BİR KAÇIŞ: OKUMAK VE YAZMAK! (BÖLÜM I: OKUMAK)

 


Kitaplar! Özellikle romanlar ve öyküler!

Kitap okumak ve kitap yazmak; başka dünyalara açılan iki kapı. Hem çok farklı iki durum hem de aynı; her iki şekilde de birey, içinde yaşadığımız bu “gerçek” dünyadan bir kaçış şansı buluyor. Şimdi böyle başlayınca yazar ve okur olmak konusunda uzun bir ahkam kesme yazısı geliyor gibi olacak ama niyetim öyle değil, ki yine de sonuç bir ahkam kesmeye gidebilir. Umarım gitmez ama giderse de şimdiden özür dilerim. Niyetim uzmanmış gibi atıp tutmak, yargı dağıtmak değil; sadece içimden geçenleri, kendi deneyimlerimi ve hayallerimi yazmak. Açıkçası, uzun zamandır sadece filmler ve animeler üzerine yazmak sıkıcı olmaya başladı. Biraz daha özgün, benden bir şey olsun istedim. Sinemayı tanıma ve sevme sürecim hakkındaki yazı, neden bilmem çok fazla tıklanan bir paylaşım oldu benim blog ortalamama göre; sanırım insanlar zaten yapılmış, yaratılmış bir şey üzerine yazılanlardan çok özgün şeyleri okumayı seviyor ya da sadece şans eseri olan bir durumdu. Her halükarda, kitaplar, okumak ve yazmak üzerine olan yazıma başladım bile.


Önce; okumak!


Kitap okumak! Kitap denilince ilk aklıma gelen, köy evimizde, salon ya da televizyon odası olarak adlandırılan odada yer alan dolapta bulduğum “Şirinler” kitabıydı. Henüz okula başlamamıştım, okumayı bilmiyordum ve yazma kısmında ise hakim olduğum tek şey adımı nasıl yazacağımdı; ha birde neden sol el yerine sağ el ile yazmam gerektiği konusundaki bir ton baskı ve saçmalık. Bu noktada “Şirinler” kitabı bana çok ilginç gelmişti ve kısa da sürse yoğun bir heyecan yaşatmıştı. Sanırım o kitabı sinema ve TV ile özdeşleştirdiğim için çok sevmiştim ve hala unutamıyorum. Sonuçta bu kitap bir çeşit çizgi romandı ve yazıdan çok resim olduğu için benim için “Kanal D”de izlediğim çizgi diziden hiçbir farkı yoktu. İşte bu, aklıma gelen, kitap denen nesne ile ilk karşılaşmamdı.

Sonrasında, Sivas’tan Bursa’ya giderek anneannemin yanında ilkokula başladım ve okumayı öğrendim ama o döneme ait aklıma gelen özel bir kitap yok ne yazık ki. Sadece yarıyıl tatiline doğru beni ziyerete gelen ve okuma-yazma konusunda ilerleme kaydetmem için beni adeta kampa alan annem ve birlikte yaptığımız okuma-yazma pratikleri aklıma geliyor. Dürüst olmam lazım; birinci sınıfın ilk dönemi pek de parlak bir öğrenci değildim. Hiç unutmuyorum, öğretmenimiz okuma yarışması yapmıştı ve yarışmayı Meltem adlı sınıf arkadaşım kazanmıştı, zaten o her zaman sınıfın en iyisiydi. Neyse, konuya yani bana dönecek olursak; ben, sadece 21 kelime okuyabilmiştim 1 dakika içinde. Gerçi birçok konuda berbattım o sıralar. Yeni bir ortam, her ne kadar ailem olsalar bile yeni insanlar ve yepyeni bir deneyim, okul. Bunların üstüne birde annemden, babamdan ve kardeşimden uzak olmanın verdiği hüzün; tabi sadece 7 yaşını doldurmuş ve 8 yaşın içinde cirit atan bir çocuk olduğum gerçeği de var. Annem ile telefonda bile konuşamaz, hemen ağlardım. Yine konudan sapıyorum sanırım. Neyse işte, dönemin sonuna doğru annem geldi, durumumu öğrendi ve adeta ders konusunda canıma okudu. O zamanlar bu kadar üstüme düşüp beni zorladığı için ona kızıyordum ama şimdi düşününce doğru olanı yaptığını söylemem lazım. Zaten annemin bu yoğun çabası ikinci dönem meyvesini verdi ve benim için çok daha güzel bir okul zamanı oldu. Ha bu arada, artık dakikada 57 kelime okur hale gelmiştim bile.

