141) Kate/Cedric Nicolas-Troyan (2021): Ana karakterin katliama doyduğu tipik bir aksiyon filmi daha. Kahramanımız Kate, bir suikastçıdır ve Japonya’nın Osaka şehrinde katıldığı bir operasyon ve öldürdüğü bir kişi, onu da ölüme götürecek olaylar zincirini tetikler. Yakuza’ya bulaşan Kate, radyasyon zehirlenmesine maruz kalır ve ölmeden önce sadece 24 saati vardır. Bu süreyi ise intikam için kullanmaya başlayınca Tokyo sokaklarında kan gövdeyi götürür. Kabaca böyle bir konuya sahip olan filmin benim açımdan en güzel yanı ise Japonya’da geçiyor olmasıydı. Malum, Türk gençliği için yurt dışına çıkmak hayal olmuşken sevdiğim ülkeyi en azından biraz biraz böyle filmler ve diziler ile deneyimleme imkanı buluyorum. Ayrıca filmin Japonca müziklerine de bayıldım. Kısacası aksiyon severlere önerebileceğim bir film.
142) Jeune & Jolie-Genç ve Güzel-Young & Beautiful/François Ozon (2013): Ergenlik, gençlik, cinsellik ve kendini bulma üzerine bir film. Yaz tatilinde 17 yaşını dolduran Isabella, ilk seks deneyimini yaşadıktan sonra ailesi, özellikle annesi, ile yaşadığı çatışmalar ve kendi iç bunalımları sonrasında gizlice seks işçisi/fahişe olarak çalışmaya başlar ve özellikle yaşlı erkekler ile birlikte olur. Ancak müşterilerinden birinin yatakta ölmesi ile işler karışacak, ailesi durumu öğrenecek ve çatışmalar daha şiddetli bir hal alacaktır. Yönetmen, bu filmi dört mevsime bölerek anlatmayı tercih etmiş ve hikayeyi ilk baharda sonlandırmış. Yaz tatilinde başlayan süreç, ilk baharda, bir otel odasında Isabella’nın kendini, kim olduğunu bulması ile sonlandırılır. Güzel bir film olduğunu söyleyebilirim; seyirciyi bunaltmadan ilerleyen bir akışı var ancak şunu belirtmek gerekir ki erotik yönü kuvvetli bir film. Yani “18+” işaretini de şuraya koyalım.
143) Free Guy-Gerçek Kahraman/Shawn Levy (2021): Sinemada görmeyi sevdiğim şeyi bana veren bir film; bayıldım! Sinema, icat edildiği ve seyirci ile buluştuğu ilk günden beri bitmeyen bir tartışmayı da beraberinde getirmiştir. Bir film neyi anlatmalı, sinemanın misyonu ne olmalıdır? Temelde iki ayrım olduğunu söyleyebiliriz sanırım; gerçeğe yaklaşan sinema ve gerçekten kopan sinema. Ben oldum olası kopuş sinemasını daha çok sevdim ve seviyorum. Bu durum, sinema tarihinden, akımlarından, kuramlarından habersiz bir çocuk olduğumda da böyleydi, sinema üzerine doktora yapan bir öğrenci olduğumda da böyle. Sinema ile ilgili bilgim ne kadar artarsa artsın, hissettiğim şey hiç değişmedi. Yanlış anlaşılmasın; gerçekçi sinema yapanlara, bu sinemayı sevenlere bir lafım yok ama ben kişisel olarak kopuş sinemasını seviyorum çünkü böyle filmler, bize sinemanın yaratma gücünü yansıtıyor. Ben gerçek hayatı zaten yaşıyorum ve kesinlikle kolay değil. Sinema ise benim için öncelikle bir kaçış ve rahatlama alanı. Dolayısıyla da rahatlamak için geldiğim bir alanda gerçek hayatın tokadını tekrar tekrar yemek istemiyorum. Elbette böyle dedim diye de izlediğim kopuş sineması filmlerinin tamamen mesajdan yoksun işler olmasını istiyorum gibi anlaşılmasın. Ben sinemanın öğreticiliğine, etki yaratma gücüne inanırım. Elbette izlediğimiz, ömrümüzden vakit ayırdığımız bir film, bize bir mesaj vermeli ama bizi mesaja boğan gerçekçi sinema gibi olduğunda, ben şahsen çok daralıyorum. Örneğin bu filmi ele alalım; kesinlikle kopuş sinemasının bir örneği. Filmin hikayesi, Guy adlı ana karakter etrafında şekilleniyor. Oynadığımız bilgisayar oyunlarında yer alan arka plan karakterlerinden birisi (sanırım NPC deniyor), yazılımındaki yapay zeka kodu sonucunda kişilik kazanarak “0 ve 1” ile oluşan bir koddan bir bireye dönüşüyor. Peki film bize ne mesaj veriyor? Mesaj basit; kim olmak istersek, ne olmak istersek o olabiliriz. Toplumun bizim için dayattığı, bizden beklediği rolleri kabul etmek zorunda değiliz. Ben filmi hem verdiği bu mesaj yüzünden hem de içinde yer alan “Star Wars” ve “Marvel” gibi popüler sinema, popüler kültür göndermeleri sebebiyle çok sevdim. Eğlenceli bir film ve biraz rahatlayıp güzel vakit geçirmek isteyen herkese öneririm.
