İFL 2021-XIV

 


131) Batman: The Long Halloween, Part Two/Chris Palmer (2021): Hikaye, ilk filmin bittiği yerden devam ediyor. “Bruce Wayne”i güzellikle yanına çekemeyen Carmine Falcone”, “Poison Ivy”i ile anlaşır ve Ivy de Bruce’u zehirleyerek kontrolü altına alır. Böylece de Bruce, Wayne Holding varlıklarını Falcone’ye hibe etmeye başlar. Bu şekilde devam eden üç aylık bir periyot sonrasında “Catwoman” olaya dahil olur ve Bruce’u Ivy’nin kontrolünden kurtarır. Kendine gelen Bruce ise yeniden “Batman” kostümünü giyerek “Holiday Killer”ın peşine düşer ancak onun ortalıkta olmadığı üç aylık dönemde katil, boş durmamış ve cinayetlerine yenilerini eklemiştir. Katil, özel olarak Falcone ailesine zarar verebilmek için çabalamaktadır ve bu konuda da oldukça başarılıdır. Bu başarılı cinayet girişimleri, bir sonraki “Cadılar Bayramı”na kadar da durdurulamayacaktır. Ancak filmi güzel kılan tek şey, polisiye-dedektiflik yönünün çok güçlü olması değil; aynı zamanda birçok Batman kötüsünün de evrene hızlı bir şekilde dahil edilmiş olması. İlk filmdeki kötülerin hepsi yeniden kendine hikayede rol bulurlarken, ek olarak “Korkuluk”, “Çılgın Şapkacı” ve “Two-Face” de arzı endam ediyor. Yani açık olmak gerekirse bir yandan katilin kimliğini ortaya çıkarırken, diğer taraftan da “Harvey Dent”in Two-Face’e dönüşüm sürecini izlemek oldukça zevkliydi. Aslında üstüne çok konuşmaya da gerek yok. Evet DC, canlı çekim film evreni konusunda kötü gitti ama animasyon filmleri çok sağlam. Bunu herkes kabul etmeli. 2013 yılında, çok başarılı bir animasyon evreni inşa etmeye başlayıp 2020 yılında da yine başarılı bir şekilde sonlandırdılar. Şimdi ise yeni animasyon evreni tam gaz gidiyor. Açıkçası, filmin sonunda “The Flash” ve “Green Arrow”un Wayne Malikanesi’ne gelişleri efsaneydi. Sanırım “Injustice” filmi de bu evrene dahil edilen bir yapım olacak. Evren genişliyor ve benim beklentim oldukça yüksek. Filmle ilgili tek üzüldüğüm nokta, bize henüz acemi bir Batman izletmiş olması. “Çünkü o Batman!” dediğimiz bir kahraman yok bu iki filmlik macerada. Henüz macerasının başında, genç ve tecrübesiz bir kahraman. Evet ilk filmdeki halinden daha başarılı ama yine de önceki evrenin Batman’ine kıyasla kahramanlık işlerinde hala zayıf. Yani aynı film içinde Korkuluk tarafından iki defa alt edilmesi, Catwoman tarafından kıçının kurtarılması falan; anlayacağınız daha yolu var ama olsun. Ben ona inanıyorum. Neden mi? Çünkü o Batman!



132) Hızlı ve Öfkeli 9-F9/Justin Lin (2021): 2001 yılında Los Angeles sokaklarındaki araba çetelerini anlatan filmden nerelere geldik. Acaba 10. filmde çıtayı ve abartıyı nereye taşıyacaklar? Böyle söyleyince eleştirel yaklaşıyorum gibi oluyor ama alakası yok; ağır hastasıyım bu serinin ve her anından zevk alarak izledim. Tamam kabul ediyorum, Han’ın geri dönüşü, hikaye açısından biraz zorlama ve zayıftı ama öyle ya da böyle bir mantığa oturtulmuş ve Mr. Nobody’nin de olaya nasıl dahil olduğunu öğrenmiş olduk. Çok uzatmayacağım; bu film, tam anlamıyla bana istediğim eğlenceyi verdi. Kısacası aksiyona doyduk. Tiflis’teki kovalamaca sahneleri ve bu sırada dev mıknatıslar kullanılması olayı olsun, uzaya araba çıkarmaları olsun, “Charlize Theron”un geri dönmesi olsun, Paul Walker”ı unutmayışları olsun ve elbette ekstra sahnede de Shaw’un geri dönüşünün sunulması olsun, ben çok memnun ayrılıyorum bu filmden. Sanırım kaç film olursa olsun sıkılmadan izleyeceğim bu seriyi. Ancak daha farklı karakterleri hikayeye kazandırmaları şart. Tamam Dom’un kardeşi Jakop iyi bir başlangıç ama yeterli değil. Neyse efendim; aksiyon filmine açım diyenlerdenseniz, tam sizlik bir yapım.