Bir yıllık Bursa macerasından sonra kürkçü dükkanına, Sivas’a döndüm ve Suşehri YİBO yani Yatılı İlköğretim Bölge Okulu adlı yeni okuluma başladım. İşte burada okumak ile ilgili çok güzel bir zamanım ve aklımda yer eden kitaplar oldu. Okulun yurtlu olması demek 7 gün 24 saat aynı çevrede olman demek ki bu durum bazen aylarca sürebilirdi. Özellikle okula ilk başladığım yıllarda babamın kendi özel arabası olmadığı için her hafta köye, ailemin yanına gidemezdim. Bazen iki haftada, bazen ayda bir gittiğim olurdu. Bir seferinde neredeyse iki ay ve belki de daha uzun süre gidememiştim. Hal böyle olunca, okul artık evine ve öğrenciler de ailene dönüşüyor zamanla. Hafta içleri yine iyi; öğleden önce dersler, öğleden sonra arkadaşlar ile oyunlar, akşam yemeğinden sonra etüt ve sonra uyku. Ancak hafta sonları öyle mi? Tüm gün boşsun ve arkadaşlar ile etrafta koşturmak bir yere kadar yeterli oluyor. İşte böyle bir yetersizlik, sıkılma ve vaktini nasıl değerlendireceğini bilmeme halindeyken okul kütüphanesinin yerini öğrendim. Böylece haftasonları ara ara kütüphaneye gidip bir şeyler okumaya başladım ki daha henüz ikinci sınıftaydım. “Küçük Kara Balık” ve “Narnina Günlükleri” gibi kitapları bu dönemde okumuştum. Gerçi “Narnia Günlükleri” serisini hiçbir zaman tam olarak bitiremedim ama yine de kitapları çok sevdiğim için film versiyonu bana her zaman başarısız bir uyarlama gibi gelmiştir. Sanırım sevdikleri kitapların film versiyonlarını izleyen çoğu kişi böyle hissediyor. Bu dönem en sevdiğim aktivitelerden birisi de eve gittiğim hafta sonlarında okuduğum kitaplardaki hikayeleri anneme anlatmaktı. Anlattığım şeyleri gerçekten dinleyen ilk kişi annemdi her zaman. Ben anlatırken eğlendiğini hissederdim hep. Gerçi şimdilerde okuduğum kitapları anlatmak yerine onun da okumasını istiyorum ama o zamanlar bu aktivite benim için inanılmaz eğlenceliydi. Genelde soğuk bir tipimdir ama oldum olası insanlara bir şeyler anlatmayı sevmişimdir ancak bu yazma bölümünün konusu.

Yatılı okul yıllarımdan aklımda kalan bir diğer eser ise “Basat ile Tepegöz” adlı kitaptı. Kitap “Dede Korkut Hikayeleri” olarak bilinen halk hikayelerimizin bir derlemesiydi ve ben içindeki her öyküye bayılmıştım. Üçüncü sınıftayken, Bursa’dan İstanbul’a taşınan anneannemleri ziyaret etmek için gittiğimiz yarıyıl tatilinde bu ve birkaç başka kitap daha alınmıştı bana ama aklımda en çok yer edinen bu kitap oldu.