144) Il fiore delle mille e una notte-Arabian Nights-1001 Gece Masalları/Pier Paolo Pasolini (1974): Bu filmi sevmek ile nefret etmek arasında ince bir çizgideyim diyebilirim. Öncelikle hikaye akışı çok ilgi çekici; tam anlamıyla masal içinde masal içinde masal durumu. Bir yandan Nureddin ile Zumurrud’ün aşk hikayesini izlerken, bir yandan da sevdiğinin peşinde divane olan Nureddin’in karşılaştığı insanların anlattığı masalları ve o masalların içindeki karakterlerin anlattıkları masalları izliyoruz ve bu gerçekten ilgimi çekti ama hoşlanmadığım şeyler de var. Öncelikle; ya benim izlediğim versiyonda sorun var ya da yönetmen, filmi İtalyan olmayan oyuncular ile onların dilinde çekip sonradan İtalyanca dublaj yaptırdığı için seste oturmayan bir şeyler var. Üstelik oyuncular ya amatör ya da yarı profesyonel ve bu durum, hikayeyi izlemeyi oldukça zorlaştırıyor. Kısacası rol kesemiyorlar ve açıkçası ben, “İtalyan Yeni Gerçekçilik” ile başlayan bu amatör oyuncu kullanma muhabbetini pek sevmiyorum. Tamam, izlediğimizin bir film olduğunu bize hatırlatma açısından etkili bir kullanım ama güçlü, ilgi çekici bir hikayeyi de öldürme riski var. Açıkçası, ben bu hikayeyi bir “Hollywood” filmi tadında izleyebilmeyi daha çok isterdim.
145) The Life of Guskou Budori-Gusukô Budori no denki/Sugii Gisaburo (2012): Ayrıntılı olarak bilmemekle birlikte, sanırım 90’lı yıllara ait bir animenin yeniden üretimi ancak bu defa insan karakterlerin tamamı kediler ile değiştirilmiş. Tabi orijinal olanı izlemediğim için bu bilgi kesin doğrudur diyemem. 2012 versiyonunda, kedilerin insan konumunda olduğu bir dünyada, Budori adlı bir çocuk, bir dağ köyünde ebeveynleri ve kız kardeşi ile yaşamaktadır. Huzurlu, mutlu bir hayatı vardır ama ülkeyi etkisi altına alan soğuk havalar, birkaç yıl boyunca sürünce, kıtlık baş gösterir ve ailenin yiyeceği yetmez olur. Önce baba, sonrasında da anne fedakarlık ederek ormana giderler çünkü kalan yiyecek hepsine yetmeyecektir ama yapılan fedakarlık tam anlamıyla işe yaramaz. İki küçük çocuk, açlık ile baş başa kalırlar ve bir gece de öte diyardan gelen bir ruh, Budori’nin kız kardeşini de elinden alıp götürür. Böylece tek başına kalan Budori, dağdan ovaya iner. Burada ise Kızıl Sakal olarak bilinen bir çiftçi ile karşılaşıp onun yanında çalışmaya başlar. Budori’nin hayatı birkaç yıl için güzel geçer ama sonrasında tekrar kıtlık çıkınca Kızıl Sakal’ın yanından da ayrılmak zorunda kalıp ovadaki köyden de büyük şehre gider. İlk iş olarak üniversiteye gidip köyde kitaplarını okumuş olduğu profesörün dersine katılır ve onunla tanışarak da kendini kısa zamanda sevdirir. Profesör, Budori’ye bir kurumda iş bulur. Budori’nin yeni iş yerinin görevi ise ülkedeki yanardağların faaliyetlerini gözlemlemektir. Budori, bu işte başarılı olur ve uzun yıllar boyunca çevresindeki bilim insanlarından/kedilerinden öğrenerek gelişir. Ancak ailesini yok edenden daha kötü bir soğuk gelmek üzeredir ve bütün bilim