133) The Witcher: Nightmare of the Wolf/Han Kwang II (2021): Aslında bu film hakkında sayfalarca yazabilirdim. Ama pek planlamadığım bir zamanda, yine planlamadığım bir yerde izledikten sonra, listeye eklemem biraz zaman aldı ve açıkçası araya birkaç gün girdiği için de motivasyonumu yitirdim. Ama şöyle söyleyebilirim ki güzel bir film. Dizide gördüğümüz Gerald karakterini yetiştiren Vesemir’in nasıl bir Witcher haline geldiğini anlatan bir orijin hikayesi. Dizinin ikinci sezonunu beklerken Witcher evrenine bir geri dönüş yapmak güzeldi. Ayrıca filmin animasyon olarak yapılmasını da çok akıllıca buldum çünkü hem hikaye anlatımında özgürlüğü arttırmış, birçok fantastik canavarı ve muazzam savaş sahnelerini seyirciye sunmuş hem de canlı çekim bir filme kıyasla daha ekonomik bir üretim olmuş. Ben Vesemir’e bayıldım açıkçası ve kitapları okumadığım ya da oyunları oynamadığım için bilemiyorum ama umarım dizinin gelecek sezonlarında kendisi ile yeniden karşılaşırız. Üstelik film, Witcher denen bu canavar avcılarının nasıl sayıca azaldığına ve de Gerald ile Vesemir’in usta çırak ilişkisinin nasıl başladığına da değiniyor. Temposu ve şiddeti yüksek bir film. Diziyi özleyenleri tatmin edecek bir yapım olduğunu düşünüyorum ve daha önce hiç izlememiş olanlar ise kesinlikle bu film ile başlamalılar.



134) In the Heat of the Night-Gecenin Sıcağında/Norman Jewison (1967): Açıkçası izleme listeme ne sebeple eklediğimi hatırlamadığım bir Amerikan polisiye/suç filmi. Büyük bir ihtimalle sinema derslerinden birinde karşıma çıkmış olmalı ama sebebini hiç hatırlamıyorum. Ancak, izledim ve bitti. Sırf liste dışına çıkarabilmek, arşive yollamak için izlediğim bu filmden, dürüst olmak gerekrise, garip bir şekilde zevk aldım. Akışı gayet tempolu bir şekilde ilerledi ve arka planda da ABD’deki ırkçılık gibi önemli bir meseleyi işlemekteydi. Film, ABD’nin Güney kesiminde, küçük bir kasabada yaşanan bir cinayeti merkezine almaktadır. Gece devriyesine çıkmış olan bir polis memuru, sokakta bir ceset bulur ve öldürülen kişi ise kuzeyden gelmiş ve kasabaya fabrika kurmaya çabalayan bir iş insanıdır. Polis güçleri hemen katilin peşine düşer ve cesedi bulan aynı memur, tren garında iyi giyimli yabancı siyahi bir erkek ile karşılaşınca sorgusuz sualsiz bir şekilde hemen onu tutuklayıp karakola götürür. Açıkçası ben bu noktada hikayenin bu adamın işlemediği bir suç yüzünden cezalandırılma süreci şeklinde ilerleyeceğini düşünmüştüm. Ancak benim adıma ters köşe bir durum oldu ve adamımız bir polis çıktı. Sonrasında ise siyahi polisimizin, kendinden nefret eden beyazlar ile dolu bir kasabada cinayeti çözmek için verdiği çabayı izler halde buldum kendimi ve sürece de kapıldım gitti. Merak ve tahminler ile kahramanımıza eşlik ettim. 2 saate yakın süreyi hiç sıkılmadan geçtim diyebilirim. Polisiye film severlere önerebileceğim bir yapım. Ayrıca devam filmleri de varmış ama sanırım ben gerisini pas geçeceğim. Listem zaten yeterince kalabalık.



