ANILARI YEMEK

 


Yemek! İnsanın, aslında tüm canlıların temel ihtiyacı. Yemek olmadan olmaz; yemeden hayatta kalmamızın imkânı yok. Evet, öncelikle hayatımızı sürdürmek, yani doymak için yemek yeriz ama bir noktadan sonra sadece doymak ve hayatta kalmak yetmemeye başlar. Yediğimizden zevk almak, yoğun bir haz duymak isteriz. Zaten bu haz duygusu, arayışı değil midir bunca farklı mutfağın ve de yemek tarifinin ortaya çıkmasını sağlayan? Farklı tatların, baharatların, ürünlerin ve de tekniklerin birleşimi ile ortaya çıkan yemeklerin bize sunduğu muazzam hazlar vardır; bir yemeği ilk defa tattığınız anda damağınızda uyandırdığı o his vardır. Bir de anılar ile gelen başka bir haz vardır ki bence en güzeli de her daim odur. Öyle bir hazdır ki o, bazen yemediğiniz bir yemek bile sizin için bir mutluluk ve tebessüm kaynağıdır; onu bir gün yiyeceğiniz, önem verdiğiniz kişiler ile yiyeceğiniz anın hazzı.




Örneğin yıllar önce, daha Suşehri YİBO’da bir öğrenci ve cebinde beş kuruş harçlığı olan bir çocukken, arkadaşlarım ile birlikte, hani şu kasaplarda vitrinde pişirilen piliçler vardır ya, bir gün onlardan alıp yemenin hayalini kurardık ki hiçbir zaman da bunu yapıp birlikte o tavuğu yiyemedik. Ancak ne zaman bir kasabın önünden geçsem, bugün bile, o tavuğun kokusu beni alıp o ilkokul çocuğunun anılarına götürür; ha bu arada, kızarmış bir bütün piliç 40₺ olmuş. Buna ne demeli ne yapmalı bilemiyorum.




Bir diğer örnek olarak da Alman Pastası (ya da Alman pastası?) diye anılan tatlıyı verebilirim. Yine orta sonda olduğum zamanlardı. Gündüzleri okulda olduğumuz yetmezmiş gibi, hani adeta birer yarış atıymışız gibi, akşamları ve hafta sonları da dershaneye giderdim/giderdik; dershanemizin adı da “Lider Dershane”ydi; hatırladığım kadarıyla Sivas Merkez’deki dershanenin Suşehri şubesiydi ve karı koca öğretmen bir çift tarafından yönetilirdi ki her ikisi de matematik öğretmeniydi. Ancak o dershaneden en net olarak hatırladığım sima Türkçe öğretmenimizdir. Elbette adı konusunda çok da emin değilim ama sanırım Ferhat’tı. Ferhat Hoca, bize ara ara şiirler okur, özgün müzikten bahsederdi. Baya havalı olduğunu düşündüğüm biriydi ki “Mona Rosa” şiirini de ilk defa ondan dinlemiştim. Acaba Ferhat Hoca şimdilerde nerededir? Neyse, yemek konusundan uzaklaşmadan devam etmek lazım yoksa anılar bitmek bilmez. Asıl konuya dönecek olursak; benden dört buçuktan beş yaş küçük kız kardeşim de benimle birlikte yatılı okuldaydı ve ara ara, okula dönerken dershane binasının karşısındaki küçük pastaneden, birlikte yemek için, birer Alman Pastası alırdım. O zaman o pastayı yemek inanılmaz bir zevk verirdi; kardeşimle yaptığımız özel bir şeydi çünkü her canımız istediğinde yiyebileceğimiz bir şey değildi alman Pastası ve o anın özelliği, bugün bile yediğim her pastada tekrar tekrar damağıma ve de zihnime vurur; adeta anıları yemek gibidir o his ama toparlamak lazım çünkü bu yazının konusu kesinlikle ne o tatlı ne de tavuk değil ama işte anlatmak biraz da böyledir; kervanı yolda düzdürür insana ama elbette kervanın da bir varış noktası olmalı.

