950’lerle birlikte tiyatronun egemenliğinin
kırılmasının ardından gözlemleriz. Türkiye’de çalışan
kesimin özellikle işçinin, grev, miting gibi demokratik haklarla
tanışması bunun yanı sıra siyasal bir örgüte (TİP)
kavuşmaları ise 1960 sonrasındaki yeni anayasal düzenlemelerle
gerçekleşmiştir. ‘İşçi’nin ele alınışının, onun
ekonomik sorunlarına eğilmenin resmi sansürün olanak tanıdığı
ölçüde gerçekleştiği sinemamızda 1960’lara gelinceye değin
toplumsal sorunlardan söz edildiğinde ‘Üçüncü Dünya
Sinemasi’nın bu yaygın temaları pek akla gelmez. Ancak siyasal
platformdaki gelişmeler; Türk Sinematek Derneği’nin yarı-resmi
yayın organı olarak faaliyetini sürdüren Yeni Sinema dergisinin
Türk Sineması ve diğer az gelişmiş ülkelerdeki sinemasal
üretimi karşılaştırmalı olarak masaya yatırmak amacıyla
düzenlediği, Cahiers du Cinema yazarlarının ve Avrupa
Sineması’ndan yönetmenlerin katıldığı tartışmalarda
yansımalarını bulmaktadır (Güzel, 2001b: 194).”34
1970’lerde Türk Sineması’na
Yılmaz Güney damgasını vurmadan önce; Metin Erksan, Ertem Göreç,
Halit Refiğ, Duygu Sağıroğlu, Ömer Lütfi Akad gibi yönetmenler
toplumcu gerçekçi olarak adlandırılan filmleriyle etki bırakmış
ve Üçüncü Sinema’nın öncüsü, habercisi sayılabilecek
filmler üretmişlerdir. Yılmaz Güney ise “Umut” filmiyle
başlayan ve ölmeden önce çektiği son film olan “Duvar”
filmine kadar geçen süreçte; ezilmiş, hor görülmüş,
ötekileştirilmiş karakterleri beyaz perdeye yansıtarak bir sistem
eleştirisi sunmuştur.
1950’lerin değişen
Türkiye’sinde sinema da bir değişime uğramış ve tiyatro
taklidi filmler yerini toplumcu gerçekçi olarak adlandırılan
filmlerin ilk örneklerine bırakmıştır. Bu döneminde sinemanın
karşılaştığı en büyük sorun uygulanan sansür
politikalarıdır. Sansür uygulamaları ile sınırlamalara maruz
kalan sinemacılar, bu dönemle birlikte politikleşmeye başlamıştır.
1950’lerin değişen, hem siyasi hem de ekonomik olarak,
Türkiye’sinde yönetmenler ve yapımcılar bu değişim döneminde
“Nasıl bir ülke istiyoruz?” sorusuna cevap aramışlardır.
“Türkiye’de Üçüncü
Sinema içinde değerlendirilen filmlerin taşıdıkları ortak
özellikleri belirleyen Şükran Kuyucak Esen (2007) bu kriterleri şu
şekilde sıralamıştır:
1- Anti emperyalist.
2- Ezilenden, sömürülenden
emekçiden ve yoksuldan yana.
3- Egemen sisteme
(kapitalizme), en azından iktidardaki baskıcı yönetime muhalif.
4- Geri bırakılmışlık,
gelişmemişlik ve feodal ilişkiler irdelenip, eleştiriliyor.
5- Konuların işlenişi
“militan” bir yapıda. İzleyicinin rahatsız edilip, harekete
geçirilmesi amaçlanıyor. Hemen, derhal bir şeyler yapmaya, aktif
olmaya çağrılıyor.
6- Çarpıklıkları,
bozuklukları, sömürüyü, geri kalmışlığı, yoksulluğu
belgelemeyi ve sergilemeyi amaçlıyor. Dolayısıyla da
değiştirmeyi.
7- Varolan sinemasal sistem
beğenilmiyor. Yeşilçam, uyutucu, afyonlayıcı, uyuşturucu
bulunuyor. Ona karşi çıkılıyor.
8- Filmin finansmanı, varolan
sinemanın ekonomik yapısı dışında sağlanıyor. Gösterim ve
dağıtım koşulları yaratılmaya çalışılıyor. (Zaten
eleştirel tavrından ve ticari açıdan kârlı olmamasından
dolayı, bu filmleri Yeşilçam da kendi içine almıyor.)
9- İlan edilmiş ya da
edilmemiş bir manifestoları var. Bu manifesto çerçevesinde
hareket ediliyor.
10- Film, belgesel de konulu
da olsa gerçekçi yaklaşımla ele alınıp, gerçekçi sinema dili
kullanılıyor.
11- Yönetmenler senaryolarını
kendileri yazıyorlar. Yani inandıklari filmi çekiyorlar. Filmin
protest – sosyalist – muhalif yapısı, kendi dünya görüşleri
ile çakışıyor. Yaşamdaki duruşları da filmdeki duruşlarıyla
örtüşüyor. Militan ve muhalif. (Esen, 2007: 315-316)”35
Battal Odabaş ise Türkiye’de
Üçüncü Sinema’yı Genç Sinema Hareketi, İşçi Filmleri
Festivali, Gençlik Filmleri Festivali, birlikte hareket eden
kollektif gruplar ve bireysel üretimler çerçevesinde
değerlendirmiştir. Yine Şükran Esen tarafından 1960-2000 yılları
arasında Türkiye’de Üçüncü Sinema ile ilgili çalışmalar
bir liste haline getirilmiştir;
“Türkiye’de Üçüncü
Sinema Şeması:
1. Metin Erksan – (1960)
Gecelerin Ötesi
2. Ertem Göreç (Sen.: Vedat
Türkali) - (1964) Karanlıkta Uyananlar
3. Duygu Sağıroğlu –
(1965) Bitmeyen Yol
4. SİNEMATEK (1965-1980)
5. Ali Habib Özgentürk
- (1966) “Özel Eğitime Hayır” Ankara Yürüyüşü (Kısa Film)
- Bir Kuvvay-i Milliyecinin Hatıraları (Kısa Film)
- Bir İşçinin Öldürülüşü (Kısa Film)
- (1974) Ferhat (Kısa Film)
- (1975) Yasak (Kısa Film)
- (1979) Hazal
- (1981) At
- (1986) Su Da Yanar
6. GENÇ SİNEMACILAR
(1968-1971)
7. Erden Kıral
- (1969) - Kumcu (Kısa Film)
- (1971) - Unutulmuşlar (Kısa Film)
- (1972) - Çalışma Kartı (Kısa Film)
- (1974) - Haşhaş (Kısa Film)
- (1978) - Kanal
- (1979) - Bereketli Topraklar Üzerinde
- (1982) - Hakkari’de Bir Mevsim
- (1987) - Av Zamanı
8. Yılmaz Güney
- (1970) - Umut
- (1974) - Arkadaş
- (1974) – Endişe (Yön.: Şerif Gören)
- (1978) – Sürü (Yön.: Zeki Ökten)
- (1981) - Yol (Yön.: Şerif Gören)
- (1983) - Duvar
9. Yavuz Özkan
- (1978) - Maden
- (1979) - Demiryol
10. Muzaffer Hiçdurmaz (1987)
– Çark
11. Kazim Öz
- (1999) - Ax (Kısa Film)
- (2001) - Fotoğraf
12. Yeşim Ustaoğlu (1998) -
Güneşe Yolculuk
13. Handan İpekçi (2001) -
Büyük Adam Küçük Aşk (Esen, 2007: 352-353)”36
Bahsi geçen film ve yönetmenler
dışında üstünde durulması gereken ve listede yer alan bir
önemli kuruluş ve bir hareket mevcuttur Türkiye Üçüncü
Sineması’nda. Bunlar “Türk Sinematek Derneği” ve “Genç
Sinemacılar” hareketidir.
“Türk
Sinematek Derneği 25 Ağustos 1965’te Onat Kutlar tarafından
kurulmuş ve kapatıldığı 12 Eylül 1980 tarihine kadar
faaliyetini sürdürmüştür. Bu dernek Avrupa'daki benzerleri gibi
bir 'film koruma' işlevi yapamamış olsa da, Avrupa ülkelerinin
sinematekleri ile kurulan yakın işbirliği sayesinde mükemmel bir
sinema kulübü gibi çalışmış, ticari gösterime çıkma şansı
çok az olan sayısız film, dernek bünyesinde yapılan gösterimler
ile sinemaseverlere tanıtılmıştır. Bu gösterimler ilk önce Mis
Sokakta, sonra Şişli Sıracevizler'deki Kervan sinemasında ve daha
sonra çok uzun bir zaman için Sıraselviler'deki Sinematek
salonunda yapılmıştır. Gösterimlerinin yanı sıra sinemayla
ilgili paneller, açık oturumlar düzenlenmiş, birçok yabancı
sinemacı konuk olarak davet edilmiştir.”37
Film
gösterimleri dışında Sinematek, 1 Mart 1966’da “Yeni Sinema”
dergisini yayına sokmuştur ve 1
Haziran 1970 tarihine kadar dergi yayın hayatını sürdürmüştür.
Bu dönemde Türk sinema seyircisi Sinematek sayesinde gişede izleme
şansı
bulamadığı Yeni Dalga filmleri gibi Avrupa Sanat Sineması
filmlerine ve Üçüncü Sinema filmlerine Sinematek sayesinde
ulaşırken; aynı zamanda yine Yeni Sinema dergisi sayesinde dünya
sinemasındaki gelişmeleri takip etme fırsatı bulmuştur. Türk
yapımcı, yönetmen ve izleyici Sinematek bünyesinde Üçüncü
Sinema akımından bu şekilde haberdar olmayı başarmıştır.
Türkiye’de
Üçüncü Sinema için önemli olan Genç Sinemacılar ise 1968
yılında oluşmuştur.
“Bildirisinde
ve Genç Sinema Dergisi’nde ve özellikle kısa süren hayatında
bu çıkışınn
temel olarak üç vurgusu vardı:
Türkiye’de ilk sinema gösterilerinin saray denetiminde, film
çekiminin de ordu bünyesinde başladığını.