135) Yakuza Apocalypse-Gokudou daisensou/Takashi Miike (2015): Daha öncesinde yönetmene ait “Sukiyaki Western Django (2007)” adlı filmi izlemiş ve sevmiştim. O sebeple de “Takashi Miike”nin birkaç başka filmini daha izleme listeme aldım ama dürüst olmam lazım; bu filmi sevmedim. Tamam, içinde barındırdığı absürtlük ilgi çekiyor ama senaryo çok dağınık, fazlasıyla havada kalan, temellendirilmeyen noktalar var ve izlerken bu gidişat beni çok yordu. Yani birçok karakterin harekete geçmek için motivasyonunun ne olduğu belli değildi. Belli olanların ki ise bence çok yetersizdi. Hikayeyi kısaca özetlemek gerekirse; küçük bir Japon kasabasını yöneten “Yakuza (Japon mafyası)” lideri, kasabalılar tarafından sevilen bir isimdir çünkü bu adam, sivilleri gerçekten korumaktadır. Düşmanları için ise tam bir cellattır ve film, onun düşmanlarını katletmesi ile başlar. Ancak çatışmada kendisi de ağır yara alır. Bu herif nasıl düzelecek derken, adamın bir vampir olduğu ortaya çıkar. Sonrasında ise Vampir Yakuza’nın geçmişinden, eski çetesinden bazı tipler, aniden ortaya çıkar ve onu kendi aralarına geri dönmesi için ikna etmeye çalışırlar ama başarılı olamayınca mafya liderini öldürürler. Patron ölürken, bir nevi çırağı konumundaki genç bir çete üyesini ısırarak vampir güçlerini ona aktarır. Böylece genç Yakuza, patronunun intikamını almak için bünyesinde bir “Kappa (Japon mitolojisinden ördek ile kaplumbağa karışımı bir yaratık)” da dahil, birçok garip tip barındıran düşman çeteye savaş açar. Ancak vampir güçlerini kontrol etmek konusunda yetersiz olan genç adam, işin ucunu kaçırır ve kasabadaki hemen hemen herkes vampire dönüşür. Ha! Bir de bu garip tipler ile dolu çetede kurbağa gibi giyinen bir eleman daha var ki onu hatırlamak bile istemiyorum ama kabul etmem lazım iyi dövüşüyordu. Ayrıca, kendisi yetmezmiş gibi bir de “Fuji Dağı”ndan doğan “Kurbağazilla” versiyonu var ve bu devasa yaratık daha da sinir bozucu çünkü bir de ağzından alev saçıyor. Sanırım, Japonlar böyle şeyleri anime film ve dizilerde yaptıklarında seviyorum, hatta çok seviyorum ama iş canlı çekim projelere gelince, o kadar da göze hoş gelen işler olmuyor. Gerçi bu filmin asıl sorunu görsel efekt, makyaj ya da kostüm tasarımından çok hikayesinin fazla dağınık olmasıydı. Neyse işte; izledim ve bitti. Önerir misin diye soracak olursanız; pek sanmıyorum.



