İFL 2021-XIII



121) The Suicide Squad: İntihar Timi-The Suicide Squad/James Gunn (2021): Henüz pandemi patlak vermeden önce bir sinema salonunda izlediğim son film, “Star Wars: Episode IX-The Rise of Skywalker” adlı yapımdı ve ondan 20 ay boyunca hiçbir filmi sinema salonunda izlemedim. Bu 20 aylık dönem, belki de hayatımın en fazla film izlediğim zamanlarıydı çünkü tüm 2020 yılı boyunca 244 film ve 2021 yılı içerisinde de şimdiye kadar 121 film izledim. Ancak bu film ile birlikte tekrar hatırladım ki bir filmi sinemada izlemek ile evde izlemek arasında gerçekten fark var. Evet, evde film izlemenin de birçok avantajı var. Örneğin; yanlış filme gelip salonu karıştıran, telefonun ışığını açıp fotoğraf çeken, film hakkında sesli bir şekilde yorum yapan ve film başladıktan sonra salona giren tipler ile uğraşmak zorunda değilsin. Ancak, tüm olumsuz yanlarına karşın, filmi salonda izlemek, kişiye bir odaklanma sağlıyor. O bir buçuk veya iki saatlik süre için tek amacınız o filmi izlemek oluyor ve seyrettiğiniz filmden tam anlamıyla zevk alıyorsunuz. Ama ev öyle mi? Evdeki koltuğa yayılmanın verdiği rahatlık, tam bir konsantrasyon emici. Kumanda ya da fare elinizin altında olunca; dur bir dakika mesajlara bakayım, dur çişim geldi, dur bir çay koyayım vs. vs. derken filme odaklanmak neredeyse mümkünatsız oluyor. Ben bir buçuk saatlik bir filmi üç saatte zor bitirdiğimi bilirim. Kısacası; sinema salonunda film izlemeyi, film izlerken başka bir şeye odaklanmadan keyif almayı çok özlemişim.

Filme dönecek olursak; James Gunn” tarafından yazılıp yönetilen “Suicide Squad 2” ya da “The Suicide Squad” filmi, meşhur “İntihar Timi”ni yeni bir görev için bu defa Orta Amerika’daki bir ada devletine götürüyor. İlk filmdeki gibi; ekibi “Amanda Waller” toplarken “Rick Flag”, “Harley Quinn” ve “Captain Boomerang” da yeniden göreve çıkan emektar üyeler olarak dikkat çekiyorlar. Ancak bu defa time daha fazla süper kötü dahil oluyor. Üstelik filmin “18+” statüsüne sahip olmasıyla birlikte, çok daha fazla ölüm ve şiddet sahnesi ile karşılaşıyoruz. Filmin hikayesinden bahsederek spoiler vermeyeceğim ama oldukça başarılı bir çalışma olduğunu söylemem gerekir; en azından benim için öyle çünkü filmden gerçekten keyif aldım. Tamam, ben “David Ayer” tarafından çekilen ilk filmi de sevmiştim; bunu saklayacak değilim çünkü o film, bize Harley Quinn, “Dead Shot”, “Killer Croc”, “Katana”, Rick Flag, Captain Boomerang, Amanda Waller ve elbette benim çok beğendiğim “Joker”i sunmuştu. Evet, bana göre “Jared Leto”nun Joker’i gerçekten iyi bir Joker’di. Genel olarak karakterler oldukça başarılıydı ancak o filmin kusuru, hikayenin o kadar güçlü olmayışıydı. Peki James Gunn ne yapmış? Öncelikle güzel bir hareketle ilk filmi görmezden gelmemiş ve o filmden karakterleri alarak bağlantıyı sürdürmüş, üstüne de daha fazla ilgi çekici karakter ekleyerek ve de şiddetin de dozunu arttırarak; yanı sırada derli toplu bir hikaye sunarak ilk filmden daha başarılı bir iş ortaya koymuş. Ben özellikle Harley Quinn için oluşturulan hikayeyi çok beğendim bu filmde. İlk film içerisinde Harley, açık bir şekilde bir seks objesiydi. Yani dişiliğini ön planda tutmak öncelikli amaçtı. Ancak bu film, bize çok daha güçlü bir kadın sunuyor. Özellikle tek başına girdiği bir çatışma sekansı var ki filmdeki favori anım bile olabilir.

