İFL 2021-XVI

 


151) Injustice/Matt Peters-Ian Rodgers (2021): Güzel ama yetersiz bir film. Video oyunlarında ve onca çizgi roman sayısı boyunca anlatılmış birçok hikaye es geçilmiş ve işin özü, 1 saat gibi bir sürede anlatılmak istenmiş. Yani, mesela “Batman: The Long Halloween” filmleri gibi bölüm bölüm bir anlatım tercih edilebilirdi ve şöyle 5 filmlik falan bir seri olabilirdi ama şu an hissettiğim şey, gül gibi konuyu boşa harcamış oldukları gerçeği. Zaman kısıtından ötürü her şey çok hızlı ve eksintili ilerliyor bu filmde. Tamam, “Joker”in “Lois Lane”i öldürmesi, ardından da tüm “Metropolis” şehrini havaya uçurması falan oldukça etkili bir başlangıçtı ama sonrasında işler fazlasıyla hızlı ilerledi ve Superman, daha ciddi manada psikopata bağlayamadan mağlup edildi. “DC” evreni çok geniş ve birçok özel karakter barındırıyor; üstelik bu geniş karakter yelpazesi, orijinal hikayede çok etkili bir şekilde kullanılıyor ve aşırı zengin bir anlatım ortaya çıkıyor. Ancak bu film çok yetersiz. Sanki açık büfe kahvaltılı bir otelde zeytin peynire talim etmişsin gibi bir şey. Sanırım o kadar da sevmedim bu filmi. Evet evet, kesinlikle sevmedim, tam bir hayal kırıklığı. Umarım yeni başlayan animasyon film evreninde bu konu çok daha etkili bir biçimde işlenir ve güzel bir “Injustice” hikayesi izleyebiliriz.



152) The Mummy-Mumya/Stephen Sommers (1999): Sinema denen sanatı ya da eğlenceyi sevmemde kilit rol oynayan filmlerden birisidir bu film. Yatılı okul yıllarımda, hafta sonları köylerine gitmeyip yurtta kalan öğrenciler için nöbetçi öğretmenler zaman zaman film gösterimleri düzenlerlerdi. Bu filmi de ilk olarak o vesileyle izleme şansı buldum ve sonrasında da defalarca ama gerçekten defalarca daha izledim. Ben, yedi yıl boyunca yatılı okulda okudum ve tüm bu zaman boyunca, o okul içerisinde birçok film izleme şansı buldum ama kesinlikle aklımda kalan ilk birkaç filmden birisi budur. İkinci sınıfa başladığım yıldı ve ilk defa yatılı okulda kalıyordum. Açıkçası, 8 yaşında bir çocuğun evinden, ailesinden uzak kalması ve bununla baş etmesi oldukça güç ama benim imdadıma filmler yetişip bana yepyeni bir dünyanın kapılarını açtılar. “The Mummy (1999)”, bu bağlamda benim için her daim özel bir filmdir. Yeniden izlemek beni mutlu etti. Şimdiye kadar izlememiş olan varsa, bir göz atın derim; güzel bir film. Tabi şimdi tekrar izleyince birkaç eksik noktası olduğunu düşündürttü bana ama bu film, benim için teknik veya hikayesel aksaklıklarından çok daha öte bir şey; özel ve güzel bir anı...



153) The Mummy Returns-Mumya Geri Dönüyor/Stephen Sommers (2001): Eee şimdi ilk filmi izlemişken devam filmini izlememek de olmazdı. Açıkçası ilk filmi mi yoksa bunu mu daha çok seviyorum emin değilim ama şundan fazlasıyla eminim ki “Rachel Weisz” bu filmde çok çok daha güzel. Kaşlarının şekli bir insanın görünüşünü gerçekten etkiliyormuş. Dürüst olmak gerekirse çocukluğumda bu seriyi izlerken kadın başrolün ikinci filmde değiştiğini düşünüyordum; gerçi üçüncü filmde gerçekten de değişiyor. O yüzden üçüncü film konusunda içim hep biraz buruktur. Ancak 1999 ve 2001 yıllarında aynı başroller ve yönetmen ile yapılan bu filmleri seviyorum. Yine de, bir gün cesaret edebilirsem, orijinal mumya filmini/filmlerini izlemek istiyorum; yani erken dönem Hollywood korku sineması örneği olan Mumya ile tanışmak ilginç bir tecrübe olabilir.