Mesele ne pasta ne de tavuk değil dedim ama elbette yine de o yatılı okulda okuyan çocukla alakalı; sonuçta anıların getirdiği bir yeme hazzından bahsediyorum. Bundan on üç yıl önce, on dört yaşında, orta son sınıf öğrencisi bir ergen olduğum vakitlerde, kafayı asker olmak ile fena bozmuştum. Derdim kederim askeri lise sınavlarına hazırlanmak ve de sınavı kazanıp subay olmaktı. Sonuç olarak o hayal tutmadı ve bugün SBTÜ’de bir öğretim görevlisi oldum ama sınav için geçen süreç bana yemekle ilgili yıllara yayılan bir başka haz duygusu ve de anısı kazandırdı. Dediğim gibi, ben Suşehri’nde okuyordum ama askeri lise sınav kayıtları sadece Sivas Merkez’de yapılıyordu; yani merkeze bir yolculuk şarttı ki ben o yaşıma kadar merkeze hiç gitmemiştim. Sınava bizim okuldan beş ya da altı öğrenci katılacaktı ve ayrı ayrı gitmek yerine hep birlikte tek bir günde gitmeye karar verdik. İsim hafızam berbat olduğu için adını unuttum, affetsin, Okan adlı arkadaşımın babası, sorumlumuz olarak bizi alıp Sivas’a götürdü. Sabah Şuşehri’nden ya Kılıçkaya ya da Huzur olması lazım ki artık birleşmiş durumdalar, iki firmadan birinin minibüsüne binip Sivas’a doğru yola çıktık ve bir buçuk-iki saat sonra da Merkez’e vardık. Bu arada, bir ara da bu yol ve zaman konusu üzerine konuşmak lazım; yani coğrafyanın zaman-mekân algımızı nasıl şekillendirdiği üzerine. Ancak dediğim gibi, başka bir ara.

Neyse işte; Sivas Merkez’e vardık, kayıtlar Selçuk Anadolu Lisesi’nde yapılıyordu ki kendisi Sivas’ın önemli ve köklü liselerinden birisidir, oraya gittik, belgelerimizi teslim ettik ve o meşhur Cumhuriyet Meydanı’ndan geçerek Bağdat Caddesi üzerinde, Kepçeli Opet olarak anılan benzin istasyonunun arkasına, o zaman ilçe minibüslerinin yazıhanelerinin bulunduğu noktaya geldik ki artık orada bulunmuyorlar. Şehirler arası otobüs terminalinin yanındaki köy ve ilçe garajının içindeler. Yazıhanelerin oraya varmasına vardık ve sefer saatini beklemeye başladık ama gel gör ki sabahtan itibaren süren koşturmaca ve geçen zaman, normal olarak hepimizi acıktırdı. Dedim ya; insanız, canlıyız, yemeğe ihtiyacımız var. Bu arada sanırım hatırladım; Okan’ın babasının adı Tuncay’dı. İşte, yazıhanelerin orada beklerken yandaki mekânda Tuncay Abi hepimize kır pidesi ısmarladı. Yani daha doğrusu ya o yediğimiz şeyi kır pidesi sanıyordu ya da bunca yılın ardından anıların bir kısmı benim için bulanık hale gelmiş ve zihnim bana küçük bir oyun oynamış ama ben çok emin bir şekilde Tuncay Abi’nin hatalı olduğunu düşünüyorum. Bu konuyu neden uzatıyorum derseniz? Bugün, yani 1 Nisan 2022 Cuma günü aynı mekâna gittim ve kır pidesi istedim ve aldığım cevap, “Biz normal etli pide yapıyoruz” oldu. Dürüst olmak gerekirse, bu cevap benim için bir hayal kırıklığıydı. Sonuçta o pide, benim Sivas Merkez’deki ilk yemeğimdi ve bunca yıldır yanlış bir adlandırma ile zihnimde kodlayıp durmuşum. Sahi, kır pidesi ile normal etli pide arasındaki fark nedir? Eğer ben kır pidesi yemediysem, kır pidesi nasıl bir şey? Bir cevap veren ve iyi kır pidesi nerede yenir gibi bir yanıt sunan olursa sevinirim. Neyse, gelelim ikinci hayal kırıklığına; ben oturduğumuz mekânı salaş bir kebapçı gibi hatırlıyordum ama burası bildiğin dümdüz bir fırınmış. Sanırım o zamanlar, havalar sıcak olduğu için kapı önüne birkaç masa atmışlardı. Şimdi diyeceksiniz ki, “Madem beğenmedin, madem anı fos çıktı, ne demeye bunca anlattın da bir sürü laf kalabalığı yaptın” ama merak etmeyin. Küçük bir hayal kırıklığı ile başlamış olsam bile sonu güzel bitti ki bana bu yazıya başlama şevki geldi.