Ancak bu dönemki okumamın bilinçli bir okuma olduğunu söyleyemem. Ben sadece boş vaktinde ne yapacağını bilemeyen bir çocuktum ve işler benim için yedinci sınıfta değişti. “SBS” olarak anılan yeni sınav sistemi sebebiyle o yıl yedinci sınıflara da sınav yapılacaktı ve böyle bir ortamda okul müdiriyetinin tavsiyesi üzerine, kendimi dershaneye giderken buldum. Yalan söylemeyeceğim; müdür sabah törenine çıkıp dershaneye gitmesi önerilen öğrenciler arasında beni de sayınca içimi saçma bir gurur duygusu kaplamıştı. Sekizinci sınıf olan ve başarılı olacağı düşünülen öğrencilerin dershaneye gitmesi okulda alışılmış bir durumdu ve o yıl da aynı şey yaşanacak ve son sınıflardaki ekonomik durumu olan ve çalışkan olarak görülen öğrenciler dershaneye gideceklerdi. Ancak ben daha yedinci sınıftım ve benim dönemimden sadece benim adımı okumuşlardı. O zaman bu durumdan ufakta olsa böbürlenmiştim ve sanırım kendimi diğerlerinden farklı ya da üstün hissetmiştim. Sonuçta o listeye giren tek kişi bendim. Ancak bu beni aynı zamanda arkadaşlarımın gözünde hedef tahtasına koymuştu sanırım. Okulda ne zaman bir deneme sınavı yapılsa ve Mustafa adlı çocuk beni net sayısında geçip birinciliği elimden alsa geri kalanlar sanki kendileri beni geçmiş gibi mutlu olurlardı. Bu durum beni de hırslandırdı ve sonuç olarak okulu birincilikle bitirdim. Peki bu ne işe yaradı? Hiç; içine düştüğüm bu yarış hali beni sadece okuma zevkimden uzaklaştırdı.

Yedi ve sekizinci sınıflardaki sınav hali beni romanlardan ve öykülerden uzaklaştırdı ama yine de hayatımın en önemli üç kitabından biri olan “Gezgin Cambazlar” ile bu dönemde tanıştım. Sanırım yedinci sınıfın ikinci dönemiydi ve babam Suşehri’ne gelip beni ziyaret etmişti. İstanbul’a gidiyordu ve bana “Ne istersin?” diye sordu. Ben de “Kitap!” dedim. Babam geri döndüğünde teyzemin bana yolladığı üç kitap getirmişti. Diğer ikisini hiçbir zaman okumadım ama “Gezgin Cambazlar” hala kitaplığımın en önemli parçası olarak benimle birlikte. Bir ailenin görece fantastik eve dönüş yolculuğu beni çok etkilemişti. Sanırım içimdeki dünya turu aşkı bu kitap ile başladı.

Sınav temposunun bana hiçbir şey kazandırmadığını söylemek biraz adaletsiz oldu sanırım. Bana Sivas’tan çıkış bileti sağladı. Fena olmayan bir puan yaptım ve Kocaeli Ali Fuat Başgil Sosyal Bilimler Lisesi’ni kazandım. Burada çok okuyan biri değildim, aynı zamanda dersler konusunda da ortalama bir öğrenciydim ve sadece sınav haftaları gerçekten ders çalışmaya çabalardım. Sanırım yeni bir hedef tahtası olmak istemiyordum ya da belki sadece tembel bir öğrenciydim; bilemiyorum. Ancak pek roman falan okumayan bir tip olduğum kesin. Kocaeli’de geçirdiğim üç yıl boyunca 10-15 arası bir sayıya ulaşan kitapları ya okudum ya okumadım. Hazırlığa başladığım yıl aldığım “İlyada” hala bitmedi mesela. Bu yıllarda hafta sonları İzmit’e gidip Halkevi’nin oradaki benzinlikten “Uykusuz” dergisinin yeni sayısını alıp yakındaki çay ocağında oturup çay eşliğinde okumayı severdim. Bu dönem yazılı basın ile en yoğun ilişkim karikatür dergileri yoluylaydı ve bu dergilerde de yazıdan çok resim bulunduğu bir gerçek. Yine de teyzemin önerisiyle “Kızıl Nehirler” ve “Alamut” kitaplarını bu dönemde okumuştum. Yine edebiyat hocalarımın zorunlu tuttuğu bazı romanları okudum, pek sevmesem bile. Bu zorunlu kitapların bazıları yarım kaldı ve hala da bitirmiş değilim. Sanırım hep birer yarım hikaye olarak kalacaklar benim için.