Ve sonra 1939 Mussolini yasalarıyla
birlikte yürürlüğe giren sansür tüzüğünün, savaş ve tek
parti koşullarıyla
bu sürece eşlik ettiğini düşünecek olursak Yeşilçam’ı
kuşatan ideolojik iklimi de kavramak mümkün olacaktır.
İşte Genç Sinema böylesi bir ortamdan sivil anlamda kopuş
eğilimini taşıyordu.
İkincisi, kisa film ve belgesellerle yola çıkan
bir hareketti. Üçüncüsü ise ilk kez, bir hareket olmasının
gerekli kıldığı
kolektif ruha sahipti (Riza, 2003: 48).”38
Genç
Sinemacıların en temel hedefi ürettikleri yapıtları geniş halk
kitlelerine ulaştırabilmektir.
Halka
ulaşmadığı sürece ortaya atılan fikrin hiçbir değeri
olmayacaktır. Yeşilçam’ı
afyon sineması olarak tanımlayan Genç Sinemacılar, üretici, işçi
sınıfının asıl ihtiyacının kendini, kendi sorunlarını beyaz
perdede görmek olduğu düşüncesini savunmaktadırlar. Devrimci,
yeni bir sinema kurulması hayalini taşıyan Genç Sinemacılar,
uzun metrajı karşılayacak bütçeleri olmadığından, üstlerine
düşen görevi yerine getirebilmek için kısa filmler çekme yolunu
izlemişlerdir. Genç Sinemacılar, kısa film ve belgesel sinema
özelliklerini kullanarak dünya sinema gelişmelerinin ve
deneyimlerinin bilgilerini ülke sinemasına aktarmayı
amaçlamışlardır. Genç Sinemacıların en büyük hatalarından
biri ise Yeşilçam’a yapıcı eleştiriler yöneltmek yerine onu
tamamen reddetmesidir.
Sonuç olarak ise bu hareket çok uzun ömürlü olmamış ve
kuruluşundan üç yıl sonra 1971’de dağılmıştır.
Sonuç
olarak baktığımızda; Latin Amerika’da 1960’ların başında
ortaya çıkan politik sinema hareketleri çok da geç olmayan bir
dönemde, 1960’ların sonlarına doğru Türkiye’ye ulaşmış ve
özellikle 1970’lerde üretilen Yılmaz Güney filmleri Üçüncü
Sinema bünyesine girecek özellikler göstermiştir. Yılmaz Güney
dışında, Genç Sinemacılar gibi oluşumlar, Sinematek gibi
kuruluşlar, film festivalleri ve bireysel girişimlerle birlikte
Üçüncü Sinema etkisini günümüz Türk Sineması’na kadar
sürdürmüştür.
2-4) Cinema Novo Sonrası Brezilya Sineması
Cinema Novo sonrası dönemde,
1970’li yıllarda yaşanan petrol krizi, ekonomik sıkıntılar ve
askeri yönetimin baskı ve sansürü sonucu aynı dönemlerde
dünyanın birçok ülkesindeki benzerleri gibi Brezilya sinemasında
“Pornochanchada” adıyla erotik filmler dönemi başlamıştır.
1980’li yıllarda tekrar sivil
yönetimlerin başa gelmesi ile birlikte sinema üstündeki baskı ve
sansür kaldırılmıştır. 1990’lı yıllara gelindiğinde ise
Brezilya sineması, Cinema Novo dönemi başarılarına dönüş
sinyalleri vermeye başlamıştır. “Fabio Barreto’nun
yönettiği O Quatrilbo 1995 yılında En İyi Yabancı Film dalında
Oscar’a aday oluyordu.”39
90’lı yılların bir diğer önemli filmi ise Walter Salles’in
1998 yılı yapımı olan “Central do Brasil (Merkez İstasyonu)”
filmidir. Oscar adaylığı dışında birçok festivalden 38 ödül
alan film böylece Brezilya ve dünya sinemasının unutulmazları
arasına girmeyi de başarmıştır.
2000’li yıllara gelindiğinde
ise film dilini iyice geliştiren Brezilya sineması birçok filmi
ile farklı festivallerde ödüle layık görülmüştür. 2002
yapımı “Cidade de Deus/Tanrı Kent” filmi 4 dalda Oscar’a
aday olurken aynı zamandan birçok festivalde toplam 65 tane ödül
kazanmıştır.
Sonuç olarak Brezilya Sineması
1896 yılındaki ilk gösterimden günümüze kadar çok farklı
süreçlerden geçerek şimdiki şeklini almıştır. İlk yıllarda
ana akım sinema ve Hollywood için bir pazar işlevi görürken
60’lı yıllar ile birlikte anti-sömürgeci politik bir sinemanın
doğum yeri olmuş. Cinema Novo sonrasında erotik filmler evresinde
bocalarken demokrasinin tekrar güç kazanması ile sinema da güç
kazanmış ve dünya çapında festivallerden ödüllerle dönen ve
güçlü bir anlatım dili olan bir sinema ortaya çıkmıştır.
3) Rio de Janeiro ve Favela Kültürü
“Modern
dünyanın vahşi ormanları: Favelalar!”
Rio de Janeiro, Sao Paulo’dan
sonra ülkenin en büyük ikinci şehridir ve Brezilya’nın 26
eyaletinden birinin de başkentidir. Rio de Janeiro aynı adlı
Brezilya eyaletinin başkentidir.
Rio, 1500 yılında Brezilya’nın
Portekizliler tarafından keşfinden 2 yıl sonra Ocak 1502 yılında
Portekizli kaşif Gaspar de Lemos tarafından keşfedilmiş ve ismi
de bu kaşif tarafından verilmiştir. Şehrin ismi “Ocak Nehri”
anlamına gelmektedir.
Şehir turistik açıdan
Brezilya ekonomisi için çok önemli ve dünyaya mal olmuş bir
yerleşim yeridir. Bir çok önemli yapı ve etkinlik şehrin bu
yapısına değer katmaktadır. Bunlar içinde en önemlileri;
“Kurtarıcı İsa Heykeli”, “Rio Karnavalı”, “Guanabara
Körfezi”, “Kesmeşeker Dağı”, “Floresta da Tijuca Şehir
Ormanı”, “Maracana Stadı” ve “Copacabana Sahili” olarak
sıralanabilir. Sayılan bu yerler ve ve karnaval ile birlikte Rio
dünyanın birçok ülkesinden insanlar için çok cazip bir doğal
tatil bölgesidir.
Kurtarıcı İsa Heykeli, 2007
yılında dünyanın yeni yedi harikasından birisi olarak
belirlenmiştir. Brezilya’nın kurtuluşunun yüzüncü yıl
kutlamaları için inşa edilen heykel 1931 yılında açılmıştır.
30 metre yüksekliğindeki heykel “Corcovado Dağı” olarak
adlandırılan dağın üzerinden Rio’yu izlemektedir ve hem
heykelin simgelediği inanç hemde konumlandırılıdığı yer din
faktörünün Brezilya toplumunda ne kadar kuvvetli olduğunu bize
göstermektedir.
Şehrin bir diğer turistik
özelliği ise karnaval. Rio Karnavalı her yıl hem ülke içinden
hem de yurtdışından binlerce insanı Rio’ya çekiyor.
“Guinness Rekorlar Kitabı’na
göre, şehrin bu en ünlü partisi, 2004 yılında 400.000 yabancı
turist çekerek dünyanın en büyük karnaval partisi oldu.
Dışarıdan gelen ziyaretçilerden ayrı olarak, her yıl 5 milyon
insan Rio caddelerine akın ediyor ve samba gruplarının düzenlediği
“blocos” adı verilen sokak partilerine katılıyor.”40
Bir
diğer önemli doğal güzellik ise Guanabara Körfezi. “Bu
dev körfezin çevresinde 15 şehir yer alır ve 412 kilometrelik
yüzeyi, 53 plajı ve yüzün üzerindeki adasıyla ülkenin en büyük
ikinci körfezidir.”41
Kurtarıcı İsa Heykeli, Kesmeşer Dağı ve Copacabana Sahili gibi
alanların arka planını hep bu körfez oluşturur.
Rio’yu
doğal bir cazibe merkezine çeviren bir diğer özelliği ise
dünyanın en büyük şehir ormanı olan Floresta
da Tijuca Şehir Ormanı’na
sahip olmasıdır.
“Bu
33 kilometrelik koruma alanı, 19. yüzyılın sonunda Brezilya
imparatoru II. Pedro’nun emriyle yapılan ağaçlandırma
çalışmalarıyla oluşmuştur. Fikrin arkasında yatan neden, şehri
çevreleyen tepelerdeki erozyonun önlenmesi amacıyla, kahve
yetiştirme alanları nedeniyle zarar gören bölgeyi onarmaktı.
Rio’nun turistik yerlerinden önemli bir bölümü Tijuca
Ormanı’nın içinde yer alır: Botanik Bahçesi, Parque Lage ve
Corcovado Dağı bunlardan bazılarıdır.”42
Rio
ile ilgili bir diğer önemli bilgi ise bir zamanlar Avrupa kıtası
dışında bulunan tek Avrupa başkenti olmasıdır. Napolyon’un
İber Yarımadası’nı işgali üzerine Portekiz kralı VI. Joao
1808 yılında ülke başkentini Rio’ya taşıdı ve 1821 yılına
kadar ülkeyi buradan idare etti. 1821 yılında kral Portekiz’e
geri dönüş yapsada oğlu prens Pedro burada kaldı ve 1822 yılında
ülkenin bağımsızlığını ilan ederek Brezilya’nın ilk kralı
oldu. Böylece Rio’da Brezilya’nın başkenti oldu. Sonraki
dönemlerde de başkent ünvanını koruyan şehir 1956-1960 yılları
arasında Brasillia/Brasil
şehrinin inşa edilmesi ile birlikte bu unvanını kaybetti.
Her
ne kadar artık başkent olarak anılmasa bile doğal güzellikleri,
mimari yapıları ve karnavalı ile Rio hala ülkenin dünya çapında
en ünlü şehirlerinden birisi ve her yıl binlerce turistin uğrak
noktaları arasında yerini koruyor. Denizi, sahilleri, doğası ve
kültürü ile yabancılar (turistler) için egzotik bir cennet bu
şehir ama elbette bundan çok daha fazlası var.
