İFL 2021-XVII



161) The Spirit/Frank Miller (2008): Işık kullanımı ile dikkat çeken modern bir “Kara Film” örneği. Yani bir kara film olarak anılması için gereken birçok şeye sahip. Suça saplanmış, kasvetli bir şehir; şehrin koruyucusu olan bir dedektif; onu yok etmeye çalışan bir düşman ve elbette bu tarz filmlerin olmazsa olmazı “Femme-Fatale” kadın karakterler. Ancak klasik kara film örneklerinden bu filmi ayıran temel unsur, ana karakterlerin süper güçlü, neredeyse ölümsüz kişiler olmaları. Hem “Ruh” hem de düşmanı “Ahtapot”, öldürülmesi neredeyse imkansız iki varlık ve bu durum, filmi fantastik bir noktaya çekiyor. Yani kısacası elimizde fantastik bir kara film var ve filmi seyretmesi görsel açıdan çok lezzetli; ışık ve gölge kullanımı ile yaratılan atmosfer, bana göre filmin en kuvvetli, en ilgi çekici yönü. Zaten bildiğim kadarıyla “Frank Miller”, çizgi roman kökenli bir yönetmen ve onun bu geçmişi, filmde de etkisini yoğun olarak hissettiriyor. Filmi ayrıntılı araştırmadım ama hikayesi doğrudan çizgi roman uyarlaması bile olabilir. Meraklısı araştırır sanırım ama ben kendi adıma, yönetmenin “Sin City” filmini de muhakkak izlemeye karar verdim. Bakalım bu görsel atmosfer o filmde de lezzetli gelecek mi bana? Şimdiden herkese iyi seyirler.



162) The Harder They Fall/Jeymes Samuel (2021): İyi bir “Western” izlemeyeli uzun zaman olmuştu. O yüzden de bu film baya baya iyi geldi. Ben zaten kovboy filmi severim ve bana iyi bir serüven, güzel bir hesaplaşma verdiğin zaman beğenme eşiğim oldukça düşüktür ki bunu da beğendim ve hatta sevdim. Yani açıkçası fragmanı ilk gördüğümde acaba mı diye düşünmedim değil çünkü Amerikan tarihine çok hakim değilim ve siyahi kovboylar etrafında şekillenen bir hikaye olduğunu görünce de acaba alternatif bir dünya kurgusu mu var dedim ama “Idris Elba” gibi bir ismi “Rufus Buck” karakteri ile filmde görecek olmak “Hadi dostum, bir şans ver.”, diye düşündürdü ve iç sesime kulak vermem iyi bir tercih olmuş. Film beni gerçekten tatmin etti. Rufus Buck ile “Nat Love” adlı kanun kaçaklarının kapışması, gerçekten de bildiğimiz “Vahşi Batı”ya yakışır bir anlatıydı ve üstelik klasik kovboy filmlerinde göz ardı edilen siyahi Amerikalıların o dönem koşulları hakkında da bir eleştiri mevcuttu. Sonuçta onlar şeytanı görmüşlerdi ve şeytan kesinlikle beyazdı.