Ancak bu dönem yine de güzel şeyler oldu. Turgay Çimen hocam ile bu okulda tanıştım ve onun her ay seçtiğimiz bir romanı bitirme ödevi, bana tekrar okuma temposu kazandırmaya başladı. Bu ödev için okuduğum birkaç kitap arasında Amin Maalouf’tan “Semerkant” ve Bram Stoker’dan “Drakula” da vardı. Vampir kavramı, bu kitap sayesinde gözümde tekrar itibar kazandı ve “Alacakaranlık” serisinin oluşturduğu izlenim dağıldı.

Burada geçirdiğim son yıl Kocaeli Büyükşehir Belediyesi karne hediyesi olarak kitap dağıtıyordu ve bizim sınıfa gelen kitaplar arasından rastgele, sadece adı hoşuma gittiği için bir kitap seçtim: “İki Şehrin Hikayesi”. Kitabı o kadar çok sevdim ki iki üç gün içinde bitirdim. Yaz tatilimin en güzel birkaç günü olabilir bu günler. “İki Şehrin Hikayesi”, bende “Gezgin Cambazlar”ın yarattığı gibi dünyayı dolaşmak ya da benzeri bir hayal oluşturmadı ama bir şeyler anlatmanın gücüne olan hayranlığım arttı. Aslında hikaye gerçek bir dönemde, geçmişte geçiyordu ama sonuçta bu hikayeyi, karakterleri biri yaratmıştı ve ilk defa o zaman ciddi olarak yazma hayali kurdum. Yaratmanın verdiği zevk; bu kitaptan sonra aklımı çeldi diyebilirim. Sınav temposu altında sönen kıvılcımlar tekrar alevlendi.

Kocaeli döneminde kitaplar ile ilgili değinebileceğim bir diğer konu ise kitap fuarı. “Kocaeli Kitap Fuarı” sayesinde hayatımda ilk defa bir kitap fuarına gitmiştim ve ilk defa o kadar çok kitabı bir arada görmüştüm. Ama daha önce belirttiğim gibi, o dönem için yazılı basınla ilişkim daha çok karikatür dergileri üzerinden olduğu için fuara gittiğimde sadece “Uykusuz” standına uğrar ve bir kupa ve belki bazı özel yayınları alırdım ama o dönem bir roman satın aldığımı hatırlamıyorum. Fuarlardan roman satın almaya başlamam Kocaeli’den İstanbul’a “Mümtaz Turhan Sosyal Bilimler Lisesi”ne geçmem ile başladı. Artık her yıl en az bir fuara katılıyorum (2020 yılını malesef pas geçtik) ve birçok kitap satın alıyorum. İnternetten alışveriş yapmanın bu kadar yaygın ve kolay olduğu bir dönemde belki bazıları için gereksiz görülebilir bu durum. Ancak fuara gitmenin, standları dolaşmanın, almayı planladığın kitapları aramanın ve hiç aklında olmayan yeni kitapları, yeni yazarları keşfetmenin zevki çok başka bir deneyim.

İSBL ve edebiyat öğretmenin “Metin Necmi Koç”; bu lise ve Metin Necmi Koç, kitaplar ile olan ilişkimi olumlu yönde çok değiştirdi ve de geliştirdi. İSBL’ye geçme sebebim biraz kısaca “IB” olarak anılan uluslar arası bir diploma programına katılmak, biraz da KSBL’den kaçmaktı. Oranın bana uygun olmadığı hissine kapılıyordum. Sürekli, liseden sonra üniversitede hukuk, kamu yönetimi ve benzeri bölümleri okumamız gerektiği gibi bir algı oluşturulduğunu hissediyordum ama ben böyle bir kariyer planı ya da gelecek hayali kurmuyordum. Diğer yandan, nasıl söylenir, cemaat yurdunun okul içinde fazla aktif olması, çevremdeki insanların da fazlasıyla dindar ya da cemaatçi olması da oradan uzaklaşmama sebep oldu. Çarşamba günleri okula servis gelirdi ve neredeyse tüm erkek öğrenciler cemaat yurduna yemeğe giderlerdi. Okul arazisi ve yurt sessiz, kasvetli bir ortama dönüşürdü. Bu üstüne konuşmak istediğim bir konu değil ama hep dediğim gibi kimse kimseye çıkarı olmadan iyilik yapmaz, kimse bir sürü çocuğu her hafta bir hiç uğruna doyurmaz. Bu dünyada herkesin bir çıkarı vardır. Gerçi sonra gördük kimin ne çıkarı olduğunu. Neyse, bu hikaye siyaset hakkında değil; kitaplar ve okumak hakkında.

