İFL 2021-XII

 


111) Geçen Yaz/Ozan Açıktan (2021): Yine dünyayı kurtarma amacında olmayan romantik türde bir film. Bize öyle büyük mesajlar sunmayan bir aşk filmi. Filmi sevdim çünkü güzel bir ilk aşk hikayesi anlatıyor ama şunu da söylemem lazım; çok üst sınıf bir aşk hikayesi. Yani yaz tatilinde, Bodrum’da denize yakın, havuzlu, özel bir sitede aşk yaşıyorsun. Tek kelimeyle mis! Ama kabul edelim ki büyük bir çoğunluğumuz için böyle bir ergenlik pek mümkün olmadı, olmayacak. O bakımdan; bu film bize bir aşk hayali satıyor. Hani derler ya; filmlerdeki gibi! İşte tam o şekil. Neyse; aşk filmi severlerin hoşlanacağı bir film diyelim ve geçelim. Benim asıl takıldığım nokta başka. Ya arkadaş bu “Ece Çeşmioğlu” kaç yaşında? Sanki ben kendimi bildim bileli hep liseli oynuyor gibi hissediyorum.



112) Metropolis/Fritz Lang (1927): Yılına göre muazzam bir film. Yani tam anlamıyla bir başyapıt ve sinema tarihinin önemli köşe taşlarından da birisi. Kendinden sonra çekilmiş birçok bilim-kurgu ve distopik filmi etkilediği de aşikar. Peki ne anlatılıyor? “Metropolis” adlı makineleşmiş bir şehirde, işçiler ile yöneticiler arasında uçurum giderek artmaktadır. Bu sırada şehir yöneticisinin oğlu da şehrin alt kademelerinden Maria adlı bir kıza aşık olur. Maria, işçilerin isyana kalkışmasını dizginleyen yegane kişidir ama yönetici, işçilerin isyan etmesini ister çünkü böylece onları cezalandırma hakkı doğacaktır. Bu amacını gerçekleştirmek için beklediği fırsat ise yıllardır tanıdığı bir mucitten gelir. Mucit bir robot yaratmıştır ve bu robotu Maria kılığına sokarak işçileri isyana teşvik ederler ama sorun şudur ki mucit, yöneticiyi de ortadan kaldırmak istemektedir çünkü yıllar önce sevdiği kadın onu değil yöneticiyi seçmiştir ve mucit bunun için yöneticiyi cezalandırmak ister. Böylece Maria kaçırılır ve yerine geçen robot, şehri karmaşaya sürükler. Onun yıktığını düzeltmek ise yöneticinin oğluna ve gerçek Maria’ya kalacaktır. Filmin sonu ise ayrışma yerine birliği olumlayarak biter. Metropolis’in elleri olan işçiler ve aklı konumundaki yönetici, Maria ve yöneticinin oğlunun sevgisiyle birleşirler. Öncelikle karakter isimlerini unuttuğum için özür dilerim. Diğer yandan bu film, anlattığım kısa özetten çok daha derin bir hikaye barındırıyor. Sabır gösterip izlemeniz lazım. Makineleşme üzerine önemli bir film ve yaydığı atmosfer de Nazi seslerini duyurur nitelikte. Mutlaka tavsiye ederim; elbette sinemaya gerçekten ilgi duyuyorsanız.



113) Roma, Açık Şehir-Rome, Open City-Roma, Citta Aperta/Roberto Rossellini (1945): Mihenk taşı filmlerden ilerlemeye devam ediyorum. “İtalyan Yeni Gerçekçilik” olarak adlandırılan ve sinemayı stüdyo ortamından sokaklara taşıyan akımının önemli filmlerinden birisi. Film, müttefikliğini kaybedip Alman işgaline uğramış İtalya’yı beyaz perdeye taşıyor ve Roma’da Nazilere karşı gerçekleştirilen direnişten bir örnek sunuyor. Az bütçe, gerçek mekan, doğal ışık ve de amatör oyuncular ile de iyi film yapılabileceğini yansıtıyor adeta. Mutlaka tavsiye ederim...



114) The Tomorrow War/Chris McKay (2021): Tam bir klasik anlatılı tür filmi; öncelikle her şey bir neden sonuç ilişkisi içinde ilerliyor ve bize sunulan hiçbir sahne, hiçbir karakter ve hiçbir detay boşuna değil. Yani tabancayı gösterince patlatıyorlar. Üstelik uzaylı istilası olsun, insanlığın sonunun gelmesi olsun, efendime söyleyeyim zaman yolculuğu olsun; bir bilim-kurgu filminden bekleyebileceğimiz birçok maddeyi de destekleyerek tür filmi olarak da güçlü bir duruş sergiliyor. Kısacası tam benlik bir film. Bu aralar “Hollywood” ve tür sineması üzerine de okuduğum için daha da bir zevkli geliyor açıkçası. İşin özü, ben bu filmi sevdim ve sıkılmadan izledim. Belki birçok açıdan klişe bir film ama bazen klişe olması da güzeldir; zaten tür filminin olayı da biraz bu değil mi?