Neyse efendim; sonuç olarak sinemaya dönüşümü bu film ile yaptığım için oldukça mutluyum. Belki de “DC”, “Marvel”ı taklit etmek yerine bu tavırda ısrarcı olmalı. Yani daha karanlık, daha yetişkin işi filmler ile yoluna devam etmeli. Belki çoğu kişi “DCEU” yani “DC Genişletilmiş Evreni” için umudunu yitirdi ama benim hala umudum var...



122) Vox Lux/Brady Corbet (2018): Öncelikle “Natalie Portman”ın bir pop yıldızı olarak oyunculuğuna ve “Willem Dafoe”nin dış ses anlatıcı olarak filmde yer almasına bayıldım. Film, “Celeste” adlı bir pop yıldızının ergenlik döneminde kariyerine nasıl başladığını ve günümüzdeki yetişkin halinin yüzleştiği problemleri anlatıyor. Celeste, 2000 yılında henüz daha 14 yaşındayken, cinnet geçiren bir sınıf arkadaşının sebep olduğu katliamdan canlı kurtulur ve ablası ile birlikte yaşananlar için bir şarkı bestelerler. Olayın anısına bestelenen şarkı, Celeste’ye şöhret kapılarını açar ancak şöhret sadece hayranları ve parayı değil; başka şeyleri de beraberinde getirir. Daha 18 olmadan hamile kalır, alkol ve uyuşturucu problemleri yaşar. Film bize birçok problemi olan bir sanatçıyı sunar ama sadece sunar. Gösterdiği hiçbir probleme bir çözüm getirmez. Film, Celeste’nin büyük konser sekansı ile son bulur yani açık uçlu olarak biter. Gerçekten açık uçlu filmler bana göre değil. Yani ben istiyorum ki Celeste’ye ne olacak bileyim. Böyle bitmemeliydi.



123) Black Widow/Cate Shortland (2021): İlk “Demir Adam (2008)” filminden beri “Marvel Sinema Evreni”ni düzenli olarak takip eden ve belki de bu evrene yönelik bir doktora tezi yazacak biri olarak bu filmi izlediğime çok mutlu oldum. Yani, evet bu yıl üç tane Marvel dizisi izleme şansım oldu ama “Covid-19” yüzünden tüm 2020 yılı boyunca tek bir yeni Marvel filmi izleyememişken bu film gerçekten iyi geldi. Ancak “Black Widow”un solo filmi gerçekten çok gecikti. Bu çok daha önce atılması gereken bir adımdı ama maalesef kadın başrol izlenmez algısı, daha yeni yeni kırılıyor.

Filme dönecek olursak; var olan evrene çok büyük bir yenilik kattığını söyleyemem ama “Endgame (2019)”de öldüğünü bildiğimiz Natasha’ya güzel bir veda olmuş ve üstelik hem karakterin geçmişine ait daha fazla detay bize sunulurken hem de yeni Black Widow için de sahne hazırlanmış. Yelena’yı izlemek güzeldi ve yeni Black Widow olarak ona alışabilirim. Üstelik başka karakterler de bu film ile birlikte evrene dahil oldular. Bakalım ilerleyen dizi ve filmlerde onları tekrar görecek miyiz ya da ne şekilde göreceğiz...Marvel severler, hasret gidermek ve yakında başlayacak bombardımana hazırlanmak için güzel bir film. Şimdiden iyi seyirler.