163) Türünün Son İki Örneği/David Silverman (2021): İki haftada bir pazar günleri ailecek pizza gecesi yaparız ve pizza gecesi demek, aynı zamanda da sinema gecesi demektir. Tabi evde 11 yaşında bir kardeş ile yaşadığın zaman her önüne gelen filmi izlemek gibi bir şansın olmuyor. Daha çok onunla izleyebileceğin filmlere yöneliyorsun ki bunlar da çoğunlukla animasyon oluyor ki ben animasyona bayılırım ve bu durumla hiçbir derdim yok. İşte bu denklem sebebiyle pizza gecemizin son kurbanı bu film oldu. Açıkçası çok büyük bir beklentim yoktu bu filmden, yani en azından başlarken ama sonrasında gerçekten keyif aldım. Beni gerçekten eğlendirdi ve içten kahkahalar atıp rahatlamama yardımcı oldu. Şimdi adlarını unuttuğum iki kemirgen, 1875 yılında Pasifik Okyanusu’nda bir adada, diğer türdeşleri ile yaşamaktadırlar. Bu kemirgenleri farklı kılan ise gövdelerinin simit şeklinde olmasıdır; yani göbeklerinde koca bir delik vardır. Hikayeyi kısaca özetlemek gerekirse; bu kemirgenlerin ikisi, yani ana karakterler, adanın sarp kayalık bölgesinde festival için çiçek toplarlarken yanlışlıkla devasa bir çiçeğin içine düşerler ve bu sıradan bir çiçek değildir, bir zaman çiçeğidir. Zaman çiçeği, bu iki kemirgeni günümüze ışınlar ve ikili, yeni geldikleri zaman diliminde soylarının tükendiğini öğrenirler. Onlar geleceğe ışınlandıktan hemen sonra ada yok olmuş ve türleri tamamen son bulmuştur. Şimdi yapılması gereken ise zamanda yolculuğa çıkarak türlerinin geleceğini ve soydaşlarını yok olmaktan kurtarmaktır. Zaman yolculuğu teması her daim ilgi çekicidir ve bu film de onu kendince farklı bir biçimde yeniden üreterek daha da eğlenceli kılmış. Ben filmi izlerken gerçekten eğlendim ve yediden yetmiş yediye herkese de tavsiye ederim; güzel vakit geçirmek için iyi bir tercih.



164) Dotonborigawa/Kinji Fukasaku (1982): Boşuna bugünün işini yarına bırakma dememişler. Bu filmlerin notunu izler izlemez almış olsam hiçbir sorun olmazdı ama şimdi acayip üşeniyorum. Yine de son bir gayret ile bitireyim ki daha fazla film izledikçe birikme olmasın. “Bu film neyi anlatıyor?”, diye sorarak başlıyorum. Aslında üç erkek karakter etrafında şekillenen bir hikaye diyebilirim. Tam adını hatırlayamadığım ama herkesin Kuni-chan diye seslendiği 19 yaşındaki bir sanat okulu öğrencisi, annesinin ölümünden sonra kimsesiz kalır ve Masao adlı arkadaşının babasının çay dükkanında işe girer. Dükkan sahibinin kendi oğlu ile arasında problemler vardır ama öz oğlu ile ilişkisinin aksine Kuni’ye tam bir baba şefkati ile yaklaşmakta ve onun okulu bitirmesi için teşvik ve destek sağlamaktadır. Masao ile arasındaki problemin sebebi ise Masao’nun takıntılı şekilde bilardo oynamasıdır. Ancak babayı asıl kızdıran şey oğlunun bilardo maçlarında bahis oynaması yani kumara bulaşmış olmasıdır. Masao ise babası eskiden efsanevi bir bilardocu olduğu için onu geçmek için yanıp tutuşmaktadır. Bu durum, baba ile oğlun arasını açar. Kuni ise sokakta resim çizdiği bir gün üç bacaklı bir köpeğin peşinde koşan, kendisinde 10 yaş büyük ama oldukça güzel bir kadına yardımcı olur ve kadından çok etkilenir. Sonrasında ise patronu onu alıp kadının içki dükkanına götürünce tanışmış olurlar. Yani daha doğru bir anlatımla bu film, bir baba-oğul çatışması ile bir aşk hikayesi anlatmaktadır. Hikayenin arka planında ise ana karakterlerin yaşadığı bölgede çalışan seks işçilerinin durumu yansıtılmaktadır. Ancak kişisel olarak bu filmin bende önem kazandığı nokta bilardo oldu. 27 yaşındayım ve hiç bilardo oynamadım veya oynamaya, öğrenmeye dair hevesim de olmadı ama bu film bittikten sonra içimde bu oyuna/spora karşı bir ilgi uyandı. İlk fırsatta oynamayı öğrenmek istiyorum.