115) Words Bubble Up Like Soda Pop-Cider no You ni Kotoba ga Wakiagaru/Ishiguro Kyohei (2021): Uzun zamandır anime filmi izlememiştim. O sebeple de bunu izlemek baya iyi geldi. Ben bu türü gerçekten seviyorum. Film, küçük bir Japon şehrinde, yaz mevsiminde geçiyor ve iki ergenin aşklarını bize sunuyor. “Smile”, internet fenomeni olan bir kızdır ama görünüşüyle ilgili problemler yaşamaktadır. Çocukken çok sevdiği tavşan dişleri, ergenlik ile birlikte onun için rahatsız edici bir hal almış ve dişlerinin düzelmesi için diş teli kullanmaya başlamıştır. Ancak diş telleri de başka bir sorundur ve ağzının görülmesini istemeyen genç kız, sürekli maske ile sokağa çıkmakta ve yayınlarını da maske ile yapmaktadır. “Cherry” ise “haiku” biçiminde şiirler yazan, kendini bu şekilde ifade edebilen içine kapanık bir çocuktur ki müzik dinlemediği halde sürekli kulaklık takarak dolaşıp insanlar ile iletişimini en aza indirir. O da şiirlerini internet ortamında yayınlar ama pek kimse tarafından okunmaz (aynı ben!). Birileri şiirlerini onun sesinden dinlemek istediğinde ise adeta eli ayağı birbirine dolaşır. Bu içine kapanık delikanlı, bir alışveriş merkezinde, rahatsızlık geçirmiş olan annesinin yerine, yaşlı gündüz bakım merkezinde çalışmaktadır. Hem Cherry’nin hem de Smile’ın AVM’de oldukları bir gün, her ikisi de bebeklerin emekleme yarışını izlemeye giderler ve bu sırada yaşanan bir hırsızlık ve kovalamaca sürecinde, hırsız her ikisine de çarparak onları düşürür ve ikilinin telefonları karışır. Böylece tanışıp birlikte vakit geçirip aşık olacakları yaz tatilleri başlamış olur.

Anime, güzel bir romantik film. İki farklı kuşaktan iki ayrı aşk hikayesini bize sunuyor; aşkların biri taze iken, diğeri ise adeta zamana ve ölüme meydan okuyor. Üstelik bu iki aşk hikayesi, yer yer paralel bir ilerleyiş sergilerken, bazen de kesişerek birbirini etkiliyor. Filmin anlattığı hikaye kesinlikle çok hoşuma gitti. Eskiden romantik film sevmem derdim hep ama sanırım, biraz ayrımcılık olacak, iş romantik anime filmlere gelince seviyorum. Bunu da sevdim.

Diğer taraftan; kendince, serbest sitille şiirler yazan bir kişi olarak haiku tarzından etkilendiğimi söylemem gerek. Elbette bu şiir biçimini ilk defa görüyor ya da duyuyor değilim ama şimdiye kadar haiku yazmak aklımın ucundan bile geçmemişti. Bu filmdeki işleniş tarzı ise beni oldukça etkiledi ve kendimi fikir değişikliğine itilmiş bir halde buldum. Adeta bir bataklığa düşüp de çırpındıkça batıyormuşum ama aynı zamanda da bundan zevk alıyormuşum gibi bir his var içimde. Kısaca bu film, aslında haikunun ne kadar güzel bir ölçü olduğunu fark etmemi sağladı diyebilirim. Üstelik hece ölçüsü ile şiir yazmak, Türk edebiyatında da yaygın bir durum olduğu için bu biçimin dilimize uygulanması da gayet mümkün ve de rahat. Sanırım ilk fırsatta “5-7-5” hece ölçüsü ile şiir denemesi yapmak istiyorum. Belki böylece dağınık olan düşüncelerimi toplama ve az ile çok anlatma yolunda biraz deneyim kazanabilirim.

Sonuç olarak diyorum ki; güzel bir film. Yani sizi birçok farklı noktadan yakalayabilir. Romantik film severlere hitap ediyor, Japon kültürü severlere hitap ediyor, şiir severlere de hitap ediyor. Daha ne olsun? Şimdiden iyi seyirler.