124) İyi Ki Yapmışım/Selçuk Metin (2020): Şahane bir “Metin Akpınar” belgesel filmi. Yüzümde koca bir gülümseme ile bayıla bayıla izledim ve böyle işleri daha çok yapmak lazım diye düşünüyorum. Belki “Kemal Sunal”, “Zeki Müren” veya “Nazım Hikmet” gibi büyük sanatçıları kaçırdık ama hala hayatta olan ve yaşadıklarını, anılarını, acılarını, başarılarını kendi ağızlarından dinleyebileceğimiz daha nice kıymetli sanatçımız var. Metin Akpınar gibi sanatçılar, bize ve bizden sonraki nesillere çok güzel örnek olabilecek insanlar ve onları bu şekilde hatırlamak, kayıt altına almak çok anlamlı. Ben bu filmin benzerlerini, hala hayatta olan “Şener Şen”, “Cüneyt Arkın”, “Türkan Şoray” ve “Müjdat Gezen” gibi isimler için de görmeyi çok isterim açıkçası. Bu sanatçılar, güzel insanlar; güzel birer rol model olabilecek insanlar. Film özeline dönecek olursak; Metin Akpınar’ı Metin Akpınar yapan şeyleri izlemek, onun yorumlarıyla dinlemek, şahaneydi. Mutlaka herkese izleyin diyeceğim bir iş; hem sanatçıyı hem de ülkeyi anlamak açısından...



125) Vivo/Kirk DeMicco-Brandon Jeffords (2021): Güzel bir müzikal animasyon film. Küba’da başlayıp Miami’de biten, aslında yeniden başlayan bir hikaye. Küçük bir bal ayısı ya da kinkaju, yanlışlıkla ormandan çıkarak Havana’ya gelir ve burada köpeklerin saldırısına uğrar. Onu köpeklerden kurtaran ise yaşlı bir sokak müzisyeni olur. Onu evine alan müzisyen, kinkajuya hem “Vivo” adını verir hem de ona müzik yapmayı öğretir. Böylece Vivo ve yaşlı adam, bir ikili olarak Havana sokaklarında müzik yapmaya başlarlar. Hayat Vivo için şahanedir. Ancak bir gün her şeyi değiştiren bir mektup gelir. Müzisyenin yıllar önce ABD’ye giderek çok ünlü bir şarkıcı olan eski aşkı son konseri için eski partnerini çağırmaktadır. Böylece müzisyen kararını verir ve ABD’ye gitmek için hazırlanır çünkü yıllar önce aşkı için yazdığı şarkıyı ilk defa çalma şansını elde etmiştir. Ancak Vivo, düzenin değişmesini hiç istemez ve evden kaçar. Yine de müzisyenin mutluluğuna destek olması gerektiğini düşünerek döner ve uykuya dalan yaşlı adamın valizini toplar. Her şeyin çok güzel olacağı inancı ile yeni güne uyanan Vivo, kötü bir sürpriz ile karşılaşır. Müzisyen ölmüştür. Böylece Vivo, sevgili ortağının son arzusunu yerine getirmek için bir kinkaju için imkansız gibi görünen bir yolculuğa çıkarak Miami’ye doğru yol alır. Bu yolculuk, Vivo’ya yeni bir ev, aile ve arkadaşlar verecektir ama en önemlisi; şarkıyı yerine yetiştirebilecek mi? Cevabı zaten biliyorsunuz; sonuçta bu bir klasik anlatı filmi. Ama şarkılar falan derken güzel bir film. Tavsiye ederim.



126) L’eclisse-Batan Güneş/Michelangelo Antonioni (1962): Değindiği sömürgecilik, ırkçılık ve ekonomi gibi meseleler ile ilgimi çekmiş olsa bile oldukça durağan bir film. İlerleyişi, hikayesi ve oyunculuklar çok yoruyor. Avrupa sineması ile gerçekten uyuşamıyorum. Filmin senaryosuna gerçekten girmek istemiyorum çünkü hem net bir hikaye hem de net bir başlangıç veya son yok. Bir çevirmen ile bir borsacının aşk hikayesi diyelim kısaca. Neyse; izledim ve bitti.