136) Easy Rider-Özgürlüğün Bedeli/Dennis Hopper (1969): Bir yol filmi; motosikletler ile yolculuk eden iki genç adam ve alabildiğine Amerikan şehir ve doğa manzaraları. Bu yönüyle gerçekten izlemesi zevkli bir film. Üstelik dönemin özgürlükçü ruhu ile yobazlık arasındaki çatışmayı da yansıtıyor. Wyatt ve Billy adlı iki arkadaş, Los Angeles’da Meksikalılardan uyuşturucu alıp aldıkları malı da dört beş katına zengin bir elemana satarlar ve elde ettikleri para ile birlikte ülkenin doğusuna New Orleans şehrine, orada gerçekleşecek olan bir festivale doğru yola çıkarlar. Yolculuğun başında bir hippi ile karşılaşıp yol arkadaşı olurlar ve sonrasında da hippinin komününe giderek özgürlükçü yaşam tarzını gözlemlerler. Sonrasında ise oradan ayrılıp Güney şehirlerinden geçerek yollarına devam ederler ama bir kasabada sınır ihlali yaptıkları gerekçesi ile tutuklanıp nezarete atılırlar. Nezarette ise “Jack Nicholson” tarafından canlandırılan George Hanson adlı bir avukat ile tanışırlar. George, kasabadaki önemli bir ailenin üyesidir ve ikilinin serbest bırakılmasını sağlar. Üstelik sonrasında da yol arkadaşı olarak onlara katılır. Üçlü, bir sonraki kasabaya gittiklerinde ise kasabalılar, bu hippi görünümlü tiplerden hoşlanmaz ve kasabadan hızla ayrılmak zorunda kalırlar. Daha sonrasında, gece kamp yaptıkları alana yerel halktan birkaç kişi saldırır ve bu saldırıda George ölür. Buna rağmen Wyatt ve Billy yolculuğa devam ederler ve New Orleans’a varırlar. Burada ise tanıştıkları iki seks işçisi ile birlikte festivale katılıp ilk tanıştıkları hippinin onlara verdiği uyuşturucuyu denerler ve tam anlamıyla kafa olup eğlenirler. Amaçlarına ulaşan ikili, LA yolunda gittikleri sırada ise yobaz bir Güneylinin saldırısına uğrayarak ölürler. Güneyli’nin onları öldürmesinin tek sebebi ise giyim kuşamları ve de görünüşleridir. Film güzel bir yol hikayesi sunuyor. Yer yer yönetmenin kurgu tercihleri beni yorsa bile özgürlük ve de yobazlık çatışması üzerine güzel bir hikaye var karşımızda diyebilirim. İnsanın farklı olana tahammülsüzlüğü ve acımasızlığı, o son sahnende o kadar saf ve net ki ürpertici.



137) Shang-Chi and the Legend of the Ten Rings-Shang-Chi ve On Halka Efsanesi/Destin Daniel Cretton (2021): Açıkçası “Endgame (2019)” ya da hadi “Spider-Man: Far From Home (2019)” sonrasında diyelim; “Marvel”, evreni genişletme ve yeni filmler ortaya koyma konusunda hızını kesmişti. Malum “Covid-19”, birçok sektörü olduğu gibi sinemayı da vurdu, salonlar kapalı kaldı; derken Marvel filmleri gibi büyük bütçeli işler için tehlike çanları çaldı. Hal böyle olunca da film takviminde ertelenmeler yaşandı ve 2020 yılını tam anlamıyla pas geçtik. Ancak yeni yıl ile birlikte Marvel, bizi ufak ufak suya alıştırmaya başladı ki denize birden dalıp da boğulmayalım. Önce “WandaVision (2021)”, sonra “The Falcon and the Winter Soldier (2021)”, ardından “Loki (2021)” ve son olarak da “Marvel’s What If?... (2021)” dizileri yayınlandı. Arada da, normalde 2020 yılında gösterime girmesi gereken “Black Widow (2021)” filmini izlemiş olduk ama şöyle bir mesele var ki saydığım dört dizi ve bir sinema filminin tamamı, zaten şimdiye kadar geçmiş filmlerde tanıştığımız karakterler hakkındaydı. Yani bize güzel, heyecanlı hikayeler anlatmakla birlikte, tam anlamıyla yeni bir şey vermiyorlardı. Ancak 3 Eylül itibariyle sinema evrenine gösterişli bir giriş yapan “Shang-Chi” adlı yeni kahramanımız, aradığımız yeniliği tam anlamıyla veriyor.