154) Rush Hour-Bitirim İkili/Brett Ratner (1998): Eski dostlardan ilerlemeye devam. “Jackie Chan”, oldum olası çok sevdiğim bir aktör olmuştur. Sanırım özellikle filmleri bittikten sonra çekim hatalarının gösterilmesi ve o inanılmaz hareketlerin hepsini gerçekten kendisinin yapıyor oluşu, bu hayranlığımda çok etkili oldu. Kimi yönleri ile inanılmaz bir adam olduğunu düşünüyorum. Bence Jackie Chan, “Charlie Chaplin” veya “Kemal Sunal” gibi bir figür. Yani filmde o rol alıyorsa, hangi film olduğu çok fark etmez, oturur ve izlersin ama bu “Bitirim İkili” serisinde “Chris Tucker” ile de acayip güzel bir uyumları var ve bu seriyi gerçekten severim. Severim demişken de serinin dördüncü filmini de yakında izleyeceğimizi hatırlatmak isterim. Biri “Hong Kong”lu, diğeri “Los Angeles”lı iki polisin aksiyon ve komedi dolu maceraları henüz bitmedi anlayacağınız. Her ne kadar artık çok daha yaşlı olsalar bile, bence onları tekrar birlikte görmek şahane olacak.



155) Bang Ja Jeon-The Servant-Uşak/Dae-woo Kim (2010): Tarihi temalı bu Güney Kore filminde, bir uşak ve efendisi, aynı kadına aşık olurlar. Kadın, konumundan dolayı önce efendiye ilgi gösterir çünkü sınıf atlayarak daha iyi bir hayat yaşamak istemektedir. Ancak uşağın da yapacak birkaç hamlesi vardır. Eski bir usta çapkın olan yaşlı oda arkadaşından tavsiyeler alan uşak, öğrendiği taktikleri kullanarak sevdiği kadını etkiler ve aşkına karşılık bulur. Böylece hikayenin temelini oluşturan aşk üçgeni ortaya çıkmış olur. Ne uşak, ne de efendi, genç kadına olan aşklarından ya da bir başka deyişle arzularından vazgeçmezler. Kadın ise ne aşktan, ne de elde edeceği konumdan vazgeçemez. Temelde bu şekilde ilerleyen bir film; yani sevdim veya sevmedim diyemem. Sıkıcı değildi ama kimse bir baş yapıt olduğunu da iddia edemez.



156) Toki ni wa shôfu no yô ni-Sometimes... Like a Prostitute/Konuma Masaru (1978): Evli bir çiftin mutlu başlayan ama ayrılık ile biten hikayesi. Evet, klasik şekilde seks satar mantığı ile içinde birçok cinsel içerikli (+18) sahne bulunduran bir erotik film bu ama aynı zamanda da bir dram. Seks sadece anlatılan hikayeyi izlettirmek için başvurulmuş bir politika; sonuçta kimi seyirci, sırf seks sahnelerini izlemek için seçer gideceği filmi. Neyse; filmin erkek ana karakteri Ryosuke, bir erotik roman yazarı ve de çevirmenidir, işinde de oldukça başarılıdır. Eşi Mako ile de uyumlu bir ilişkisi vardır. Mako, eşini çok sevmektedir ki Ryosuke’nin kalp hastalığı sevişmelerine engel teşkil etse dahi kocasını terk etmek ya da aldatmak istememektedir (Bunun bir erotik film olduğunu düşünürsek oldukça önemli bir mesele). Ancak tek problem hayatlarında yeterince cinsellik olmayışı değildir. Ryosuke, daha genç ve sağlıklı olduğu yıllarda bir genç kızı, sanırım adı Mariko’ydu, mafyatik tiplerin elinden kurtarmaya çalışmış ama sonunda her şeyi eline yüzüne bulaştırıp kızın ölümüne sebep olmuştur. Bu gerçek, onun aşamadığı travmatik bir durumdur. Ancak her şey daha da kötüye gider. Ryosuke, bir parkta karşılaştığı zihinsel engelli bir kızı alıp eve getirir çünkü bu kız, ölümüne sebep olduğu diğer kıza, Mariko’ya benzemektedir. Mako, eşinin bu hamlesine öncelikle sert tepki gösterip evi terk eder ama sonrasında geri döner çünkü kocasını çok sevmekte ve ondan bir çocuk sahibi olmak istemektedir. Böylece üçü birlikte yaşamaya başlarlar. Aslında bir noktaya kadar her şey yolundadır ama Mako’nun hamile olduğunu öğrenmesi tüm düzeni değiştirir. Ryosuke’nin bütün odağı diğer kıza kaymıştır ve böylece Mako, kızı alıp kendi memleketine kaçırır ve bir akıl hastanesine bırakır. Kızın gidişiyle eşinin düzeleceğini ummaktadır ama daha hamile olduğunu dahi söyleyemeden Ryosuke tarafından terk edilir. Ryosuke, Mako’yu Tokyo’da bırakıp diğer kızın peşine düşer ama kızı bulduğunda anlayacaktır ki yaptığı şey geçmişi düzeltemeyeceği gibi, bugününü de yok etmektedir. O kız Mariko değildir. Yaptığından pişman olan ve eşine dönmek isteyen Ryosuke, onu arar, buluşurlar ve ateşli bir sevişme olur. Film mutlu son ile bitti dediğim anda ise yeni bir sahneye geçilir. Mako, Ryosuke’ye bir maskeli balo davetiyesi yollamıştır. Ryosuke, partiye katılır ve kısa zaman içinde bunun bir grup seks partisi olduğunu anlar. Rastgele biri ile sevişenlerden birisi de Mako’dur. Sadık bir eş olarak kıymet görmeyen Mako, adeta bu yolla Ryosuke’yi cezalandırmaktadır. Partinin bitimiyle, karı koca mekandan birlikte çıkıp, vedalaşıp farklı yollara giderler. Açıkçası Ryosuke tarafından terk edildikten sonra Mako’nun kendisine ilgisi olan iş arkadaşı ile sevişmesini sadece çocuğuna bir baba bulmak ve Ryosuke’nin çocuğunu doğurmak için bir hamle olarak yorumlamıştım ama filmin sonu bu düşüncemi havada bıraktı. Filmin sonu Mako’yu bambaşka bir karaktere dönüştürdü. Açıkçası emek harcanmış bir film olduğunu düşünüyorum. Bundan önce izlediğim filmler ile kıyaslarsam; biçimsel olarak daha profesyonel bir iş olduğu ortada. Öyle ya da böyle güçlü bir hikayesi de var ve cinsellik ise tam anlamıyla albenisini, izlenirliğini arttırmak için bir araç. Sonuçta 70’li yıllarda birçok yapım şirketi sinemaya (erkek) seyirci çekebilmek için bu yöntemi kullanmış. Elbette birçok vasat altı film sadece “seks-seks-seks” mantığı ile neredeyse porno denebilecek filmler üretirlerken, bazı filmler ise hikayeye de önem vermiştir. Bu film de hikayesine önem veren örneklerden.