127) Emekli Ajan/David Charhon (2021): Açıkçası çocukluğumun dövüş filmi yıldızlarından “Jean-Claude Van Damme”ı yeniden izlemek eğlenceliydi ama o kadar da aman aman bir film değildi. Mesela Van Damme rol almasa, kesinlikle izlemezdim; buna yüzde yüz eminim. Sırf onun için katlandığım fazlasıyla sahne oldu diyebilirim. Yani Van Damme birkaç tekme savuracak diye iki saatlik bir film izledim ki adam yaşlandığı için dövüş sahnelerinde bariz bir şekilde dublör kullanıyordu. Hayal kırıklığı anlayacağınız. Peki konu nedir? Şöyle ki; Fransız hükumeti için çalışan Sis lakaplı usta bir ajan vardır ve Fransızların Sudan’da gerçekleştirdikleri kanlı ve gizli bir operasyondan sağ çıkar. Yaşananlar hakkında konuşmamak için hükumet yetkilileri ile bir anlaşma yapıp sırra kadem basar. Anlaşma şudur; Fransa yönetimi, Sis’in yeni doğan oğluna tam dokunulmazlık sağlayıp bir de maaş bağlayacaktır. Şartlar kabul edilir ve yıllar geçer. Küçük çocuk 25 yaşında bir delikanlı olur. Ancak bir sorun vardır. Dışişleri Bakanlığı’nda çalışan bir yetkili, çocuğun kimliğini bir silah kaçakçısına vermiştir. Üstelik yine aynı bakanlıkta çalışan başka bir görevli de kendi inisiyatifi ile çocuğun dokunulmazlığını sonlandırınca polis, silah kaçakçısı yerine Sis’in oğlunun peşine düşer ve ajanımız da oğlunu kurtarmak için yeniden Paris’e döner. Böylece aksiyon başlar. Aksiyonu bir yana, aile olmak hakkında bir film sunuluyor bize. Neyse işte Van Damme’ın hatırı için izledik ve bitti.



128) Zashchitniki/Sarik Andreasyan (2017): Kesinlikle kötüydü. Tamam Rus sinemasının süper kahraman filmi yapma çabasını takdir ediyorum ama senaryo çok zayıf ve klişeler ile dolu. Aslında hem kahramanlar hem de kötü karakter oldukça potansiyelli. Üstelik Soğuk Savaş yılları ile kurulan bağlantılar da güçlü bir arka plan hikayesi veriyor karakterlere ama ilerleyiş çok vasat ve hatta vasat altı. Ben filmi biçimsel olarak değerlendirmek istemiyorum çünkü kıyas olarak “Hollywood” yapımı süper kahraman filmlerini almak haksızlık olur ancak daha güçlü bir senaryo oluşturulabilirdi. Yani düşman Moskova’yı işgal etmişken süper kahraman takımının yeni kıyafetler deneyip yeni ekipmanları ile antreman yaptıkları uzun sekans oldukça gereksizdi bence. Üstelik finalde dört kahramanın bir araya gelip bir enerji topu yaratarak düşmanı yenmeleri de çok zayıftı. Kısaca iyi niyetli bir girişim, potansiyelli karakterler, vasat üstü bir animasyon teknolojisi ama kesinlikle berbat bir senaryo. İzlediğime pişmanım.