3-1) Favela Kültürü
Her
ne kadar Rio de Janeiro doğal güzellikleri ve kültürel
etkinlikleri ile bir turizm merkezi olarak işlev görse ve sahil
bölgesinde modern bir şehir izlenimi uyandırsada; sahilden
uzaklaşıp tepelere doğru ilerledikçe karşımıza “Favela”
olarak adlandırılan gecekondu mahalleleri çıkar. Rio’da
yaklaşık olarak 1000 tane favela vardır ve şehir
nüfusunun önemli bir kesimi, neredeyse
1/3’ü,
bu bölgelerde ikamet etmektedir. Bir
bölgede 50’den fazla evin birarada bulunması o bölgenin bir
favela olarak adlandırılması için yeterlidir.
“Brezilya’da
“favela” adı verilen (shantytowns veya slums) “gecekondu”
bölgeleri ilk olarak 19. yüzyılda
şehirdeki evlere gücü yetmeyen eski köleler ve askerler
tarafından kurulmaya başlanılır. Ancak favelaların asıl
yaygınlaşması 1940’lardan sonra Brezilyalıların kırsaldan
şehirlere iş bulmak için göç etmesiyle ortaya çıkacaktır...Bu
favelaların temel özelliği sağlık, barınma, eğlenme ve hoşça
vakit geçirme hususlarındaki yapısal yetersizliklerle,
her an karşılaşılabilecek olan saldırı veya çeşitli suçların
ve bunları işleyen suçluların oluşturduğu güvenliksiz
ortamdır.”43
Favelaların
konumlandığı bölgelere baktığımızda ise; çok nadir olarak
deniz kıyısında ve düz arazilerde de konumlanmakla beraber;
çoğunlukla dik yamaçlara inşa edilen yerleşim bölgeleridir.
Bunun temel sebebi ise; favelaların ilk defa oluşmaya başladığı
yıllarda insanların çoğunlukla favela bölgesine dönüşen bu
dik yamaçları umursamamaları ve bu bölgelere değer
vermemeleridir.
Favelaların
Rio’da konumlandıkları yer bir başka açıdan daha ilginçtir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi şehrin sahil bölgesinde modern
görünümlü bir kent bulunmaktadır. Apartmanlarıyla, otelleriyle,
yollarıyla tam olarak günümüz dünyasının modern kentlerine bir
örnektir bu bölge. Daha önce belirttiğimiz bir diğer ayrıntı
ise sahilden uzaklaştıkça Rio de Janeiro’yu saran orman arazisi
ve doğadır. Görüldüğü üzere Rio favelaları konumlandıkları
yer itibariyle modernizm ve doğanın sınırındadır. Modern kentin
ya da doğanın nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan bir
noktada büyüyen favelalar adeta modern dünyanın ormanları
konumuna gelmiştir. İnsanların
hayatta kalabilmek için sürekli mücadele halinde olduğu, güçlünün
güçsüzü ezdiği acımasız bir alandır burası ama bu tamamen
kötü olduğu anlamına gelmez. Sadece zor, yoksul ve sistemin
dışına itilmiş alanlardır favelalar. Uyuşturucu tacirleri, çete
savaşları ve polis baskınları arasında yaşamak zorunda kalan
favela sakinleri bu ormanda, vahşi hayvanlarla mücadele etmek
zorunda bırakılmış ve tek dertleri sadece hayatta kalmak olan,
ekonomik olarak güçsüz bir toplumdur.
Favelalar
ile ilgili bir diğer önemli sorun ise; bu bölgede yaşayanların
ikinci sınıf insan muamelesi görmesi. “Favelado” yani
gecekondulu olarak anılan bu insanlar çoğunlukla cahil, görgüsüz
ve her an suç işleyebilecek kişiler olarak görülürler ve
özellikle iş bulma gibi durumlarda bu durum favela sakinleri için
bir sorun oluşturduğundan yaşadıkları yeri gizleme ihtiyacı
hissedebilirler. Ancak bu durum 1990’lı yıllar ile birlikte bir
değişim göstermeye başlamış
ve
“Favelado” terimi kabullenilen, sahip çıkılan bir kimliğe
dönüşmüştür.
“Favela’da
yaşamak zorunda kalmak bir bakıma şehrin ve ülkenin sosyal ve
kültürel hareketliliği veya akışı dışında kalmakla eş
anlamlı gibidir. Küçücük ve dar bir alanda inanılmaz bir nüfus
yoğunluğu ve bu nüfusun ayakta kalabilmek için verdiği ve müthiş
bir yaşam mücadelesidir söz konusu olan. Favela’da yaşamak iş
ve
eğitim olanakları bakımından daha aza ve doğrudan ikinci sınıf
bir insan olarak aşağılanmayı dışarda tutulmayı da beraberinde
getiriyor olmalıdır. Belki daha da kötüsü favelada hayatı
kontrol altında tutan ve uyuşturucu trafiğini ve buna bağlı
ekonomiyi yöneten mafya çetelerinin kendi aralarında ve polis
arasında hiç bitmeyen çatışmaların içinde ve tam merkezinde
yaşamak zorunda kalmak, her an bir serseri kurşunun kurbanı olmaya
hazır olmaktır. Favelaya hakim olan uyuşturucu çetesinin yerine
geçebilmek için uğraşan veya kazançtan pay almaya yahut payını
arttırmaya çalışan başka çetelerin birbirleriyle nerdeyse daimi
ve çoğu kez silahlı bir mücadelesi vardır.”44
Rio
de Janeiro’nun ve favelaların en önemli sorunu olan uyuşturucu
ticareti 1970’li yıllar itibariyle hız kazanmış ve önemli bir
soruna dönüşmüştür.
Uyuşturucu ticaretinin favelalarda güç kazanmasının arkasındaki
en temel etken ise işsizliktir. Favelalarda işsizlik her zaman
diğer bölgelere göre daha yüksek rakamlarla seyreder. Örneğin
2000 yılında Rio’da işsizlik oranı %5.4 oranındayken bu durum
favelalar için %12.3 oranındadır. Favelalardaki bu sorun
uyuşturucu ticaretinin daha kolay yayılmasında önemli bir
etkendir. Diğer önemli etken ise uluslar arası uyuşturucu
kartellerinin dünya ülkelerine kokain sevkiyatı yapmak için yeni
geçiş güzergahları aramaları ve birçok diğer Brezilya sahil
kenti
gibi Rio’yu da bir geçiş
noktası ve pazar
alanı olarak kullanmalarıdır. Bu durum beraberinde Rio kenti için
polislerin favelalara uyuşturucu baskınları yaptığı, uyşturucu
çetelerinin birbirleriyle çatıştığı ve ölümlerin yaşandığı
bir dönemi başlatır. 1980-2000 yılları arasında BM’nin
kayıtlarına göre 50.000 kişi bu çatışmalar arasında hayatını
kaybetmiştir.
Favelaları
kontrol eden uyuşturucu çeteleri silah taşımaktadır ve yeri
geldiğinde hem diğer çetelerle hemde polisle çatışmaktadırlar
ve bu durum çete üyesi olmayan favela sakinlerinin de kaza
kurşunları ile yaralanmalarına ya da daha kötüsü ölmelerine
sebep olmaktadır.
Rio’nun
en büyük favelalarından birisi ise “Rocinha” favelasıdır.
Toplamda 21 mahalleden oluşan bu büyük favela kentin zengin
bölgelerine yakınlığı ile de dikkat çekmektedir.
“Bir
çok favelanın tam tersine, Rocinha pek çok bakımdan son derece
aktif bir faveladır. Ortasından birkaç yol geçmekte, otobüs ve
“motortaksi” adı verilen motorsikletlerle hemen her yerine
ulaşılabilmektedir. Dağın yamacına yaslanmış bölümüneyse
birkaç hattın eklenmesiyle aşağıdan yukarıya bütün dağın
yamaç bölgesine belediye tarafından yerleşimin yan tarafından da
olsa ulaşımı sağlayabilecek ücretsiz bir asansör yapılmıştır.
Bu bölgeye yegane ulaşım yolu olan bu asansör hattının
duraklarının önünde işportacılar yer alır. Favela içinde
özellikle de yamaçtan ziyade düzlük arazide irili ufaklı pek çok
iş yeri ve pazar vardır. Burada yaşayanlar favela dışına
çıkmaksızın her türlü ihtiyaçlarını karşılayabilirler.
Süpermarketler, butikler, eczaneler, manifaturacılar, kuyumculardan
gözlükçülere kadar hemen her türlü esnaf ve farklı kültürlerin
mutfağına göre işletilen restoranlar ve favela’da nerdeyse
daimi açık barlar vardır. Favela sokakları her bakımdan işlevsel
kamu alanlarıdır. Evlerin küçüklüğü hele hele barındırdıkları
devasa nüfusa oranla darlıkları sokakları normal şehirlerde pek
görülemeyen bir varlık alanına çevirmiş ve ona çoklu
fonksiyonlar yüklemiştir. Nitekim gece-gündüz daima sokaklarda
oturan, gülen, konuşan, oynayan, müzik yapan, dans eden, eğlenen
hatta yeri olmadığı için yatan, uyuyan insanlar görülür.”45
Favelaların
bu karmaşık, kaotik ve kültürel yapısından çıkan en önemli
unsurlardan biri ise “samba” ve dünyaya mal olmuş meşhur Rio
Karnavalı’dır. Karnavalda
gösteri düzenleyen samba okullarının büyük bir çoğunluğu
favelalarda kurulan okullardır. Çocukları,
gençleri uyuşturucu ve illegal işlerden uzak tutup, onlara bir
eğitim, yeni bir amaç vermek hedefinde olan bu okullar dans ve
müziği favela kültürünün en önemli parçaları haline
getirirken aynı zamanda bu kültürü Brezilya kültürüne
de entegre etmektedirler. Rio Karnavalı’nın dünya çapında üne
kavuşmasında ve her yıl binlerce turisti ülkeye çekmesinde
favela kültürünün reddedilemez bir payı vardır.