165) The Number 23-23 Numara/Joel Schumacher (2007): Çocukluğumun kabus filmlerinden biri. “Jim Carrey” denildiği zaman, insanın aklına çoğunlukla “Budala Dedektif (1994)”, “Maske (1994)”, “Yalancı Yalancı (1997)”, “The Truman Show (1998)” veya “Aman Tanrım (2003)” gibi filmler gelir. Yani en azından bu filmi ilk izlediğim akşama kadar benim için durum bu şekildeydi. Çok iyi hatırlıyorum, “Kanal D”de yayınlanmıştı ve filmin ne tür bir şey olduğu hakkında hiçbir fikrim olmadan, sırf Jim Carrey’i gördüm diye izlemeye başlamıştım. Ancak o zaman için beni çok geren bir film olmuştu; dürüst olmak gerekirse “23” lanetinin bana bulaşacağından korkmadım desem yalan olur. Zaten o sebeple de yarım bırakmıştım. Bitirmek bu güne kısmet oldu diyelim. Açıkçası Jim Carrey’nin komedide çok iyi olduğu bariz bir şey ama fırsat verildiğinde, daha karanlık veya dram yüklü rolleri de alıp götürecek bir adam. Onu izlemeyi seviyorum, bana sinemayı sevdiren figürlerden birisi de odur. Ha bu arada film bu sefer o kadar korkutucu gelmedi.



166) Hırsızlar Ordusu/Matthias Schweighöfer (2021): Ludwig Dieter” karakterini “Army of the Dead (2021)” filminde çok sempatik bulmuştum ve onun hikayesine odaklanan bir öncül film izlemek iyi oldu. Filmin benim açımdan oldukça eğlenceli geçtiğini söyleyebilirim. Tamam elbette bu bir “Ocean’s” serisi değil. O derece bir soygun hikayesi beklemeyin ama takılmadan, fazla zorlamadan akan bir hikayesi var. Filmi asıl güzel kılan Dieter’in Sebastian’dan Dieter’e dönüşme süreci. Film Hans Wagner adlı kasa ustasının yarattığı dört mükemmel kasanın hikayesi üzerine kuruluyor ki bu kasaların dördüncüsü ve en zorlusu, Dieter’in önceki filmde, Las Vegas soygununda açtığı kasa. Bu filmde ise sevgili sempatik Dieter, acemi bir çilingir olarak suç dünyasına adım atıp bir soygun çetesi ile Avrupa’nın üç farklı noktasında Wagner’in ilk üç kasasını açmak için bir maceraya atılıyor. Ancak onun derdi para falan değil, o sadece kasaları açmak, bunu yapabileceğini kanıtlamak istiyor; hem kendisine hem de sevdiği kadına.



167) Bekle Bizi Vahşi Doğa!/Clare Knight-Harry Cripps (2021): Bu animasyon film, bizi alıp Avustralya’daki bir hayvanat bahçesine götürüp oradaki “kötü” hayvanların hikayesine dahil ederken, aynı zamanda da birçoklarımızı da çocukluğuna götürdü ya da götürmüştür herhalde. Şöyle ki çocukluğumda belgesellerini izlediğim bir hayvan bilimci veya uzmanı vardı; Avustralyalı bir adam. Sarışın ve de şortlu bu adam, yılanları kovalar, timsahlar ile güreşirdi. Şimdi adını hatırlayamadım ama sanırım kim olduğunu anladınız; bir vatoz saldırısı sonucu ölmüştü. Ölüm haberini izlediğimde üzülmeden edememiştim; yani bir noktada süper kahraman gibi bir şeydi o adam. Neyse işte, filmdeki karakterlerden birisi, yani hayvanat bahçesini işleten adam, tam olarak bu bahsettiğim kişiden esinlenmişti ve film, bu yönüyle benim için çok nostalji yüklü oldu. Başka bir gözle izledim diyebilirim. Filmin konusu ise günlük hayatta zehirli oldukları için ürktüğümüz yılan, örümcek, kertenkele ve akrep gibi hayvanlar etrafında şekilleniyor. Filmimizin ana karakterleri olan bu hayvanlar, yaşadıkları hayvanat bahçesinden kaçmaya karar verirler çünkü hayvanat bahçesinin sahibi onları gösterilerinde kullanmakta ve her birini tehlikeli, zehirli, ölümcül ve de kötü olarak yansıtmaktadır. Diğer taraftan hayvanat bahçesinde bir tane de koala bulunmaktadır ki o da bizim ekibin tam zıttı olarak karakterize edilir; iyi ve de sevimli. Oysa doğada iyi veya kötü yoktur ama elbette bu bir film olduğu için karakterlerin insani özellikleri var. Kötü diye yansıtılan hayvanlar aslında iyidir ama sevimli koala ise tam bir baş belası. Ekip parktan kaçmaya karar verdikleri gece koalaya yani Yakışıklı’ya yakalanırlar ve kendilerini ele vermesin diye onu da kaçırırlar. Ancak işler sandıkları gibi kolay olmayacaktır çünkü parkın sahibi ile oğlu peşlerine düşecektir. Böylece bir kedi fare oyunu başlamış olur. Farkındayım çok dağıldım ama kısaca toparlamak gerekirse; bu film, bizi biz yapanın dış görünüşümüz değil, karakterimiz olduğunu söylüyor. İyi veya kötü olmak, nasıl göründüğümüz ile değil, ne yapıp ne yapmadığımız ile alakalı. Bizi var eden bedenimiz değil, tercihlerimizdir. Böyle diyerek bitirmiş olayım ama şunu da not düşeyim; filmdeki çirkin hayvanlar gizli cemiyeti olayına bayıldım. Dışlanmışlığı, toplum dışına itilmişliği hatırlatan bir yapı. İzleyin derim, eğlenceli bir film.