129) Dr. Garipaşk-Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb/Stanley Kubrick (1964): Şunu açıkça belirtmek isterim ki yönetmenin en sevdiğim filmi bu oldu. Daha öncesinde “2001: Bir Uzay Macerası” ve “Cinnet” filmlerini izlemiştim ama her ikisi de benim açımdan izlemesi oldukça zor ve yorucu filmlerdi. Düzeltiyorum; biri zor, diğeri ise yorucuydu. Ama hani bazı filmler vardır; içeriğinden, yani hikayesinden bağımsız olarak izleyiciyi çeker. “Dr. Garipaşk” da böyle bir film. Eli yüzü düzgün biçimi ve aksamayan akışı ile kendini izletmesini başaran bir film. Belki de tek bir an bile sıkılmadan filmi baştan sona izlemişimdir. Stanley Kubrick”in “Soğuk Savaş” yıllarını kendine has bir anlatım ile paranoya meselesine yoğunlaşarak başarılı bir şekilde işlediğini düşünüyorum. Nükleer savaş tehlikesine odaklanan bu filmde, işgüzar bir ABD generali, yetkilerini aşarak Sovyetler Birliği’ne bir nükleer saldırı başlatır çünkü Sovyetlere karşı paranoya halindedir. Sonrasında ise hem ABD’nin hem de Sovyetler Birliği’nin birlikte hareket ederek bu saldırıyı durdurmak için çabalamasını izleriz. İki karşıt güç birlikte hareket ederler çünkü ABD’nin bir kıyamet silahı geliştirdiğini sanan, yani paranoyaklaşan Sovyetler, karşı hamle olarak tüm insanlığın sonunu getirecek bir silah üretmiştir ve Amerikan savaş uçağının Sovyetlere yapacağı herhangi bir nükleer saldırı, bu silahı otomatik olarak çalıştıracaktır. Film, kıyameti durdurma çabasını anlatır ve temel olarak üç farklı mekan arasında sürekli geçiş yaparak kısıtlı alanda güçlü bir anlatı sunar. Filmi gerçekten sevdim ama hikayede çok kısıtlı bir rolü olan ve hatta filmin ilk yarısı boyunca ortalıkta olmayan eski Nazi olduğu aşikar “Dr. Strangelove”ın filme neden isim verdiğini çok anlamlandıramadım. Bir diğer nokta ise şu; film, Soğuk Savaş’ı alaya alan bir komedi gibi dursa bile propaganda yapmayı da asla ihmal etmiyor. Dikkatli izlediğinizde göreceksiniz ki her noktada Amerikalılar daha üstün değilse bile Sovyetler daha rezil. Bir kere ayyaş bir liderleri var ve kıyameti getiren silahı da onlar üretiyor. Elbette bir “Hollywood” filminden daha farklı bir yaklaşım ummak saçma olur. Neyse; kıymetli bir film ve seyirciyi sıkmadan ilerleyerek kendini izlettirmesini biliyor. Şimdiden iyi seyirler dilerim.



130) The Wild Life-Robinson Crusoe/Vincent Kesteloot-Ben Stassen (2016): Açıkçası uzun zamandır listemde olan filmlerden birisi daha diyebilirim bunun için. Bir heves listeme eklediğim ama izlemek için fırsat oluştuğunda kendime bahaneler ürettiğim bir yapımdı. Sonunda izledim ve beni pişman etmedi. Çok daha önce izleyebilirmişim anlayacağınız. Film, “Robinson Crusoe” hikayesini farklı bir yorumla ekrana taşıyan eğlenceli bir animasyon. Sevgili Crusoe, yine bir adada mahsur kalır ama bu defa, düştüğü toprak parçasında hiçbir insan yoktur. Onun yerine birkaç tane hayvan vardır ve kahramanımız, bu canlılar ile bir arkadaşlık kurar. Hayvanlardan birisi ise bir papağandır ve Crusoe, ona “Salı” adını verir. Aslına bakarsanız bu film, Crusoe’dan daha çok Salı ve arkadaşlarının hikayesi. Crusoe’yu adalarına getiren gemi enkazı, aynı zamanda da iki tane kediyi beraberinde getirir. Yani cennete avcılar doluşur. Üstelik kedi çifti boş durmayıp üreyerek de sayılarını arttırır. Böylece av ile avcı arasında bir savaş başlar diyebiliriz. Eğlenceli bir film. Animasyon severlere tavsiye ederim.


Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.


Kazan

Yorumlar