Söz veriyorum toparlayıp pidenin tadına geleceğim ama sizden biraz daha sabır isteyip bu noktada zamanda biraz daha geri gitmek istiyorum. Bundan yaklaşık üç ay önce, işsiz ve harıl harıl, çaresizce iş arayan bir akademisyen adayı olduğum dönemde, Sivas Bilim ve Teknoloji Üniversitesi’nin UZEM’de görevlendirmek üzere öğretim görevlisi ilanı verdiğini gördüm. Dürüst olmak gerekirse, bir yanım bu ilanı görmezden gelmemi çok şiddetli söyledi çünkü 2009 yılında Sivas’tan çıkıp liseye başlamak için Kocaeli’ye gittiğimde kendime söz vermiş ve geri dönmeyeceğimi söylemiştim. Bu sebeple tekrar Sivas’ta olma düşüncesi beni inanılmaz derecede korkutuyordu. Sanki yenilmişim gibi bir histi ama bir yandan da hayatımın gerçeği bana başka bir şey söylüyordu; gençtim, işsizdim, paraya ihtiyacım vardı ve de zaman inanılmaz bir şekilde hızla tükeniyordu. Bu çatışmalar içerisinde başvuru dosyamı hazırlayıp yolladım. Sınava çağırdılar, geldim, sınavı kazandım ve işe başladım. Şimdi ise iş yerindeki ikinci ayım dolmak üzere ve zaman gerçekten korkunç bir şekilde hızlı akıyor.

Neyse Sivas’a gelmek ve burada yaşamaya başlamak, işe gidip gelirken her gün Bağdat Caddesi’nden ve o benzin istasyonundan geçmek, haliyle anılarımı depreştirdi. Kendi kendime sürekli olarak o mekâna gidip tekrar pidenin tadına bakmam gerektiğini söyleyip durdum ama ya kimi zaman gerçekten fırsat bulamadım ya da yolumu değiştirmek için fazla yorgun hissettim; bilemiyorum belki de o anının zihnimdeki tadını yitirmekten korktum. Ancak ne derler; korkunun ecele faydası yoktur. Sonunda, bugün oraya gittim ve o pideyi yedim. Sanırım bunun için babaanneme ve de yemek yemek için ilk girdiğim mekânın kalabalık oluşuna bir teşekkür borçluyum. Şöyle ki babaannemin canı taze çekilmiş kahve istemiş ama ben bunu perşembe akşamı oldukça geç öğrendiğimden ve cuma sabahı da kahve dükkânı kapalı olduğu için yemek molasında üniversite bölgesinden çarşıya dönüş yaptım ki kahveyi alayım. Gidip kahveyi aldıktan sonra da çarşıya kadar gelmişken yemeği de orada yemek istedim ama malum hala pandemi dönemindeyiz ve girdiğim dönerci hem çok küçük hem de aşırı kalabalıktı ve açıkçası o kalabalığın içinde oturmak istemeyerek kendimi caddeye attım ve benzin istasyonuna oldukça yakın olduğumu fark edince de bir cesaret, anımı yemeye meylettim.

Evet, yediğim şey bildiğimiz kıymalı pideydi ve mekânda bir lokanta değil, bildiğin ekmek fırınıydı ve o sıcasık, fırından taze çıkmış pidemi dükkânın içinde bir köşede, altıma çektiğim bir taburede oturarak yedim ama kesinlikle buna değerdi. Zaten bence önemli olan mekânın konforu değil, yemeğin lezzetidir. Açıkçası, pide tıpkı anılarımdaki gibi lezzetliydi. Her ısırıkta, her bir dilimde, tekrar tekrar anılarıma doğru uzun bir yolculuğa çıktım ve o yatılı okul çocuğuna dair uzun zamandır unuttuğum ya da zihnimin odalarında çok gerilere attığım birçok şeyi hatırladım. Kimi hüzünlü, kimi eğlenceli birçok anı ile doldum ve bu haz kesinlikle paha biçilemez. Bu sebeple de o fırında çalışan ustalara, anılarımdaki lezzeti bunca yıldır korudukları için teşekkür etmek istiyorum ve sen, sevgili okurum, eğer bu noktaya kadar sabırla yazımı okuduysan, olurda bir gün yolun Sivas Merkez’e düşerse, biliyorum ki bu pide senin için sadece sıradan bir etli pide ama mutlaka o fırına uğrayıp bir sipariş ver, pişman olmayacaksın. Şimdiden afiyet olsun. Bakarsın, belli mi olur, belki senin de yiyecek anıların olur…

Kazan (01/04/2022-06/04/2022)

Yorumlar