168) Blood Simple-Kansız/Joel Coen-Ethan Coen (1984): Güzel bir suç filmi. Karısının kendisini aldattığından şüphelenen bir adam, bir dedektif tutar ve dedektif de şüpheyi kanıtlar. Adamın karısı ile barında çalışan elemanı birliktedir. Gerçeği öğrenen adam, öncelikle kendisi gidip karısına saldırır ama bu girişimden kırık bir parmak ve ondan daha beter kırılmış bir gurur ile zararlı çıkan kendisi olur. Ancak durumu hazmetmek, yaşananları unutup hayatına devam etmek onun için mümkün olmaz. Tekrar gidip dedektifi bulur ve karısı ile aşığını öldürmesi için bir teklifte bulunur. Dedektif bu işi kabul eder ama aşık çifti gerçekten öldürmez. Gece eve gizlice girip kadının tabancasını çalar ve çiftin de birkaç fotoğrafını çekip bunların üstünde oynayarak işverenine onları öldürdüğü yalanını söyler. Adam fotoğraflara inanıp ödemeyi yaptıktan sonra ise dedektif, sürpriz bir şekilde adamı vurur; hem de kadından çaldığı tabanca ile. Dedektifin planını bozan ise bara gelen aşıktır. Para çalmak için bara gelen aşık, patronunun ölüsünü ve de silahı bulunca sevdiği kadının bunu yaptığını düşünüp cesetten kurtulmaya karar verir ama umulmadık bir şey vardır; patron henüz ölmemiştir. Aşık bunu yolda fark eder ama yine de adamı bir tarlaya götürüp canlı canlı gömer. Bu sırada da dedektif çakmağını barda unuttuğunu fark eder; üstelik patrona gösterdiği sahte fotoğraflardan birisi de eksiktir. Patron o fotoğrafı kasaya kitlemiştir. Dedektif bara gider ama kasayı açamaz. Bu sırada aşıkların da arası açılır çünkü yanlış anlaşılma yüzünden adam kadının kocasını gerçekten öldürmüştür. Böylece durumu netleştirmek isteyen aşık bara geri döner ve ortalığı kolaçan edip kasayı açıp fotoğrafı bulur. Dedektif ise pusuda beklemektedir ve kendi paçasını kurtarmak için aşıkların peşine düşer. Adamı öldürmeyi başarır ama kadın tarafından da öldürülür. Yani şanssızlıklar ve yanlış anlamalar sonucunda bir grup insan birbirini öldürmüş olur. Sakin ilerleyen ama sakinliği sıkıcılığa dönüştürmeyen bir film. Güzeldi.