Aslında bu filmi, “Black Panther (2018)”in Asya versiyonu gibi düşünebiliriz. “Shang-Chi and the Legend of the Ten Rings (2021)”, hem başta Çin olmak üzere Doğu-Asya ülkelerini, hem de ABD içerisindeki Çinli/Asyalı seyirci kitlesini hedef alan bir film. Ayrıca da doktora tezimi ciddi ciddi Marvel üzerine yazmamı düşündüren de bir yapım ama o çok başka bir konu. Film, daha öncesinde “Iron Man (2008)” ve “Iron Man 3 (2013)” filmlerinde dolaylı olarak karşımıza çıkan “On Halka Örgütü” ile bizi yeniden buluşturuyor. Hatırlarsınız ki ilk “Iron Man” filminde “Tony Stark”ı kaçıranlar, bu örgüte bağlı kişilerdi. Üçüncü filmde ise Iron Man’in düşmanları, bu örgütün adından yararlanabilmek için sahte bir örgüt lideri yaratıp adına da “Mandarin” demişlerdi ki sevgili sahte Mandarin, bu film ile birlikte evrene geri dönüş yapmış oldu. Bu tatlı detay bir yana; filmin hem kahramanı hem de kötü karakteri, iyi temellendirilmiş ve bir bakıma, kötü karaktere de tam anlamıyla nefret ile yaklaşılamıyor. Film, bize aslında bir baba-oğul çatışması sunarken, bununla birlikte evrene kökenini Çin mitolojisinden alan yepyeni bir boyut kazandırıyor. Fragmanda görüldüğü için söylemekte bir sakınca görmüyorum; Marvel evreni, uzaylılar ve büyücülerin ardından ejderha gibi mitolojik yaratıklara da ev sahipliği yapan bir yer haline geldi. Biliyorum “Thor” da mitolojik bir figür aslında ama Marvel içerisinde, İskandinav mitolojisinden fırlayan bir tanrıdan daha çok uzaylı bir ırkın temsilcisi gibi konumlandırıldı. Bu film ise evrenin mitolojik ve fantastik havasını kat be kat arttırıyor. Toparlayacak olursak; film, sağlam karakterleri ve komedi ile aksiyonu iyi harmanlamış anlatımı ile dikkat çekerken, aynı zamanda da Çin kültürünü ve mitolojisini de özümsüyor (sömürüyor). Aynı zamanda da özellikle 1970’lerde başta “Bruce Lee” olmak üzere çeşitli aktörler ile popüler olan “Hong Kong” kung-fu filmlerine ve de yine Çin’den çıkıp yer çekimine meydan okuyan ve “Wuxia” olarak anılan tarihi savaş filmlerine de bir saygı duruşu gerçekleştirilirken; aynı zamanda da bu Asya kökenli sinema anlatılarını seyirciyi salonlara çekecek bir araç olarak da başarıyla kullanmış çok sevgili Marvel. Kesin konuşmak istememekle birlikte, nasıl Afrika kökenli Amerikalılar “Black Panther (2018)”e akın akın giderek filmi inanılmaz gişe rakamlarına ulaştırdılar ise, bu filmde de benzer bir etkiyi Asya kökenli Amerikalılardan bekliyorum; tabi pandemi koşulları çerçevesinde. Hikayeden çok ayrıntılı bahsetmek ve sürprizleri kaçırmak istemedim ama bu filmi izlemeyi tercih edecek olanların sinemadan tatmin olmuş bir şekilde ayrılacaklarına eminim. Şimdiden iyi seyirler.



138) Winter’s Tale-Kış Masalı/Akiva Goldsman (2014): Bu film tam yedi yıl önce izlemek için listeme eklemiştim ki o zamanlar bir liseliydim. İzlemem gerçekten çok uzun sürdü. Lisede başlayan ilişkimiz, ancak ben doktora öğrencisi olduğum ve izleyebileceğim kadar çok film izlediğim bir dönemde sonuçlandırılabildi. Aslında yıllar içinde birçok defa bu filmi izlemeye yaklaştım ama her defasında kendime bir bahane ürettim. Açıkçası çok sıkılacağım endişesi aklımın bir köşesinden hiç gitmiyordu. Ama, daha önce çokça olduğu gibi yine yanıldım, sandığım kadar kötü ya da sıkıcı bir film değildi; görece zevk bile aldım. İlk başta neden listeme eklediğimi az çok anladım gibi diyebilirim. Yani tek mesele kadroda yer alan ünlü Hollywood oyuncuları değilmiş; hikayede de beni çeken bir şeyler varmış. Film, bir yanıyla zamana meydan okuyan bir aşk hikayesini bize sunarken, diğer taraftan da fantastik bir dünyanın kapılarını aralayıp iyilik ile kötülüğün, karanlık ile aydınlığın ve de cennet ile cehennemin mücadelesine farklı bir yaklaşım sergiliyor. Farklı söylemi çok mu iddialı oldu emin değilim ama romantizm severlere tavsiye edeceğim bir film. İyi seyirler.