kedileri, bir çare ararlar. Çareyi ise Budori bulur; ülkedeki en büyük yanardağa yapay bir patlama yaşatmaktır bu çare. Böylece yanardağın saçacağı karbondioksit havayı ısıtacaktır. Ancak bu çözüm bilim çevrelerinden bir destek bulmaz. Ümitlerin tükendiği anda ise kız kardeşini kaçıran öte dünyalı varlık Budori’ye yardıma gelir ve birlikte yanardağa giderek patlamayı gerçekleştirirler. Böylece Budori kendini feda ederek mevsim sıcaklıklarını düzeltmiş olur. Açıkçası durağan akışına rağmen, karakterlerin kedi olması, bir gerçek hayat dramı ile fantastik-mitolojik unsurların birleştirilmesi gibi öğeler sebebiyle filmi sevdim. Ancak sonundan memnun değilim. Tamam filmin fantastik yönü hep vardı ama bunlar son ana kadar sanki hep Budori’nin zihninde oluyormuş gibiydi. Ancak filmin sonu bize gösterdi ki o fantastik olayların hiçbiri hayal değilmiş. Neyse hadi bu da olsun fantastik iyidir ama Budori kendini yetiştirip, her şeye karşın hayatta kalıp bir bilim kedisine dönüştü. Aslında bilimsel de bir çözüm buldu soğuğa ama sonunda gidip fantastik bir şekilde kendini yanardağa atarak patlamayı gerçekleştirdi. Filmin sonu beni hüsrana uğrattı.
146) The Shawshank Redemption-Esaretin Bedeli/Frank Darabont (1994): Şimdi adını hatırlayamıyorum ama lisede bir edebiyat öğretmenimiz vardı; otoriter, dediğim dedik bir adamdı. O zamanlar yurtta kalırdım ve hafta sonları da okulun sınıftan bozma konferans salonunda film gösterimleri olurdu. Yani toplaşıp internet üzerinden film izlerdik. Bu adam ne zaman nöbetçi öğretmen olarak yurtta kalsa, izleyeceğimiz filmleri seçmemize müsaade etmez ve kendi seçtiği filmleri bize izlettirirdi. Haliyle bende de bu tavra karşı bir direnç oluştu ve onun izlememizi istediği filmlerin hiçbirini izlemedim; ergenlik işte, şimdi düşününce ne kadar da saçma bir tavır takınmışım. Neyse; işin özü şu ki o zaman izlemeye direndiğim filmlerden birisi de “Esaretin Bedeli” olmuştu ve o ilk direnç anından sonra defalarca şans bulmama ve üzerine çokça konuşulmasına rağmen bu filmi izlemedim. Ancak, Mardin’den Kocaeli’ye otobüs yolculuğu yaparak gelmek, insana istemediği kadar çok boş vakit sağlıyor ve böylece de izlemem dediğin bir filmi bile izliyorsun. Şimdi, filmi izledikten sonra, neden izledim bu filmi demedim ama neden şimdiye kadar izlemedim de demedim. Tamam kabul ediyorum çok güzel bir film ama sonuçta ona tutkun olmadım. İzledim ve bitti. Bir daha da izler miyim, bilmiyorum. Benden başka izlemeyen kaldı mı bilmem ama izlemeyen varsa diye de şöyle kısa bir özet geçeyim. Genç bir adam, karısını ve karısının aşığını öldürmek suçundan tutuklanır ve ömür boyu hapse mahkum edilir. Oysa karakterimiz masumdur ve 19 yıl boyunca işlemediği bir suçun cezasını çekip hapis yatar. Ancak bir gün hapisten kaçmayı başarır. Film, suçsuz yere mahkum edilen Andy’nin kaçış hikayesini ve hapishanede tanıştığı Red ile kurduğu dostluğu anlatır ama aynı zamanda da mahkum olmak üzerine de bizi düşündürür.