Kocaeli’deki ortama uyum sağlayamadığım için İstanbul’a geçtim. Belki aynı ortam orada da vardı ama en azından insanı daha özgür bırakan bir sistem üzerine kuruluydu. İSBL’de ki diploma programı çok fazla kitap okumayı ve yazmayı gerektiren bir sisteme sahipti. Bizim yüksek lisans zamanı uyguladığımız akademik tarzı bu program lise öğrencilerine öğretiyordu. İki yıl bu lisede kaldım ve tarihten ekonomiye, sosyolojiden felsefeye, şiirden tiyatroya kadar birçok farklı alanda kitaplar okudum ve ödevler hazırladım. Okula başladım başlayalı sayısal derslerde hiçbir zaman başarılı olamamışımdır ama sözel derslerden hep zevk almıştım. Burada da aynısı oldu. Tarih alanı benim için her zaman önemli olmuştur ve bu derslerde hep başarılıydım ama İSBL ile birlikte edebiyat benim için bambaşka bir anlam kazandı. Metin Necmi Hoca’nın derslerdeki yönlendirmesiyle “Zengin Mutfağı” gibi tiyatro oyunlarını, “Sabahattin Ali” öykülerini, “Orhan Veli” şiirlerini inceledik; yazarların, şairlerin kelimeler ile nasıl dans ettiğini, onlara nasıl şekil verip ne anlamlar yüklediklerini öğrenmiş olduk. Edebiyatın asıl gücünü o zaman öğrendim işte; anlam yaratmak! İlkokulda ve KSBL’de Türkçe ve edebiyat dersleri aslında edebiyat tarihinden başka bir şey değildi. Belki haksızlık yapıyorum ama şu andan geriye bakınca aklımda kalan görüntü o. Çoğu zaman şu şunu demiş, bu bunu yazmış şeklinde ilerlerdi dersler. Ancak İSBL’de öyle olmadı. Orada gerçekten “ben” olarak bir şeyler yapıyordum. Bir öyküyü, bir şiiri kimin yazdığını öğrenmekle ya da onu okumakla kalmayıp üstüne düşünüyorduk, kafa yorup bir öyküden ya da bir şiirden bambaşka bir yazı, bambaşka anlamlar ortaya çıkarıyorduk. Yine geriye dönüp bakınca, lise hayatımın en zevkli yıllarıydı. Hemen hemen her akşam az ya da çok bir şekilde kitap okuyordum. Yurdun çalıma odasında biraz kitap okuyup çokça anime izleyerek vakit geçirirdim. Gerçi tüm bu güzellikler içinde, o çalışma odasında birçok kitabımın çalınması gibi kötü bir anıya da sahibim ama olsun.

Lise biterken yeni bir rüzgara kapıldım; ütopyalar! Kim daha adil bir dünya, bir ülke, bir sistem hayali kurmaz ki? Bende çokça kurdum ve hala kuruyorum. Ancak ütopya arayışının sonu çoğunlukla distopyalarda biter. Neyse, o yaz başında Tekirdağ Çorlu’ya, orada öğretmenlik yapan teyzemin yanına gitmiştim ve bir gün Çorlu çarşısında gittiğim bir kitapçıdan bana elinde bulunan tüm ütopik-distopik kitapları vermesini istedim ve adam “Cesur Yeni Dünya”, “1984” ve Güneş Ülkesi gibi klasikler ile birlikte “Yüzyıllık Yanlızlık” romanını da bana, en kibar şekliyle, ütopya olarak sattı. Teyzemin evinde kaldığım o bir hafta on günlük sürede evinde bulunan “Kırmızı Pazartesi” adlı kitabı okumuştum ve bu benim “Gabriel Garcia Marquez” tarafından yazılmış, okuduğum ilk kitaptı. Yazarın adını “Yüzyıllık Yalnızlık” üzerinde de görünce diğer kitabın etkisiyle hemen okumaya başladım. Evet, bulduğum, okuduğum şey bir ütopya değildi ama yine de elimdeki sayfalardan dökülen hikayeye aşık olmuştum. “Büyülü Gerçeklik” akımının büyük ustası “Gabriel Garcia Marquez” ve benim için en kıymetli üç kitaptan biri olan “Yüzyıllık Yalnızlık” ile 2014 yılında böyle tanıştım. Bir gün Marquez ile tanışma hayalleri kurarken onun aynı yıl öldüğünü öğrenmem de fazla sürmedi. Ancak kararımı vermiştim; bir gün onun gibi bir yazar olmak istiyordum. Bu heves ve açlıkla yazdığı ve Türkçe’ye çevrilmiş olan tüm kitaplarını okumaya başladım.