157) Los abrazos rotos-Broken Embraces-Kırık Kucaklaşmalar/Pedro Almodovar (2009): Almodovar’ın izlediğim ikinci filmi ve sanırım yönetmenin tarzını sevmeye ve hatta çok sevmeye başladım. Diğer projeleri nasıldır şu an için bilemiyorum ama hem bu film hem de “Acı ve Zafer”, sinemanın kendisini hikayeye konu edindikleri için, en azından benim açımdan, çok lezzetli filmlerdi. “Kırık Kucaklaşmalar”, iki farklı zaman diliminde ilerleyen bir hikayeye sahip. Bir yanda 1994 yılındaki film yönetmeni Mateo, diğer yanda ise 2008 yılındaki görme engelli senaryo yazarı Harry ki aslında her ikisi de aynı kişi. Yani bir bedende, farklı dönemlerde iki adam. Sinema severlere mutlaka tavsiye edeceğim başarılı bir film. Ben, severek ve de hiç sıkılmadan izledim. Ayrıca, sanıyorum ki İspanyolca dilinde filmleri izlemeyi giderek daha çok seviyorum. Son nokta ise “Penélope Cruz” elbette. Onun filmdeki varlığı tabi ki de çok önemli. Güzelliği ile büyülediğini söylersem abartmış olmam. Hayran olduğum kadınlarda ilk sıra her zaman “Monica Belluci”ye ait olmakla birlikte, ikinci sıraya da rahatlıkla Penélope Cruz yazarım. Belli mi olur, belki de bir gün tanışırım.



158) Red Notice/Rawson Marshall Thurber (2021): Son zamanlarda izlediğim en iyi aksiyon filmi olabilir. Evet, bir bakıma klişeler ve bariz neden-sonuç ilişkileri ile dolu ama tür sinemasını da güçlü yapan zaten bu klişeler ve bariz durumlar değil mi? Dediğim gibi, bu film bir aksiyon (tür) filmi ve bize başından sonuna kadar sadece eğlence vadediyor. Kovalamacalar, çatışmalar, patlamalar vs. ile aksiyonu, ikili ilişkiler ile komedi ve romantizmi tattırıyor. Üstelik hırsızlık ve hazine avcılığı gibi temalar ile de, yer yer, klasikleşen “Ocean’s” ve “Indiana Jones” gibi eski filmleri hatırlatıyor. Ayrıca belirtmeliyim ki “Hobbs and Shaw” filminde çok sevdiğim “Dwayne Johnson” ile “Ryan Reynolds” uyumunun bu filme taşınmış olmasına da çok sevdim. E tabi bir de harika kadın işin içine katılınca karakter dinamiklerini çok başarılı buldum. Ancak dediğim gibi, bu bir klasik tür filmi. İzleyecekseniz, eğlenmek için izleyin; size yol gösterecek mesajlar falan beklemeden. Şimdiden iyi seyirler.