Önceleri
favelalara yerleşen “Afro-Brezilyalılar” tarafından Afrikalı
köklerinden, geleneklerinden oluşan ve bir çeşit kendini ifade
etmek şekli olan samba; zamanla toplumu eğiten, birleştiren ve
seslerini duyurmak için kullandıkları politik bir araca
dönüşmüştür ve bu aracın en etkin kullanım şeklini bize her
yıl düzenlenen Rio Karnavalı ve benzerlerinde göstermektedirler.
Karnaval sadece bir eğlence etkinliği olmaktan çok; favelaların
adeta biz buradayız dediği ve kendini sadece Brezilya’ya değil
tüm dünyaya hatırlattığı ve tanıttığı bir etkinlik
haline dönüşmüştür.
UNESCO
tarafından favelalar ile ilgili 2012 yılında yapılan bir çalışma
gösteriyorki; favelalarda yaşayan kesim kendini favela sınırları
içinde daha güvende hissediyor. Favela dışına çıktığında
güvensizlik, dışlanmışlık, aşağılanma ve yabancılaşma
duyguları baş gösteriyor. Favela dışındakilere karşı oluşan
bu güvensizlik durumu ve onları yabancı olarak görme beraberinde
aynı ülkede, aynı şehirde fakat sadece kentin farklı
bölgelerinde yaşayan insanların birbirine yabancılaşması
sorununu getiriyor. Yabancılaşma ise beraberinde çatışmayı ve
dışlamayı getiriyor.
“Öyle
görülüyor ki yerel ve genel Rio ve Brezilya hükümetleri işaret
ettiğimiz gerçeklerin farkındadır. Bir yandan geçtiğimiz
yıllarda olduğu gibi favelalarda yaşayan insanların daha normal,
uygar veya şehirli bir yaşam sürebilmeleri için genel bütçelerden
buralara sosyal-kültürel yatırımlara yönelik ciddi paylar
ayırılmaktadır. Meselâ Rocinha favelasına geçtiğimiz yıl
“Programa de Aceleraçáo do Cresimento” (PAC) adlı kurum
tarafından yeni bir sağlık ocağı, yüzme havuzu, üst geçitler
ve evlerde iyileştirmeler yapmak üzere 65 milyon Euro gibi büyük
bir meblağın ayrılması örnek olarak verilebilir.”46
Yerel
Rio ve
genel
Brezilya hükümetlerinin
favela bölgelerine yatırım yapmalarının ve buralardaki yaşam
standartlarını yükseltmeye çalışmalarının bazı temel
sebepleri vardır. Bunlardan ilki kentsel dönüşüm projeleri ile
favela bölgelerini ve favela kültürünü tamamen yok etmek yerine
iyileştirmeler yoluyla bu kültürü korumak istemeleridir. İkinci
ve daha önemli neden ise son yıllarda popülerliği artan “Favela
Turizmi” sürecidir. Turizm şirketlerinin dünyanın çeşitli
ülkelerinin yoksul gecekondu mahallelerine turlar düzenlemesi ile
gelişen bu akımdan Rio’da etkilenmiş ve zaten bir turizm kenti
olan Rio için favelalar turistik yönü sayesinde daha değerli
alanlara dönüşmüştür.
Favelaları
turizme açık hale getirebilmek için altyapı çalışmalarından
yol çalışmalarına, sosyal etkinlik alanlarından kanalizyon
çalışmalarına kadar çok farklı alanlara yatırımlar yapılarak
mahallelerin yaşam standartlarında iyileştirmeler yapılmıştır.
Böylelikle turizm yoluyla Rio ekonomik yönden kazanç sağlayacak
bir hale gelirken; diğer yandan da favelalar yapılan altyapı
çalışmaları ile hem yok olmaktan kurtulup hemde yaşam kalitesini
arttırma şansı bulmuştur.
Görülüyorki,
4-5 kuşaktır devam eden olumsuz koşullar, uyuşturucu ticareti,
çete savaşları, polis baskınları ve ölümler son yıllarda
zincirleme bir şekilde daha iyiye doğru ilerliyor. Öncelikle samba
okulları, dans ve müzikle birlikte genç nüfusun çetelerin eline
geçmesinin önüne geçilmeye çalışılırken ve bu gençler
eğitilip daha iyi bir amaç edinmeleri sağlanırken; bu samba
okullarının Rio Karnavalı’ndaki başarıları ile karnavalı çok
daha renkli, çok daha başarılı bir hale getirerek varlıklarını
tüm dünyaya hatırlatmaları, favela kültürünü tanıtmaları
ile çok büyük bir politik güce dönüşmeleri; böylelikle
yabancı turistlerin
de
favela kültürüne ve favelalara karşı yoğun bir ilginin uyanması
ve yerel ve genel yönetimlerin bu durumu bir ekonomik kazanç yolu
olarak görmeleri ve
böylelikle hem favela bölgelerindeki yaşam koşullarını
iyileştirirken hemde bu kültürün yok olmasını engellemeleri bu
zincirin halkalarını oluşturmakta ve peşpeşe sıralanmaktadır.
Bölgelerde
uygulamaya konulacak projeler ve yapılacak iyileştirmeler için
bazı temel amaçlar belirlenmiştir;
- “Su ve kanalizasyon sistemlerinin yenilenmesi
- Şehir içi yolların yapımı
- Kreş, eğlence ve spor alanlarının inşası
- Yüksek heyelan riski olan bölgelerde yaşayan halkın farklı bir yere taşınması
- Şehir içindeki akarsuların kapalı hale getirilmesi
- Temizlik, inşaat işleri ve konfeksiyonlar gibi kooperatifler oluşturarak istihdam alanı oluşturulması
- Eğitimin iyileştirilmesi için kursların açılması
- Halkın kredi karşılığında ev sahibi olunmasının sağlanması
- Sosyal problemlerin giderilmesi
- Bölgede yaşayan halkın yaşam seviyesinin yükseltilmesi
- Çöplerin toplanarak çevre kirliliğinin ortadan kaldırılması
- Halk meydanlarının oluşturulması
Rio
Kenti için 600 milyon dolarlık harcama yapılmıştır. Bu miktar
sadece kamusal kaynaklardan oluşmamaktadır fakat merkezi yönetim
bütçesinden 2014 ve 2015 yılları için 315.130.000 TL’lik bir
ödenek uygun görülmüştür”47
İyileştirme
ya da kentsel dönüşüm çalışmaları yerel yönetim/kamu ve
yerel halk işbirliği ile gerçekleşmiştir. Yerel yönetim kamusal
alanların ve altyapı çalışmalarının yapımından sorumlu
olurken halkın da kendi evlerinin inşaatından sorumlu olmasını
ve bu amaçla bankalardan kredi alarak ya da kendi paralarıyla
evlerinde gerekli iyileştirmeleri yapmalarını istemiştir.
“Proje
üç farklı aşamadan oluşmaktadır. İlk aşama 1994-1998 yılları
arasında gerçekleştirilmiş ve bu aşamada 300 milyon dolarlık
yatırım yapılmıştır. Bu ilk aşamada 62 yerleşim alanı
yenilenmiştir ve 250.000 kişinin ihtiyacı karşılanmıştır.
1998-2005 yıllarını kapsayan ikinci aşamada ise yine 300 milyon
dolarlık bir yatırım daha gerçekleştirilmiş ve 106 yerleşim
alanı yenilenmiştir. İkinci aşamada ise 350.000 kişinin ihtiyacı
karşılanmıştır. Programın son aşaması tamamlandığı zaman
gecekondu bölgelerinde yaşayan bir milyon insanın yaşam kalitesi
yükselecek ve ihtiyaçları karşılanacaktır.”48
Sonuç
olarak görülüyorki, temelleri köleliğin kaldırıldığı 1888
yılına kadar dayanan favelalar, yüzyılı aşan bu süre
içerisinde kendine has melez
bir
kültür oluşturmayı başarmış. Özellikle kırdan kente göçün
artması, sanayileşme ve kentleşme ile birlikte büyük şehirlerde
ekonomik durumu yetersiz olan bireylerin ve toplulukların yerleşim
yeri olarak seçtiği favelalar, zamanla uyuşturucu kartellerinin
pazar alanlarına dönüşmüş ve özellikle işsizlik sorunlarıyla
yüzleşen gençlerin bu uyuşturucu ticaretine dahil olmasına ve
çeteleşmesine sebep olmuştur. Çete
savaşları, polis baskınları, işsizlik, yoksulluk, sefalet, çevre
kirliliği, altyapı yetersizliği ve daha birçok olumsuzlukla
mücadele eden favelalar çözümü de yine kendi içinde üretmiş
ve Afrikalı köklerinin bir ürünü olan sambayı
araçsallaştırmıştır. Dansı ve müziği politik bir araca
dönüştüren favelalar, en ünlüsü Rio Karnavalı olan çeşitli
karnavallar yoluyla kendilerini ve kültürlerini tanıtma;
varlıklarını hem dünyaya hem de kendi hükümetlerine hatırlatma
şansını yakalamışlardır. Böylelikle dünyanın ilgisini çeken
favelalar hem kültürlerini korumayı başarmışlar hemde yaşam
standartlarının iyileştirilmesini sağlamışlardır.
4) Rio ve Favelalar ile İlgili Seçilen Filmlerin İncelenmesi
4-1) Favela Rising
● Yönetmen:
Matt Mochary, Jeff Zimbalist
● Senaryo:
Jeff Zimbalist
● Oyuncular:
Andre Luis, Azevedo, Jose Junior, Michele Moraes
● Tür:
Belgesel
● Vizyon
Tarihi: 2005
●
Süre:
1 saat 20 dakika
bu baronların emri altında bulunan silahlı çeteler ve polis arasında yaşanan çatışmaların sonu genellikle ölüm ile bitiyor. Uyuşturucu baronları için askere dönüşen ve sonunda ölümle yüzleşen bu insanlar çoğunlukla 14-25 yaş arası gençlerden oluşuyor.
Filmin
değindiği bir diğer konu ise; farklı çetelerin kontrolünde olan
favelalar arasında geçişin çok zor olması durumu. Favela
sakinleri çete savaşları sebebiyle komşu favelada yaşayan
akrabalarını bile görmeye gidemiyor. Filmden elde edilen rakamlara
göre 1987-2001 yılları arasında Brezilya’da genç nüfusa
giren 3937 kişi çete savaşları sebebiyle hayatını kaybetmiştir.