Marquez ve diğer yazarların (Orwell, Maalouf, Coelho vs.) kitaplarını doya doya okuduğum üniversite dönemim de yine 2014 yılında başlamış oldu. Daha önce yeni yazarlar keşfetmeyi sevdiğimi söyledim mi emin değilim ama aslında yazarlar konusunda oldukça ketum biri olduğum söylenebilir. Şu ana kadar bazı belli yazarlara kafayı takmış durumdayım ve her ne kadar arada farklı kişilerden kitaplar okusam bile çoğunlukla bu yazarların kitaplarını bitirmeye çalışıyorum. Ha birde, aldığım bir kitabı benden önce biri okuyamaz; bu da böyle bir gelenek.

Lisans eğitimimi sürdürdüğüm dört koca yıl boyunca, hayatımın en yoğun okuma dönemini yaşadım. Burada kilit nokta ise kampüs ile evim arasındaki mesafeydi. Okulum Nişantaşı’ndaydı ki sonrasında maalesef oradan çıkarıldık. Ziyaret edecek, anılarını hatırlayacak bir okulunun olmaması çok acı bir durum. Üstelik ben bu durumu iki defa yaşadım. Geçen yaz Suşehri’ne ilkokuluma gittim. Daha doğrusu ondan arta kalanlara. Okul yıkılmış ve o kocaman araziye üç dört tane farklı okul yapılmıştı. Artık orası evim dediğim yer değil. Neyse işte, o zamanlar Nişantaşı’na giderdim dersler için ama asıl olay evimde; evim Kocaeli Çayırova’da, gerçi soranlara kolaylık olsun diye Gebze diyorum. Günde en az 5 saat git-gel yol demek bu. Oldukça uzun bir zaman ve okumak için çokça fırsat. Raylı sistemler ile çok özel bir ilişkim olduğu bir gerçek bu sebeple. Son yıllarda okuduğum kitapların neredeyse hepsi bu yolculuklar sırasında bitti. Evet ben, o toplu taşımada kitap okuyan tipim.

Bu yıl tez yazmak gibi bir süreç ile cebelleştiğim için, artık eskisi kadar çok roman okuyamıyorum. Çoğunlukla bilgi içerikli kitaplar ile süren seviyeli bir ilişki içindeyim. Ama bunun da kendine has güzel yönleri var; öğrenmenin verdiği bir zevk. Kurgu eserler, kişiye gerçek dünyanın sıradanlığından kaçma ve kendinden çok başka bir şey, bir kişi olma imkanı verir. Bilgi içerikli eserler ise okudukça, içinde yaşadığımız bu dünyanın farklı bir yüzünü gösterir bize; yepyeni şeyler öğretir. Ben mesela; bu yıl, bolca Japonya bilgisi ile doldum taştım adeta.

Marquez’e geri dönecek olursak; an itibariyle Türkçe çevirisi yapılmış tüm kitaplarını okudum, biri hariç. Otobiyografisi! Onu da kendimi yazmaya hazır hissettiğim zaman okumak istiyorum. Ustadan son bir tavsiye şeklinde. Belki bir gün onun kadar sevilen ve önemli bir yazar olurum. Belki bir gün, bende yazdıklarımla birinin hayatına dokunur, onun için bir ışık yakarım. Belki bir gün, bende ölümsüz olurum. Tüm ölümsüzlere saygımla...

Kazan 


Yorumlar