139) Abominable-Yeti Efsanesi/Jill Culton (2019): Aslında çok şey söylenebilir bu film ile ilgili ama ben pek uzatmak ve izlediğim şeyi olumsuz bir şekilde deşmek istemiyorum. Aşırı eğlenerek izlediğim bir animasyon filmi oldu ve hikaye sona ererken yüzümde bir gülümseme vardı. İzlediğimiz şey ise fantastik bir yol filmiydi. Bir yeti, hapis tutulduğu gizli bir araştırma tesisinden kaçar ve Çin’in büyük şehirlerinden birisinde bir apartmanın çatısına sığınır. Orada ise küçük bir kız tarafından bulunup karnı doyurulur ve yaraları sarılır. Böylece yeti ile kız arasında bir arkadaşlık gelişir. Ancak yetinin peşinde olan kişiler vardır. Böylece kız, yetiyi evine, yani Everest Dağı’na götürmeye karar verir. Kızın komşusu ve arkadaşı olan iki çocuk daha onlara katılır ve sonrasında da yolculuk veya kedi-fare oyunu başlar. Elbette çıkılan yolculuk sadece fiziki bir süreç olarak kalmaz. Aynı zamanda da her bir karakterin içsel yolculuğu da başlar ve karakter gelişimlerine de şahit oluruz. Yolculuğa çıkan ve eve dönen çocuklar kesinlikle bambaşka kişilerdir. Uzatmayacağım dedim ama yine de uzadı farkındayım. Kısaca; eğlenceli bir film ve kesinlikle tavsiye ederim.



140) Roma-Roma’da Aşk Başka/Federico Fellini (1972): Bir yönüyle, kesinlikle, izlemesi inanılmaz zevkli bir film ama bir başka taraftan da bir o kadar da yorucu. Yani sinemaya özel bir ilginiz yoksa ve film izlemeyi sadece bir eğlence olarak görüyorsanız, “Roma (1972)” kesinlikle size göre değil. Bu noktada filmin yoruculuğu daha ağır basacaktır çünkü bu film, yönetmenin yarı otobiyografik bir hikaye anlatısını bize sunuyor ve “Fellini”, ortaya koyduğu eserinde kendini bir dış ses anlatıcı ve bir yan karakter olarak konumlandırarak sahne ışıklarını bizzat Roma şehrine çeviriyor. Evet, bu filmde alışılagelmiş bir anlatı biçimi yok. 2 saatlik süre boyunca hikayenin ana karakteri Roma. Yönetmen, bize çok sevdiği bu şehri ilk nasıl öğrendiğini, 1939 yılında buraya ilk defa gelişini, o yılların şehir hayatını ve de 1969 yılında, filmin çekim yılına göre daha yakın ve güncel bir tarihteki Roma şehrini sunuyor. Bu filmdeki her şey Roma ile alakalı ve hiçbir insan karakter Roma’dan sahne çalamıyor. Fellini, 1939 ile 1969 yılları arasında Roma’nın yaşadığı sosyo-kültürel değişimi gözler önüne seriyor ve şehri ön plana çıkarırken de eleştirel bir dil kullanmaktan da çekinmiyor ki bu eleştiri okları çok geniş alanlara uzanıyor. İzlediğime memnun olduğum farklı bir film ve çok farklı bir deneyim oldu. 1969 yazında Roma’da olmak isterdim.


Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.


Kazan

Yorumlar