Bir
diğer tarafta ise polis şiddeti konusu vardır. Favelalara yapılan
ani baskınlar sonucu çete üyeleri dışında, sıradan halk da
polis kurşununa maruz kalabilmektedir. Anderson Sa da bu kişilerden
biridir. Ayrıca polisin rüşvet aldığına ve favelalarda
gerçekleşen uyuşturucu ticaretine göz yumduğu savunulmakta ve bu
durum çeşitli görüntüler ile desteklenmektedir.
Film,
yoksulluk, uyuşturucu, çete savaşları ve polis baskınları gibi
birçok olumsuzluğa değindikten sonra ise çıkış yolu olarak
ortaya çıkan “Afro Reggae” akımına odaklanıyor. Eski bir
çete üyesi olan Anderson Sa ve arkadaşlarının başlattığı
hareket ile amaçlanan favelaların Afrikalı köklerinden gelen
kültürlerini kullanarak genç nüfusu uyuşturucu çetelerinin
uzaklaştırıp müziğe yönlendirmektir. Öncelikle tek bir
favelada başlayan hareket daha sonra komşu favelalara da yayılarak
büyür ve çeşitli alanlarda genç nüfus için müzik okulları
açılır ve bu genç insanlar o okullara yönlendirilmeye çalışılır.
Favela
Rising filmi, önceki bölümlerde bahsettiğimiz favela kültürünün
daha iyi anlaşılmasında faydalı olabilecek bir belgesel filmdir.
Ayrıca yapısı ile Üçüncü Sinema kapsamına da girebilmektedir.
Yine bu film sayesinde önceki bölümlerde bahsi geçen okulların
kuruluş serüvenini yansıtması açısından da önemlidir.
Sonuç
olarak ise; Favela Rising, sorunları yansıtan, sorunlarla mücadele
için kullanılan bir yolu gösteren ancak mevcut sorunlar için
kesin bir çözüm önerisi getirmeyen bir filmdir.
4-2) Cidade de Deus/Tanrı Kent ve Cidade dos Homens/City of Men
● Yönetmen:
Fernando Meirelles
●
Senaryo:
Paulo Lins (roman), Braulio Mantovani
●
Oyuncular:
Alexandre Rodrigues, Leandro Firmino,Matheus Nachtergaele
●
Tür:
Suç, Dram
●
Vizyon
Tarihi: 2002
● Süre:
2 saat 10 dakika
●
Yönetmen:
Paulo Morelli
●
Senaryo:
Elena Soarez, Roberto Moreira
●
Oyuncular:
Douglas Silva, Darlan Cunha, Jonathan Haagensen
●
Tür:
Suç, Dram
●
Vizyon
Tarihi: 2007
● Süre:
1 saat 46 dakika
İlk
film olan Tanrı Kent, ana karakter Rocket’ın gözünden bir
hikaye anlatır. Rocket’ın küçük bir çocuk olarak Tanrı Kent
adlı favelada başlayan hikayesi çete savaşları ve uyuşturucu
ticaretinin gölgesinde foto muhabirliğine kadar ilerler. Filmde
“tanrının unuttuğu Tanrı Kent” olarak anılan favela, şehirde
istenmeyenlerin ve barınamayanların yollandığı bir bölge olarak
yansıtılıyor. Hizmetin ve imkanların sınırlı olduğu, halkın
yoksul olduğu, gençlerin suça meyilli olduğu ve hatta bu algı
ile büyüdüğü ve polis baskınları sonucu ölümlerin yaşandığı
bir yaşam alanı sunuluyor seyirciye.
Rüşvet
alan polisler, çeteleşme ve uyuşturucu sorunlarına değinen film,
kişiyi koşulların suça ittiği fikrini savunuyor. Filmin sonunda
uyuşturucu çetesi lideri Li’l Zé’nin öldürülmesinin
ardından sokakta çete kurma hayalleri kuran çocukların
gösterilmesi ise düzenin devam ettiğini, düşenin yerine
yenisinin geleceğini simgeliyor.
City
of Men filmi de yine favelalara çetelerin tarafından yaklaşan,
çete savaşlarına yoğunlaşan bir filmdir. Acerola
ve
Laranjinha adlı
iki yakın arkadaşın hayatı etrafında şekillenen filmde, günlük
dertler, aile ilişkileri ve arkadaşlığın yanı sıra yine
favelalardaki çete savaşları anlatılmaktadır. Filmin
değindiği önemli konulardan birisi babasız büyüyen çocuklar
sorunudur. Genç yaşta çocuk sahibi olan çete üyeleri ya ölerek
ya da hapse girerek çocuklarını babasız bırakıyor. Yine bu
filmde çete savaşları, favelaların kontrol altına alınabilmesi
için farklı favela çeteleri arasındaki savaşlar ve ittifaklar
şeklinde yansıtılıyor.
City
of Men filmi ile ilgili yapılabilecek en temel eleştiri ise;
filmin, Tanrı Kent filminin popülerliğinden faydalanmaya çalışan
ve aynı konuyu daha yeni bir şeyler katmadan işleyen bir hikayeye
sahip olması durumudur.
Tanrı
Kent ve City of Men filmlerinin izlenmesinin faydası, önceki
bölümlerde bahsedilen favelaların ve favelaların değişmez bir
parçası haline gelen uyuşturucu çetelerinin daha iyi anlaşılması
şeklinde olacaktır.
4-3) Elite Squad/Özel Tim 1 ve 2
●
Yönetmen:
Jose Padilha
●
Senaryo:
Andre Batista (kitap), Braulio Mantovani
●
Oyuncular:
Wagner Moura, Andre Ramiro, Caio Junqueiro
●
Tür:
Aksiyon, Suç, Dram
●
Vizyon
Tarihi: 2007
● Süre:
1 saat 55 dakika
●
Yönetmen:
Jose Padilha
●
Senaryo:
Braulio Mantovani
●
Oyuncular:
Wagner Moura, Andre Ramiro, Irandhir Santos
●
Tür:
Aksiyon, Suç, Dram
●
Vizyon
Tarihi: 2010
● Süre:
1 saat 55 dakika
Özel
Tim serisinin önemi ve Tanrı Kent ve City of Men’den ayrıldığı
temel nokta çete savaşları, polis baskınları ve uyuşturucu
çeteleri ile polisler arasında yaşanan çatışmalara polis
tarafından bakıyor oluşudur.
Ana
karakter olan Yüzbaşı Nascimento’nun ağzından anlatılan ilk
filmde; rüşvet alan polisler ve uyuşturucu satıcılarına polisin
gözünden bakılmaktadır. Polis teşkilatının yozlaşması
yansıtılırken; bu yozlaşmışlık içinde varlığını
sürdürmeye çalışan dürüst polisler hem çeteler ile hem de
yozlaşmış polisler ile mücadele etmek zorunda kalıyor. Film,
BOPE’nin (Rio Polis Özel Timi) papanın Rio ziyareti öncesinde,
kalacağı konuta yakın bölgelerdeki favelaları temizleme ve
Yüzbaşı Nascimento’nun yerine geçecek yeni bir polisi seçme
sürecini anlatır.
Filmde
yansıtılan önemli noktalardan birisi, uyuşturucu ticaretinin
sadece favelalarda kendini göstermediği; üniversiteler gibi
alanlarda, üst sınıf gençlerinin arasında da yayıldığıdır.
Bunun dışında yine filmde halkın polise bakış açısı
yansıtılır. Polis tamamiyle yozlaşmış bir şekilde kabul
edilmektedir.
İkinci
filmde ise Yüzbaşı Nascimento albay rütbesine yükselmiş ve
görevine devam etmektedir. Hikaye yine Nascimento’nun ağzından
anlatılır. Film Bangu 1 adlı yüksek güvenlikli hapishanede
mahkumların isyan etmesi ile başlar. İsyanı bastırmak amacıyla
müdahale ekibi olarak BEPO gönderilir. İsyan edenler, BEPO’nun
içeri attığı uyuşturucu çeteleridir. Müzakereler işe yaramaz
ve BEPO müdahale ederek tüm isyancıları vurur. Bu olaydan sonra
Nascimento görevden alınır.
İkinci
film, ilk filme göre daha farklı bir konu işler. İlk filmde
çeteler ve yozlaşmış polisler ile mücadele anlatılırken;
ikinci filmde çetelerin ortadan kaldırılması, polislerin bu
çetelerin yerine mafyalaşması ve yöneticilerin seçim
stratejileri adına gerçekleştirdikleri yolsuzluklar anlatılır.
İki
filme genel olarak baktığımızda ise; uyuşturucu, çeteler ve
polis üçgeninde yaşanan çatışmaların polis tarafına ve
idari-siyasi yönüne odaklanan bir seri görürüz. Polisin ve
siyasetçilerin yolsuzluklarına yoğunlaşan filmler, Rio ve
favelalarda yaşanan sorunların temellerini yansıtıyor.
4-4) Rio Eu Te Amo/Rio Seni Seviyorum
● Yönetmen:...
●
Senaryo:...
●
Oyuncular:...
●
Tür:
Komedi, Dram, Fantazi
●
Vizyon
Tarihi: 2014
● Süre:
1 saat 50 dakika
“Rio
Seni Seviyorum” filmi, “New York Seni Seviyorum” ve “Paris
Seni Seviyorum” filmlerinin devamı niteliğinde sayılabilecek bir
film. Film 10 farklı yönetmenin çektiği 10 farklı hikayenin
birleşiminden oluşuyor ve anlatılan hikayeler boyunca arka planda
Rio’ya ait yapılar ve doğal güzellikler yansıtılıyor. Bu film
bir derde çözüm aramak ya da yaşanan olumsuz bir şeyleri
eleştirmek gibi bir amaç barındırmıyor. Asıl amacı bir gezi
rehberi şeklinde, seyirciye Rio’yu tanıtmak. Geniş açıdan
yapılan çekimler ile deniz ve ormanın birleşiminde yer alan Rio
bize sunuluyor.