169) Scoop/Woody Allen (2006): CGI teknolojisine sırtını dayamış durumdaki günümüz popüler sinemasını düşündüğümüz zaman, “Woody Allen” filmleri benim için hep bir dinlendiricilik barındırıyorlar. Yanlış anlamayın; ben CGI olayına ve sinemanın giderek olmayanı var gösterme, gerçeği yeni baştan yaratma gücüne hayranım ama her filmin de öyle olmasını istemem. Bu, şöyle bir his; koşmayı seversin ama yürümek de güzeldir; bira içersin ama bazen de kahve istersin veya sevgilin ile sevişmek zevklidir ama bazen sadece durup ona bakmak ya da sadece elini tutmak istersin. İşte Woody Allen filmleri de böyle; yürümek gibi, kahve içmek ya da el ele tutuşmak gibi. “Scoop” da yine dinlenerek izlediğim bir film oldu. Aslında yönetmenin tüm filmlerini izlemek isterim ama o kadar çok filmi var ki hepsini izlemek hayli zaman alır. Neyse; bu film özeline dönelim. Hikaye, üniversite öğrencisi amatör bir gazeteci etrafında şekilleniyor. Bu Amerikalı genç kız, bir arkadaşının misafiri olarak Londra’ya gider ve orada da kariyerinin en büyük haberini yakalar. Tabi elbette iki önemli kişinin destekleri ile bunu başarır. Bu kişilerin birisi hayalet, diğeri ise bir sihirbazdır. Hayalet, daha yeni ölmüş ünlü bir gazetecidir ve mesleğine aşırı derecede bağlıdır; öyle ki öte dünyaya onları taşıyan teknede bir kadından aldığı bilgiler ile Tarot Katili diye anılan seri katilin peşine düşer. Elbette bunu, ölü olması sebebiyle, tek başına yapması mümkün değildir. Çözümü ise genç gazeteci adayına musallat olmakta bulur. Bu musallat olma durumu ise tam sihirbazın gösterisi sırasında olduğu için o da, istemeden de olsa, sürece dahil olmuş halde bulur kendini. Böylece hayaletin yönlendirmeleri ile birlikte, aklı havada gazetecimiz ile takıntılı sihirbazımız seri katilin peşine düşerler. Bir buçuk saatlik eğlenceli bir film. İzlediğime gerçekten mutlu oldum.



170) Coming to America-Amerika Rüyası/John Landis (1988): Açıkçası bu filmi izlememin tek sebebi “Eddie Murphy”yi sevmem çünkü geçen yıl yine onun başrolünde yer aldığı “Coming 2 America” filminin fragmanını görmüştüm ve izlediğim şey ilgimi uyandırmıştı ama elbette bahsi geçen yapım bir devam filmi olduğu için öncülünü izleme gereksinimi duydum. Peki izlediğim şey beni tatmin etti mi? Dürüst olmak gerekirse, hayır. Yani komedi olmasını umduğum bir filmde hiç gülmedim desem yeridir ama en azından hikayenin sıkıcı olmadığını veya en azından tanıdık olduğunu söyleyebilirim. “Yeşilçam” filmlerinde çokça gördüğümüz klişelerden işte. Zengin çocuk, gerçek aşkı bulabilmek için refah dolu hayatını terk eder; idealist genç bir kız ile tanışır ama ona gerçek kimliğini söylemez. Birbirlerini tanıyıp aşık olurlar ama sorasında kız sevdiği adamın ona yalan söylediğini öğrenip ilişkiyi bitirir. Ancak sonuçta yine bir araya gelip zenginlik içinde yaşayıp giderler; mutlu son! Tabi bu film özelinde zengin çocuk Afrikalı bir prens ve aşkı bulmak umuduyla ABD’ye gelir. Filmle ilgili kesinlikle unutmayacağım tek şey ise “Tarantino” ve “Marvel” filmleri ile çok geniş bir kitlenin gönlünde taht kuran “Samuel L. Jakson”ın da rol almış olması; tek sahnelik bir rol ama onu genç hali ile izlemek garip ve de heyecan vericiydi. Sonuç olarak filmi illa da önermem ama yine de siz bilirsiniz.


Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.


Kazan

Yorumlar