159) Eternals/Chloé Zhao (2021): Aslında bu filmi izleyeli iki haftadan fazla oluyor ama bir süredir üzerimde acayip bir üşengeçlik var yazmaya karşı ve bu film dahil izlediğim son sekiz filme dair not düşme rutinimi aksattım. Kısaca değinmek gerekirse; ben bu filmi sevdim, net! Kendi bireysel konusu dışında, Marvel evrenini genişletmesini ve birçok potansiyel hikayeye dayanak oluşturmasını beğendim. Özellikle bu filmdeki “Black Knight” karakterinin ileride çok daha önemli bir figür olacağı aşikar. Yani düşünüyorum da “Thanos” ile yaşanacak savaş adım adım inşa edilirken nasıl da keyif almıştım/almıştık ama şimdi ki ilerleyiş çok çok daha büyük bir sinema şölenine doğru bizi alıp götürüyor. Bu on yılın sonunda, sanıyorum ki “Infinity Saga” çok basit bir şeymiş gibi kalacak. Bu film için bu kadarı yeterli. Şimdi sıra diğerinde.

Aslında sıcağı sıcağına not alabilmiş olsam çok çok daha fazla şey söyleyebilirdim ama o heves anını kaçırdım. Ancak şu var; internet ortamında bunun kötü bir film olduğu yorumlarını görüyorum, duyuyorum. Ama katılmam pek mümkün değil. Bu gayet de standart bir Marvel filmi. Belki yönetmenin “Oscar” sahibi bir kişi olması farklı tarzda bir beklenti yaratmış ve kimi seyirciler aradıklarını bulamamışlar ama tekrar söylüyorum; bu film, standart bir Marvel işi. Bize her zaman ne veriyorlarsa, yine aynı şeyi vermişler. Sonuçta bu bir eğlence sineması, devrimci bir yenilik veya hikaye beklemek absürt olur. Eğlence sineması için standart olan iyidir.



160) Mon oncle d’Amérique-My American Uncle-Amerikalı Amcam/Alain Resnais (1980): Kesinlikle farklı bir film olduğunu söylemem lazım. Hikaye üç ana karakter etrafında şekilleniyor ve bir davranış bilimcinin fare deneyleri üzerinden insan davranışlarını açıklaması ile paralel bir şekilde ilerliyor. Ancak insanlar ile fareler arasındaki temel fark, insanın toplumsal ve kültürel hayatın sınırları içerisinde de hapsolmuş olmasıdır. Bir fare, bir kutuya kapatılıp elektrik verildiğinde, yani canı yakıldığında, çıkış kapısını ilk bulduğu anda kaçacaktır veya yaşadığı acı ile yanına bırakılan diğer fareye saldıracaktır. Böylece acının yaratacağı hasardan kurtulmuş ve ilk baştaki sağlıklı haline dönmüş olacaktır. Ancak benzer bir durumda; örneğin ev içi ilişkilerde veya iş yerinde baskıya uğrayan insan kaçmak veya saldırganlık gibi eylemlere bir fare kadar kolay başvuramaz ve dışa vuramadığı tepki, ona içsel olarak zarar verip fiziksel ve psikolojik rahatsızlıklara sebep olur. Filmin temel anlatısı bu mantık üzerine şekilleniyor. Açıkçası filmin hemen ardından not almamış olmanın zararlı tarafı şu ki her şeyi net hatırlamak mümkün değil ve filmin hemen ardından edindiğin izlenim ile üstüne düşündükten sonraki değişiyor. Ama yönetmeni ilgi çekici olduğu için izlediğim bu filmin kendisini de bir o kadar ilgi çekici bulduğum doğrudur. Tam bir Avrupa sanat sineması örneği diyebilirim çünkü anlattığı hikayeden çok onu anlatış biçimi ile ön plana çıkıyor. Temel hikaye, üç ana karakterden ikisinin yasak aşkları ve bir diğerinin iş hayatı üzerine şekilleniyor. Aslında görece sıkıcı bir hikaye ama yönetmen, biçimi etkili kullanarak bu hikayeyi parlatıyor. Bir daha izlemem ama izlerken de zevk almadım diyemem.


Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.


Kazan

Yorumlar