Filmde
anlatılmaya başlanan ilk hikaye yaşlı ve zengin ama engelli bir
adamın genç karısının boğulmasına müsaade etmesiyle
ilgilidir. Uçakla Rio’ya gelen çift lüks villalarında havuz
başında vakit geçirirken, havuzda boğulan bir sinekten ilham alan
yaşlı adam karısını deniz kenarına gitmeye ikna eder. Karısı,
yaşlı adamın her şeyine karışan, ona engel olan bir insandır.
Fazla kimsenin olmadığı bir sahile giderler, bir süre kumsalda
vakit geçirdikten sonra yaşlı adam karısını yüzmeye ikna eder
ve kadın dalgalı denize girer. Bir süre yüzdükten sonra boğulma
tehlikesi geçirir ama adam yardım çağrılarına kulak asmak
yerine müzik dinleyip, çikolata yiyip, sigara içer ve bu sırada
kadın dalgaların arasında kaybolur.
İkinci
hikayede, eskiden profesör olan ama şimdilerde “Bayan Hiçkimse”
olarak anılan bir kadının her şeyi geride bırakarak sokaklarda
yaşamaya ve “aylak” olmaya başlayışı anlatılır. Bayan
Hiçkimse, kendi arzusu ile sistemin dışına çıkmıştır.
Üçüncü
hikayede, sahilde kumdan heykeller yapan bir sanatçı gösterilir.
Ayaklarını beğendiği bir kadının heykelini yapar. Sadece
ayaklarının heykelini.
Dördüncü
hikayede, Rio’ya gelen dünyaca ünlü bir film yıldızı ve ona
eşlik eden tur rehberinin Kesmeşeker Dağı’na tırmanmaları ve
bu süreçte birbirleriyle yakınlaşarak aşık olmaları anlatılır.
Bir
diğer hikayede, müzikal bir şekilde tartışmalar ve çatışmalar
yaşayan bir çiftin ayrılış süreci anlatılır.
Altıncı
hikaye, trafik kazası geçirdiği için kendisi kolunu kaybeden,
aynı arabada yer alan eşi de sakat kalan, eski bir boksör
hakkındadır. Rio favelaları ilk defa bu hikayede kendini gösterir.
Tek kollu boksör, karısının tedavi olmasının mümkün olduğunu
öğrenince gereken parayı bulabilmek için yasa dışı dövüşlere
katılmaya başlar. Bir gün karşısına çıkan bir adam ona bir
dövüş teklifi yapar; dövüşü boksör kazanırsa adam ameliyat
parasını ödeyecek. Adam kazanırsa, ameliyat parasını yine de
ödeyecek ama boksörün karısını alıp beraber götürecektir.
Bunun sebebi kadının, adamın ölen eşine çok benzemesi ve adamın
bu kadından bir çocuk sahibi olmak istemesidir. İlk başta bu
tekliften dolayı çelişki yaşasada boksör sonunda maçı kabul
eder.
Hikayeler
ilerledikçe Brezilya’nın melez yapısı ve zengin kültürü;
Rio’nun doğal güzellikleri filmde kendine bolca yer bulur.
Yedinci hikayede, aslında vampir olan yaşlı bir garson ve ABD’ye
gitme hayalleri kuran bir hayat kadınının ilişkisi anlatılır.
Bu hikayede favelalar tekrar filmde görülürken, favelaların
renkli kültürü de kendine yer bulur. Hikayenin sonunda vampirler
sokakta toplanıp dans ederler ve bu bize favelaların samba
okullarını ve samba kültürünü hatırlatır.
Bir
diğer hikaye ise aracına binen her müşteriye karısı hakkındaki
aynı hikayeyi anlatan taksi şoförü hakkındadır. Bu taksici
diğer hikayelerin karakterleri için bir bağlantı konumundadır.
Diğer hikayelerin başrollerinden bazıları bu taksiye binerler.
Dokuzuncu
hikaye balet ve balerin olan aşık bir çift hakkındadır. Balet
yurt dışından bir teklif almıştır. Balerin onu gitmeye ikna
ederken, balet kalmak için ısrar eder ve bu tartışmayı
çıktıkları bale gösterisinde dans ederken gerçekleştirirler.
Bu hikaye bize Rio’nun üst sınıfının varlığını, üst
sınıfa hitap eden sanatların varlığını hissettirir.
Son
hikaye ise film çekimi için Rio’da bulunan iki oyuncunun tren
garında ankesörlü telefon ile İsa’yı arayan bir çocukla
karşılaşmalarını anlatır. Çocuktan çok etkilenen ikili, kendi
telefonlarından onu arayıp konuşurlar ve ne dilediğini
öğrenirler. Daha sonra ise çocuğun dileği olan futbol topunu ona
yollarlar. Ancak bu beklenmedik bir sonuç doğurur. Ankesörlü
telefondan küçük çocuklar, oyuncuları arama yağmuruna tutar. Bu
hikaye ülkede oluşan kimsesiz çocuklar sorununu hatırlatması
açısından önemlidir.
Sonuç
olarak, “Rio Seni Seviyorum” şehrin ve toplumun sorunlarına
dair bazı göndermeler yapmış olmakla birlikte içinde güçlü
bir eleştiri bulundurmayan; öncelikli amacı şehrin tanıtımını
yapmak ve olumlu yanlarını ön plana çıkarmak olan bir filmdir.
10 farklı yönetmenin elinden çıkan 10 farklı hikayeden oluşan
film akıcı bir izlenim sunmaktadır.
4-5) 5x Favela, Agora Por Nos Mesmos/5x Favela, Now By Ourselves
● Yönetmen:...
●
Senaryo:...
●
Oyuncular:...
●
Tür:
Komedi, Suç, Dram
●
Vizyon
Tarihi: 2010
● Süre:
1 saat 36 dakika
“5x
Favela, Agora Por Nos Mesmos”, 5 farklı yönetmenin çektiği 5
farklı favela hikayesinden oluşur. Film ayrıca Cinema Novo
hareketinin başlangıç filmi olan 1961 yapımı “Cinco Vezes
Favela/Beş Kez Gecekondu Mahallesi” filmini hatırlayması ile de
önemlidir. Cinco Vezes Favela filmi de aynı şekilde 5 farklı
favela hikayesi anlatan bir filmdir.
İkinci
hikaye tek çocuklu bir ailede geçiyor. Baba her gün, iş yerinde,
öğle yemeği olarak fasulye ve prinç yemek zorundadır ekonomik
koşullardan dolayı. Babasının bu durumdan mutsuz olduğunu
öğrenen çocuk, babasına doğum gününde bir tavuk almaya ve
farklı bir şey yemesini sağlamaya karar verir. Arkadaşının
desteğini de alan çocuk tavuk parası kazanmak için önce araba
yıkar ama para almayı başaramaz. Sonra sokaktan at pisliği
temizler ve bu işten para kazanır. Ancak kazandığı parayı
şehirli çocuklara kaptırır. Elinde kalan parayla gücü sadece
bir yumurta almaya yeten çocuk tavuğu çalar ve eve götürür.
Tavuğu yerler ve ailesi çocuk çalıştığı ve eve tavuk
getirdiği için mutlu olur. Daha sonra ise çocuk babasının tavuk
yemeyi, yıllar önce dedesi tavuk çaldığı için, sevmediğini
ama oğlu onun için çalıştığı içn tavuğu yediğini öğrenir.
Yaptığından pişman olan çocuk bir sonraki gün arabasını
yıkadığı adama yine gider ve bu defa parasını alır. Aldığı
parayla yeni bir tavuk alan çocuk, tavuğu hırsızlık yaptığı
tavukçuya götürür.
Üçüncü
hikaye polisten silah çalan bir çete ve polisin onların peşine
düşmesi ve favelaya baskın yapması hakkındadır. Filmde kendi
favelalarında güvenliği sağlayan silahlı çeteler gösterilir ve
yeri geldiğinde polisle işbirliği içinde polisin işini yaparlar.
Bu bize para ve rüşvet ilişkisini hatırlatır. Anlatılan bir
diğer diğer durum ise silah çalan çete reisi ile silahların
peşine düşen polisin ve ayrıca çete reisinin eşinin çocukluk
arkadaşı olması. Yani hem hırsız hemde polis faveladan çıkan
kişiler. Filmin sonunda ise polise çalışan çete tarafından
yakalanan arkadaşlarını işkenceden kurtarmak için polis kendisi
vurmak zorunda kalır.
Dördüncü
hikaye okuldan mezun olup yaz tatiline giren dört çocuk
hakkındadır. Erkek çocukların üçü bir favelada, kız ise komşu
favelada yaşamaktadır. Okuldan sonra evlerine dönen çocuklar
çatılarda uçurtma uçurmaya giderler. Farklı çatılarda uçurtma
uçuran gençler, gökyüzünde uçurtma savaşları yaparlar.
Çocuklardan birinin uçurduğu favelanın ipi kopar ve süzülerek
komşu favelanın içine düşer. Uçurtmayı kaybeden çocuk geri
almak için diğer favelaya gitmek zorunda kalır. Burada bize
favelalar arası geçişlerin ne kadar riskli olduğu gösterilir.
Komşu favelanın çocuklarıyla başı derde giren karakterimizi
ablasından hoşlanan bir çocuk kurtarır ve uçurtmayı almasına
da yardımcı olur. Daha sonra ise çocuk kız arkadaşını ziyarete
gider ve onun eşliğinde kendi favelasına döner.
Son
film ise favelalardaki aile ve komşuluk ilişkilerine yoğunlaşır.
Favela sakinleri yeni yılı kutlamaya hazırlanırken tüm mahallede
yaşanan elektrik kesintisi sorunu ile karşılaşırlar. Bu durum
altyapı hizmetlerindeki yetersizliği yansıtır. Yemekler
hazırlanıyor, aileler toplanıyor ama buz bulamama sorunu
yaşıyorlar ve gece karanlıkta kalma endişesi taşıyorlar.