116) Paisa-Paisan-Hemşo/Roberto Rossellini (1946): Üçlemenin ikinci filmi. Yönetmen, bu filmde de tam anlamıyla savaşın yok ettiği gerçek mekanlarda film çekmeye devam ederek II. Dünya Savaşı’nın yıkıcılığını adeta bir belgesel niteliğinde aktarmayı başarmış. Müttefiklerin 1943’de İtalya’ya yaptığı ilk çıkarma ile birlikte başlayan film, 1944 yılı sonuna kadar olan bir süreyi kayda alıyor ve Napoli, Roma ve Floransa gibi farklı İtalyan şehirlerinde, Naziler ile mücadeleyi ve savaşın gölgesindeki farklı yaşamları yansıtıyor. Filmin belge niteliği çok kuvvetli olmak ile birlikte, bana göre akışı oldukça hantal. Bazı sahnelerin ve sekansların haddinden uzun tutulduğu kanaatindeyim ama elbette bu “Rossellini”nin filmi. Onun filmi, onun kararı; saygı duymak gerek sanırım. Savaşın gölgesinde film çekmek hiç kolay iş değil. Yaptığı, tüm ekibi ile birlikte yaptıkları, çok kıymetli ve sinema tarihi açısından dönüştürücü bir şey.



117) WolfWalkers/Tomm Moore-Ross Stewart (2020): 17. yüzyıl İrlanda’sında geçen güçlü bir hikaye. Başta doğa-insan çatışması olmak üzere birey-toplum, din-mitoloji, eski nesil-yeni nesil gibi pek çok çatışma etrafında şekillenerek büyüyen ve de ilerleyen bir senaryo. Açıkçası bir an için mutsuz bir son izleyeceğimiz konusunda güçlü hislerim vardı ama sonuçta bu bir klasik anlatılı film ve düzeni bozmayıp bize mutlu bir son ve bir aile sundu. Sonunu sevdim; hiç inkar edemem. Filmi biçim olarak da sevdim ve bence bu senaryoyu animasyon olarak çekmek en doğru karar olmuş. Günümüz sinema teknolojisi düşünüldüğünde canlı çekim bir film de tercih edilebilirdi belki ama bir çizgi film olarak üretilmesi çok daha güçlü bir anlatıma ve o mitik havaya ortam sağlamış; hem ayrıca çok daha ucuza mal edildiğine de eminim. Umarım bir gün yazdığım bir senaryoyu animasyon film olarak izleme şansı bulabilirim; aşırı kıskandım sanırım. Neyse; biraz da filmin hikayesine değinmek gerekirse; İrlanda’nın bir bölgesinde şehir halkı ile kurtlar arasında bir savaş vardır. İnsanlar, ağaçları kesip ormana zarar vererek kurtların alanını işgal ederlerken; kurtlar ise sürülere ve de odunculara saldırmaktadırlar. Artık Hristiyan olmuş olan şehir halkı, pagan geleneklerini unuttukları ya da en azından geride bıraktıkları için kurtların kimler tarafından kontrol edildiklerini de unutmuşlar ve uyanıkken insan, uyuduklarında ise kurda dönüşen “WolfWalker” adlı yaratıklar birer mite dönüşmüştür ancak onlar halen ormandadır ve insan ile doğa arasında bir köprüdür. Ancak şehrin yöneticisi, hem ormanı hem de kurtları yok ederek o araziyi tarıma açmak istemektedir. Bu noktada ise İngiltere’den bir avcı ve küçük kızı, bu küçük İrlanda şehrine gelerek bir olaylar zincirini tetiklerler. Peki film bize ne söyler? Bence dediği şey şu; doğayı yok etmek ya da ona hükmetmeye çabalamak yerine, onunla bir bütün olmalıyız; tıpkı birer WolfWalker gibi. İnsan olmak, doğadan kopuk olmayı gerektirmez; medeniyet diye adlandırdığımız şeyin doğaya zıt bir oluşum veya ondan üstün olmasına gerek yok. Ne diyelim; doğayı sevelim ve de koruyalım.