147) Kurobara shoten-Black Rose Ascension/Tatsumi Kumashiro (1975): Japonya’da “Roman Porno” ya da “Pink Movies/Pembe Filmler” olarak anılan ve özellikle 1970’lerde çokça çekilen erotik film furyasının bir örneği. Film basit bir şekilde seks üzerine kurulu; akışın başında, ortasında ve sonunda yer alan seks sahneleri, bu filmin asıl çekiliş amacı fakat bu ve benzeri filmleri, saf/düz porno filmden ayıran özellikleri, iyi veya kötü bir hikaye barındırmaları ve karakterlerin gerçekten rol yapmaları. Bu tip filmlerde seks hayatın bir parçası ve de filmin albeni unsuru ama her şey seks değil. Karakterlerin bir hikayesi var. Mesela bu filmdeki hikaye kesinlikle leş ama yine de bir hikaye. Bir porno film yapımcısı, son filminin çekimleri sırasında başrol oyuncusunu kaybeder. Yani kadın oyuncu filmi yarıda bırakır çünkü hamiledir ve artık bu tarz işler yapmak istemez. Oyuncusuz kalan adam, diş polikliniğinde karşılaştığı genç ve güzel bir kadını ayartır ve onu evlilik vaadi ile kandırıp zorla porno film sektörüne çeker. 72 dakikalık bir film. Üzerine pek konuşmaya gerek yok; Pembe Filmlerin iyi örneklerinden sayılmaz.
148) Hotarubi no mori e-To the Forest of Firefly Lights-Işıltılı Ateşböceklerinin Ormanına/Omori Takahiro (2011): Sanırım, Gin ile Hotaru’nun acıklı aşk hikayesi diyebilirim kısaca. Hotaru adlı, büyük şehirden taşraya amcasını ziyarete gelmiş küçük bir kız, köyün ormanında oynamaya gidip kaybolur. Ormanda ise Gin adlı, Hotaru’dan yaşça büyük bir çocuk onu bularak köye dönmesine yardımcı olur. Ancak bu çocuk biraz gariptir. Suratında bir tilki maskesi ile dolaşmaktadır ve Hotaru’nun kendisine dokunmasına müsaade etmez çünkü o bir “youkai” yani orman ruhudur ve eğer tenine bir insan dokunursa yok olacaktır. Böylece Gin ile Hotaru’nun arkadaşlıkları, bu kesin kural ile birlikte başlamış olur. Yıllar yılları kovalar, Hotaru her yaz köye gelmeyi sürdürür ve tüm vaktini Gin ile birlikte geçirir. Ancak yıllar ilerledikçe Hotaru büyüyüp liseli bir genç kıza dönüşürken, Gin ise hep ilk tanıştıkları günkü görüntüsünü korur. İkilinin ilk baştaki arkadaşlıkları da Hotaru’nun büyümesi ile birlikte aşka dönüşür. Artık sadece yazları köyde geçirmek Hotaru’ya yetmemeye başlar. Her mevsim Gin’i düşünür hale gelir. Elbette bu durum Gin için de geçerlidir. Ancak birbirlerine dokundukları anda Gin yok olacaktır çünkü Gin aslında bir youkai değil, yıllar önce bebekken ormana bırakılmış bir insandır. Onu ormanda youkailer bulmuş ve ölmesin diye de Yamagami (ormanın ilahı) çocuğa bir büyü yapmıştır. Büyü sayesinde Gin hayatta kalmış ama insanlara dokunması da imkansız hale gelmiştir. Kısacası Gin, dünyada sıkışıp kalmış bir ruh, bir hayalettir. Açıkçası ben bir şekilde filmin sonunun mutlu biteceğini, hep bahsedilen Yamagami’nin çocuklara bir şans vereceğini düşünmüştüm ama çok acı bir son ile bitti her şey. İki aşığın ilk sarılmaları, son sarılmaları oldu. Film bittiğinde içim bir küçük buruk kaldı ama yine de bu filmi izlediğime memnunum. Güzel bir orta metraj anime filmiydi. Tavsiye ederim. Japonya’nın fantastik yönünü ve de mitolojisini de güzel bir şekilde işlemiş olan bir yapım. Aslında yüksek lisans tezim için de çok uygun olacak bir filmmiş ama neyse; kısmet değilmiş. Sonuçlar olarak diyorum ki; izleyin, izlettirin.
149) Bright: Samurai Soul/Ishiguro Kyohei (2021): Orijinal filmin anime versiyonu diyebiliriz. Yani günümüz ABD sınırlarında geçen hikayeyi alıp Meiji Japonyası’na taşımışlar. Yine bir insan ve ork takım olarak bir elf kızı kurtarmak için mücadele veriyorlar ve herkes, çılgınlar gibi sihirli değnek peşinde koşuyor. Asıl filmin ayrımcılık, ırkçılık meselesi üzerine olan mesajları devam ediyor ama çok kopya bir hikaye gerçekten. Açıkçası “Bright” evreninin genişletilmesi bence güzel ama bu filmin evrene pek bir katkısı yok; niteliksel değil, niceliksel bir büyüme olmuş kısacası. Ayrıca, ben bu filmin kullandığı animasyon biçimini de pek sevemiyorum ama Netflix yapımcılığındaki birçok anime maalesef bu 3D animasyon olayına yöneliyor. Bilemiyorum, iyi bir filmdi diyemem ama gelişme potansiyeli var. Devam filmi olursa eğer, alternatif bir hikaye ile bu karakterleri yeniden görmek isterim.