Elektrik sorununu çözmek için gelen görevli dar sokaklarda
ilerlemekte zorluklar yaşıyor. Elektrik arızasının çözülmesi
için gerekli olan bir parça eksiktir ve görevli o parçayı talep
ettiği halde ekip arkadaşı yılbaşı olduğu için çalışmak
istemez ve o parçayı görevliye getirmez. Yinede görevli
mahalleliye söz verdiği için faveladan sorunu çözene kadar
ayrılmaz. En sonunda sorunu yasal olmayan bir şekilde çözen
görevli tüm günü favelada geçirdiği ve mahalleli ile
yakınlaştığı için; ayrıca dönüp de evinde yeni yılı
birlikte geçireceği kimsesi olmadığı için favelada kalır ve
yeni yıla mahalle sakinleri ile birlikte girer. Bu hikaye bize
favelalarda şiddet, açlık ve yoksulluğun dışında her şeye
rağmen samimi aile ve komşuluk ilişkilerinin ve mutlu, iyi
insanlar bulunduğunun gerçeğini hatırlatır.
Sonuç
olarak, 5x Favela Agora Por Nos Mesmos filmi işlediği 5 farklı
hikaye ile eğitim sorunları, uyuşturucu problemleri, yoksulluk,
çete savaşları, polis baskınları, favelalar arası problemler ve
favela yaşamı gibi çok çeşitli konuları seyirciye yansıtarak
bu konular hakkında fikir sahibi olmamızı sağlar. Beş kısa
filmle birlikte favelaların hem olumlu hem olumsuz yanlarına şahit
oluruz. Önceki bölümlerde değinilen favela kültürünün
anlaşılabilmesi için izlenebilecek iyi yapımlardan birisidir bu
film.
Sonuç
Rio
de Janeiro, 1502 yılında Portekizli kaşifler tarafından
keşfedilmiş bir bölgedir. Daha sonra ise Portekiz sömürgesi
döneminde Avrupa ile ticarette kullanılan bir liman şehrine
dönüştürülmüş ve hızla gelişmiştir. Sao Paulo’dan sonra
Brezilya’nın en büyük ikinci şehri olan Rio, tarihi boyunca
önce Portekiz İmparatorluğu’na, ardından Brezilya
İmparatorluğu’na ve son olarak Brezilya Cumhuriyeti’ne
başkentlik yapmıştır. 1960 yılında ise başkent ünvanını
Brasil’e kaybetmiştir.
Sao
Paulo bir sanayi kentiyken, Rio daha çok bir turizm kentidir. Doğal
güzelliklerinden kültürel etkinliklerine kadar birçok farklı
yönüyle Rio, her yıl binlerce turistin uğrak noktası
konumundadır. Copacabana Sahili, Kurtarıcı İsa Heykeli, Guanabara
Körfezi, Kesmeşeker Dağı, Floresta da Tijuca Şehir Ormanı,
Maracana Stadı ve elbette Rio Karnavalı önemli turizm
değerleridir.
Bu
renkli ve doğa harikası şehrin bir diğer yüzü ise favela adı
verilen gecekondu mahalleleridir. Ekonomik gücü şehir merkezinde
yaşamaya elverişli olmayan yoksul kesim Rio’nun dik yamaçlarına
konumlanan bu mahallelerde ikamet ederler. Altyapı, eğitim, sağlık
ve işsizlik problemlerinin sıkça görüldüğü favelaların en
önemli sorunu ise uyuşturucu ticaretidir. Uyuşturucu ticaretini
kontrol eden çetelerin kendi aralarındaki çatışmalar ve polis
baskınları arasında yaşamlarını sürdüren favela sakinleri her
gün bir kaza kurşunu ile ölme tehlikesi altında yaşamaktadır.
Rio
ve favelaların daha iyi anlaşılabilmesi için kıta tarihinin de
biliniyor olması gereklidir. Kristof Kolomb 1492’de Amerika’yı
keşfettikten sonra Avrupalı kaşifler akın akın bu kıtaya
gelerek bölgeyi hakimiyet altına almıştır. Baharat elde etmek
için Hindistan’a ulaşmaya çalışan Avrupalılar daha kıymetli
bir ürün olan altın, gümüş gibi madenlerin bu yeni kıtada
çokluğunu keşfetmişler ve sömürü düzeni ilk olarak bu değerli
madenlerin Avrupa’ya taşıması şeklinde ilerlemiştir.
3
dönem şeklinde şekillenen sömürgeciliğin ilk döneminde kıta
hakimiyet altına alınmış. Savaşlar ve Avrupa’dan gelen
hastalıklar sonucunda yerli halkın çoğunluğu ölümle yüzleşerek
soykırıma uğramıştır. İkinci dönemde ise madenlerin
tüketilerek Avrupa’ya taşınması süreci yaşanmıştır.
Önceleri yerli halk madenlerde çalışmaya zorlanmış ancak
çalışma düzenine ayak uyduramadıkları için yerlerini alacak
köleler Afrika’dan gemiler ile getirilmiştir. Siyahiler’in
kıtaya ayak basışı ilk defa bu dönemde olmuştur. Üçüncü
dönemde ise madenler tüketildiği için tarıma dayalı bir
sömürgecilik geliştirilmiştir. Bu dönemde gerçekleştirilen
bilinçsiz tarım politikalarıyla ve özellikle şeker kamışı ve
kakao üretimi sonucunda tarım toprakları çoraklaşmıştır ve
adına “sertao” denilen çorak araziler oluşmuştur.
Latin
Amerika’yı sömürgeleştiren İspanyollar ve Portekizliler,
bölgede hem dil hem de din birliği sağlamışlar ve Portekizce ya
da İspanyolca dillerinden en az birini konuşan ve Katolik
Hristiyanlık’ın çok yaygın olduğu bir toplum oluşturmuşlardır.
Dil ve din birliğinin dışında; Afrika ve Asya sömürgelerinden
farklı olarak, Latin Amerika sömürgelerinde sömürgeciler, yerli
halk ve köleler yıllar içinde kaynaşarak hem melez bir ırk hem
de melez bir kültür oluşturmuşlardır.
Sömürge
toraklarının kaderini değiştiren ise önce Amerikan Devrimi,
ardından Fransız Devrimi ve son olarak Haiti Devrimi’dir. Yaşanan
bu devrimlerden etkilenen sömürgelerde bağımsızlık düşünceleri
ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu süreçte, Napolyon Savaşları
ile güç kaybeden İspanya ve Portekiz’in durumları da
belirleyici olmuştur. Bağımsızlık fikirleri tabanı oluşturan
halktan değil zenginliği elinde bulunduran ve aslında Avrupa
kökenli olan ve Kreol olarak anılan kesimden gelmiştir. Ekonomik
zenginliklerini Avrupa ile daha fazla paylaşmak istemeyen Kreoller
isyanları başlatan grup olmuştur.
İspanyol
sömürgeleri bağımsızlıklarını kanlı iç savaşlar sonucu
elde ederek demokrasi rejimleri kurarken; Portekiz sömürgesi olan
Brezilya daha kansız bir şekilde bağımsızlığını kazanmıştır
ve monarşi ile yönetilen Brezilya İmparatorluğu’nu kurmuştur.
Napolyon Savaşları’ndan kaçan Portekiz Kralı Joao VI, başkenti
Rio’ya taşımış ve ülkesini 1808-1821 yılları arasında
buradan yönetmiştir. Napolyon yenildikten sonra Joao Portekiz’e
dönerken oğlu Pedro Brezilya’da kalmış ve 1822’de bağımsızlık
ilan etmiştir.
Brezilya,
1822-1889 yılları arasında I.Pedro ve II.Pedro hükümdarlıkları
altında monarşi rejimiyle yönetilmiş. 1888 yılında kıtada
köleliği en geç kaldıran ülke olmuştur. Köleliğin
kaldırılması ise 1889 darbesini oluşturan sebeplerden birisi
olmuştur.
1889
darbesinin ardından monarşi yıkılıp demokrasiye ve 1985 yılına
kadar sürecek olan darbeler dönemine geçilmiştir. 1985 sonrası
döneme kadar ülkede demokrasi tam anlamıyla sağlanamamıştır.
Bu dönemde 1889 darbesinin ardından sırasıyla 1930, 1945 ve 1964
darbeleri yaşanmıştır. Son darbe yönetiminin 1985’de son
bulmasının ardından sivil demokrasiye geçilmiştir.
Brezilya’da
sendikal faliyetler ve işçi hareketleri 1900’lerin başında
ülkeye çalışmak için gelen Avrupalılar ile birlikte
başlamıştır. Kurulan sendikalar ve işçi hareketleri sayesinde
çeşitli haklar ve iyileştirilmeler gerçekleştirilmiş ancak 1930
Darbesi ile birlikte sendikal faliyetler devlete bağlı hale
getirilerek, devlet kontrolüne alınmıştır. 1950’lerin
ortalarından 1964 Darbesi’ne kadar geçen sürede sivil iktidarlar
tekrar başa gelince özerk hareket etme imkanları sağlanmış
olmakla birlikte sendikalar 1964 Darbesi ile birlikte tekrar devlet
kontrolüne alınmıştır.
1970’lerde
Lula Da Silva sendikal faliyetlerde öne çıkan bir isim olmaya
başlarken; askeri yönetimin güç kaybetmeye başlamasıyla
birlikte sendikal faliyetlerde artış olmaya başlamıştır. 1985
sonrasında sivil demokrasi ile birlikte Lula’nın başında olduğu
işçi partisi PT seçimlere girmeye başlamış ve her dönemde oy
oranını arttırarak 2002 yılında sonunda iktidara geçmiştir.
Lula,
adı yolsuzluk olaylarına karıştığı için bir sonraki dönemde
aday olmak yerine kendi partisinden Dilma Rousseff’i
desteklemiştir ve Dilma seçilerek ülkenin ilk kadın lideri
olmuştur. Ancak 2016 yılında Dilma yolsuzluk iddialar nedeniyle
görevden alınmıştır.
Çalışmada
değinilen bir diğer önemli nokta ise Cinema Novo akımıdır.
Dünyaya ve Türkiye’ye etki eden politik sinema akımının
öncülerinden birisi olan Cinema Novo, 1960’lı yılların anti
sömürgeci, anti emperyalist ve devrimci ortamından ve Küba
Devrimi’nden etkilenerek oluşmuş bir sinema akımıdır. Cinema
Novo’nun amacı yoksul Brezilya halkına kendi açlıklarını ve
sefaletlerini göstererek emperyalizme ve yeni sömürgeciliğe karşı
devrimci, özgürlükçü bir hareket başlatmaktır. Üç dönem
şeklinde, 1960-1972 yılları arasında varlık göstermiştir
Cinema Novo ve en etkili yönetmenlerinden birisi olan Glauber
Rocha’nın yazdığı “Açlığın Estetiği” denemesi akımın
manifestosuna dönüşmüştür. Cinema Novo yönetmenleri
kameralarını çoğunlukla kuzeydeki setaolara ya da şehirdeki
favelalara yöneltmişler ve konu olarak bu bölgelerin sorunlarını
anlatmışlardır.
Favelalar,
sefaletleri ve uyuşturucu ticareti ile ilgili sorunlarına ise yine
kendi içlerinde bir çözüm getirmişlerdir. Favelalarda açılan
dans ve müzik okulları her yıl düzenlenen Rio karnavalını daha
renkli hale getirerek dikkatleri favelaların üstüne çekerken;
aynı zamanda yine bu okullar sayesinde gençlere uyuşturucu
çetelerine katılmaktan başka bir seçenek sunup onlara bir amaç
vermiş oluyorlar. Favelaların turizme açılmasıyla birlikte de
bu bölgelerde altyapı hizmetleri arttırılarak hem bölge halkının
yaşam standardı arttırılmaya başlanmış hemde ülke favelalar
üzerinden ekonomik kazanç elde etmeye başlamıştır.
Rio’nun
ve favela kültürünün daha iyi anlaşılabilmesi içinse, “Tanrı
Kent/Cidade de Deus”, “City of Men/ Cidade dos Homens”, “Özel
Tim/Tropa de Elite”, “Özel
Tim 2/Tropa de Elite 2”, “5x Favela, Agora por Nos Mesmos/5x
Favela, Now by Ourselves”, “Rio, Seni Seviyorum/Rio Eu Te Amo”
ve “Favela Rising” adlı
filmlerin izlenmesinin faydası olacaktır ve çalışma boyunca
anlatılan her şey daha güçlü bir şekilde pekişecektir.
Son
söz olarak; Rio de Janeiro, bir yanda doğal güzellikler ile dolu,
bir yanda Brezilya’nın sömürge geçmişinden gelen melez ve
zengin bir kültüre sahip, diğer yanda ise tüm güzelliklerinin
ardında yokluğun hüküm sürdüğü bir şehirdir. Daha önce de
söylendiği gibi; Rio çok güzel bir kadındır ve favelalar ise bu
güzel kadının pasaklı çocukları. Kir
pas içinde olabilr, yaramazlıklar yapabilir ve elbette kötü
yanları da var ancak tamamiyle kötü demek doğru olmaz. Kötü,
olumsuz, yanlış yanları kadar güzel ve iyi yanları da var.
Favelalar, iyi ve kötü yanları ile birlikte hem Rio hem de tü
Brezilya için kültürün bir parçası ve zenginliğidir.
Kaynakça
- YILMAZ Hüseyin, Latin Amerika’da Sinema ve Toplum: 1960’ların Sinema Hareketleri ile 1995 Sonrası Yeni Sinemanın Karşılaştırılması, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon Sinema AnabilimDalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2007
- ERMAN Kubilay, Brezilya: Yeni Dünya’nın Dip Dalgası, Eylül, 2015
- FERRO Marc, Fetihlerden Bağımsızlık Hareketlerine Sömürgecilik Tarihi, İmge Kitabevi, Kasım 2002, Ankara
- GÖK Nuri, Sebep ve Sonuçlarıyla Bir Kısır Döngü: Darbeler. Arjantin-Brezilya-Şili ve Türkiye Üzerine Bir İnceleme, Yüksek Lisans Tezi, İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Malatya, 2008
- UYANIK Özgür, Latin Amerika’nın Devrimci Tarihi, Kaynak Yayınları, Kasım 2014, İstanbul
- MAHİROĞULLARI Adnan, Askeri Darbeler Döneminden Sivil Demokrasi Dönemine Brezilya’da Sendikacılık, Sosyal Siyaset Konferansları, Sayı 70, 2016
- SİVASLIOĞLU Kemal, Latin Amerika Sineması, Seyyah Kitap, Şubat 2016, Ankara
- YILDIRIM Cem, Cinema Novo: Açlığın Estetiği ve “Elde Bir Kamera, Kafada Bir Fikir”, Sosyal Bilimler Dergisi, Ocak 2018, Sayı-19
- ROCHA Glauber, Açlığın Estetiği-Şiddetin Estetiği, New York-Milano- Rio de Janeiro, Ocak 1965
- ARDA Özlem, 2000’li Yıllarda Latin Amerika ve Türk Sinemasında Belgesel Sinemanın Üçüncü Sinemada Temsili, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon ve Sinema Anabilim Dalı Doktora Programı, Doktora Tezi, İstanbul 2014
- ÇOBANOĞLU Özkul, Göçmen Fokloru Bağlamında Brezilya Favelalarıyla Türkiye Gecekondu Mahallelerinin Karşılaştırılması, Avrasya Uluslararası Araştırmalar Dergisi, Sayı 8, Ocak 2016
- AYDIN Ahmet Hamdi-ÇAMUR Ömer, Kentsel Dönüşüm Uygulamalarında Başarılı Dünya Örnekleri: Danbara-Solidere-Rio de Janeiro
1YILMAZ
Hüseyin, Latin Amerika’da Sinema ve Toplum: 1960’ların Sinema
Hareketleri ile 1995 Sonrası Yeni Sinemanın Karşılaştırılması,
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon
Sinema Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2007, s.14
2YILMAZ
Hüseyin, a.g.e., s.16
3YILMAZ
Hüseyin, a.g.e., s.20
4YILMAZ
Hüseyin, a.g.e., s.23
5YILMAZ
Hüseyin, a.g.e., s.26
6YILMAZ
Hüseyin, a.g.e., s.28
7ERMAN
Kubilay, Brezilya: Yeni Dünya’nın Dip Dalgası, Eylül, 2015,
s.3
8FERRO
Marc, Fetihlerden Bağımsızlık Hareketlerine Sömürgecilik
Tarihi, İmge Kitabevi, Kasım 2002, Ankara, s.236
9GÖK
Nuri, Sebep ve Sonuçlarıyla Bir Kısır Döngü: Darbeler.
Arjantin-Brezilya-Şili ve Türkiye Üzerine Bir İnceleme, Yüksek
Lisans Tezi, İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Malatya, 2008, s.46
10GÖK
Nuri, a.g.e, s.48
11GÖK
Nuri, a.g.e, s.48-49
12GÖK
Nuri, a.g.e, s.50
13GÖK
Nuri, a.g.e, s.51
14ERMAN
Kubilay, a.g.e., s.5
15GÖK
Nuri, a.g.e, s.136
16UYANIK
Özgür, Latin Amerika’nın Devrimci Tarihi, Kaynak Yayınları,
Kasım 2014, İstanbul, s.308
17UYANIK
Özgür, a.g.e., s.309
18UYANIK
Özgür, a.g.e., s.310
19UYANIK
Özgür, a.g.e., s.311
20MAHİROĞULLARI
Adnan, Askeri Darbeler Döneminden Sivil Demokrasi Dönemine
Brezilya’da Sendikacılık, Sosyal Siyaset Konferansları, Sayı
70, 2016, s.83
21MAHİROĞULLAR
Adnan, a.g.e., s.100-101
22MAHİROĞULLAR
Adnan, a.g.e., s.101
23SİVASLIOĞLU
Kemal, Latin Amerika Sineması, Seyyah Kitap, Şubat 2016, Ankara,
s.20
24YILDIRIM
Cem, Cinema Novo: Açlığın Estetiği ve “Elde Bir Kamera,
Kafada Bir Fikir”, Sosyal Bilimler Dergisi, Ocak 2018, Sayı-19,
s.356
25YILDIRIM
Cem, a.g.e, s.358
26ROCHA
Glauber, Açlığın Estetiği-Şiddetin Estetiği, New York-Milano-
Rio de Janeiro, Ocak 1965, s.2
27YILDIRIM
Cem, a.g.e, s.362
28YILDIRIM
Cem, a.g.e, s.363
29ARDA
Özlem, 2000’li Yıllarda Latin Amerika ve Türk Sinemasında
Belgesel Sinemanın Üçüncü Sinemada Temsili, İstanbul
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon ve Sinema
Anabilim Dalı Doktora Programı, Doktora Tezi, İstanbul 2014,
s.95-96
30ARDA
Özlem, a.g.e., s.99-100
32ARDA
Özlem, a.g.e., s.100
33ARDA
Özlem, a.g.e., s.98
34ARDA
Özlem, a.g.e., 101
35ARDA
Özlem, a.g.e., s.104-105
36ARDA
Özlem, a.g.e., s.106-107
37http://www.sinematek.org/sinematek-hakkimizda/250-hakkimizda-3.html,
06/01/2019-21:48
38ARDA
Özlem, a.g.e., s.113
39SİVASLIOĞLU
Kemal, a.g.e, s.22
40https://www.momondo.com.tr/kesfet/yazi/rio-de-janeiro-hakkinda-gercekler,
14/12/2018-19:33-Cuma
41https://www.momondo.com.tr/kesfet/yazi/rio-de-janeiro-hakkinda-gercekler,
14/12/2018-19:45-Cuma
42https://www.momondo.com.tr/kesfet/yazi/rio-de-janeiro-hakkinda-gercekler,
14/12/2018-19:55-Cuma
43ÇOBANOĞLU
Özkul, Göçmen Fokloru Bağlamında Brezilya Favelalarıyla
Türkiye Gecekondu Mahallelerinin Karşılaştırılması, Avrasya
Uluslararası Araştırmalar Dergisi, Sayı 8, Ocak 2016, s.182
45ÇOBANOĞLU
Özkul, a.g.e, s.183-184
46ÇOBANOĞLU
Özkul, a.g.e, s.184-185
47AYDIN
Ahmet Hamdi-ÇAMUR Ömer, Kentsel Dönüşüm Uygulamalarında
Başarılı Dünya Örnekleri: Danbara-Solidere-Rio de Janeiro, s.62
48AYDIN
Ahmet Hamdi-ÇAMUR Ömer, a.g.e, s.63
Yorumlar
Yorum Gönder