150) Maruhi honeymoon: Boko ressha-Secret Honeymoon Rape Train/Hasebe Yasuharu (1977): Bir başka Japon roman porno ya da pembe filmi; yani “18+” bir proje. Film, bir kilise düğünü ile başlar. Genç bir kız, istemediği bir adamla, sırf adamın ailesi varlıklı olduğu için, zorla evlendirilmektedir. Düğünün gerçekleştiği kilisenin yakınında ise yasa dışı bir kumarhane işletilmektedir ve iki adam, kumarhaneyi soymak için buraya baskın yaparlar. Aslında soygun başarılı olur ama ikili mekandan ayrılamadan polis kumarhaneye baskın yapar ve hırsızlar parayı alamadan kaçmak zorunda kalırlar. Üstelik içlerinden birisi de vurulur. Vurulan kişinin şoför olması ise kaçışı iyice zora sokar ve hırsızlar kiliseye sığınıp gelinin odasına saklanırlar. Sonrasında ise kaçmak için gelini rehin alırlar. Ancak arabayı sürsün diye kaçırdıkları gelinin de şoförlüğü kötüdür ve araba ile kaza yaparlar. Böylece, kaçış için tren kullanmak zorunda kalırlar. Kaçırılan gelin, yolculuk boyunca kendini kaçıran hırsızlara bağlanır ve onlardan ayrılmak istemez. Ancak hırsızlar, polis peşlerinde olduğu ve sonları iyi bitmeyeceği için en sonunda kızı kovarlar. Hikaye kabaca bu şekilde. Bu film hakkında pek konuşmaya gerek yok aslında; klasik bir pembe film. Hikaye ilerlerken film süresinin belli zaman dilimlerinde seks sahneleri yer alıyor. Saf bir porno film değil ve gerçekten ilerleyen bir hikayesi var ama seks sahneleri, açıkça filmin asıl olayı. Bu film, belli ki erkek izleyiciyi kendine çekmek için hazırlanmış bir yapım ama eleştirel bir gözle bakıldığında, kadının toplumdaki konumu ve sürekli yüzleşmek zorunda olduğu erkek saldırısı konusunda da düşündürücü. Filmin adından da anlaşılacağı gibi ana kadın karakter hikaye süresi boyunca birçok defa tecavüze uğruyor ama ona tecavüz edenler asla hırsızlar olmuyor. Hırsızlar ve gelin arasında bir aşk ilişkisi yaşanıyor. Kadının yüzleştiği taciz ve tecavüzü ise kocası, mağaza güvenliği ve müdürü, market sahibi ya da sokak serserileri gerçekleştiriyor. Yani bir bakıma günlük yaşamın içinde karşılaşılan erkeklerden gelen saldırılar sunuluyor ve fantastik bir kaçırılma öyküsüne ihtiyaç duymadan da kadının günlük yaşamında karşılaştığı erkek tehlikesi sunuluyor. Elbette bu çok olumlamacı ve zorlama bir yorum olabilir. Büyük ihtimalle sadece her türlü seks sahnesini denemek istedikleri için böyle bir akış ortaya çıktı çünkü örneğin yaralı olmayan hırsızın, gelin haricinde, karşılaştığı her kadına tecavüz etmesi durumu, bu düşüncemi zayıflatıyor ama işte sinemanın büyüsü de burada; ben bu filmi çekenlerin tam olarak ne niyetle bu işe giriştiklerinden ve bir mesaj vermeyi isteyip istemediklerinden emin olamam ama filmi izlediğim an bana bunu düşündürdü. Sinemayı bu yüzden seviyorum; bir film, onu yapan için başka, izleyen için bambaşka anlamlar doğurabilir. Kendi yorumumu yaptığım andan itibaren bu film, bu filmler, sadece yazan senaristin, çeken yönetmenin filmi olmaktan çıkıp benim de filmim oluyorlar. Bu yönüyle sinema çok güzel; gerçi sanat bütünüyle güzel.
Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.
Yorumlar
Yorum Gönder