118) Almanya Sıfır Yılı-Germany Year Zero-Germania anno zero/Roberto Rossellini (1948): “Rossellini”, bu film ile birlikte “II. Dünya Savaşı Üçlemesi”ni bitirmiş oldu. İlk iki filmde, tam anlamıyla savaşın izleri daha çok çok taze iken Nazi işgalindeki İtalya’yı anlatan yönetmen, bu defa yönünü Naziler kaybettikten sonra işgal altına alınan Berlin’e çevirmiş ve hikayenin merkezine küçük bir çocuk olan “Edmund”u almış. Müttefikler tarafından işgal altına alınan ve Nazilerin bir bir avlandığı Berlin’de, Edmund ve ailesi yaşam mücadelesi vermektedir. Anneleri ölmüştür, babaları ise yatalak bir hastadır. Edmund’un abisi ise şehir düşene kadar Naziler adına savaşmış bir askerdir ve bu sebeple evde gizlice saklanmaktadır. Teslim olursa esir kampına gönderileceğini düşünmektedir. Bu noktada aileyi geçindirmek ise Edmund ve ablasının sorumluluğuna kalmıştır. Abla, geceleri barlara giderek Müttefiklerin askerileri ile takılmakta ve onlardan bir şeyler kopararak eve yiyecek götürmektedir. Ancak işi ileriye götürüp fahişelik yapacak cesareti kendinde bulamamaktadır çünkü esir kampında bir sevgilisi vardır ve ona sadık kalmak için çabalar. Edmund ise eve biraz yiyecek götürmek için sokaklarda her türlü işi yapmaya hazır haldedir. Ancak yaşının küçük olması sebebiyle iş bulmak da kolay değildir. Şehirde kıtlık vardır ve açlık çeken Almanlar, sokakta ölen bir attan et koparmak için birbirleri ile yarışırlar ya da bir kamyondan dökülen kömür parçaları için koştururlar. Yine sokaklarda dolandığı bir gün Edmund, bir Nazi olan eski öğretmeni ile karşılaşır ve bu karşılaşma sonrasında öğretmeni ile daha sık görüşmeye başlar. Öğretmen, Edmund ile pedofili bir ilişki kurma çabası içerisindedir ama aynı zamanda da ona Nazi fikirlerini aşılar; hasta ve güçsüz olanların ölmesinin doğallığından dem vurur. Öğretmeninin fikirlerinden etkilenen Edmund, hasta babasını öldürecek ve de sonrasında ne yaptığını gerçekten anladığında ise bu onun kendi ölümünü hızlandıracaktır. Gerçi son sahnede çocuğun intihar ettiğini söylemek çok güç. Daha çok bir dalgınlık anında gelen bir ölüm gibiydi diyebilirim. Ancak film, savaşın Alman topraklarına getirdiği yıkımı çok net ve de vurucu bir şekilde ortaya koyuyor çünkü 1948 yılında ve gerçek mekanlarda çekilen film, savaşın tüm yıkıcılığını gözler önüne seriyor.



119) Yes, God, Yes/Karen Maine (2019): Bu, Katolik Lisesi’ne giden Alice adlı ergen bir kızın hikayesi. Alice, bir yandan ergenliğin getirdiği cinsel dürtüleri ile yüzleşirken, diğer taraftan ise aşırı dindar çevresi ve ona aşıladıkları cehennem korkusu ile mücadele etmek zorundadır. Üstelik, hakkında çıkan cinsel içerikli dedikodular sonrasında imajını düzeltmek için okulun inziva kampına katılması ile birlikte din ve cinsellik arasında yaşadığı çatışma giderek büyüyecek ve aslında kimsenin göründüğü gibi olmadığını anlayacaktır. Bu filmi dört günlük bir kendini bulma yolculuğu olarak değerlendirmek mümkün.



120) Limelight-Sahne Işıkları/Charles Chaplin (1952): Elbette bu kişisel bir görüş ama bence “Limelight” filmi bir şaheser. Eğer “Charles Chaplin”i biraz seviyorsanız ve hakkında araştırma yaptıysanız, bu filmi izlemek oldukça anlamlı gelecektir. Film, bize Carvero adlı eski ya da yaşlı bir komedyen/palyaço ile genç bir balerin arasındaki aşkı sunuyor. Filmin hikayesine değinmek gerekirse; kariyeri tepe taklak olmuş bir sanatçıdır Calvero ve 1914 yılı Londra’sında bir pansiyonda yalnız bir hayat sürmektedir; bu yalnızlığındaki tek dostu ise alkoldür. Yine sarhoş bir şekilde pansiyona geldiği bir gün, giriş kattaki bir odadan gaz kokusu geldiğini fark eder. Odaya girdiğinde ise sonrasında adının Terry olduğunu öğreneceği genç bir kadını intihardan kurtararak kendi odasına taşıyıp onun için doktor çağırır. Kızı tedavi eden doktor, sonraki süreçte Calvero’dan onunla ilgilenmesini ister. Yani anlık bir tepki ile hayatını kurtardığı bu genç kadın, bir anda onun sorumluluğu haline gelir. Böylece Calvero, Terry’yi hem bedenen hem de ruhen iyileştirmek için elinden gelen her şeyi yapar ve ölümü arzulayan bir kadına yaşamı yeniden sevdirir. Bu sırada genç kadına verdiği öğütlerden kendisi de etkilenerek yeniden sahneye çıkmaya cesaret eder ancak işler arzuladığı gibi gitmez ve başarısız olur; o artık komik olmayan bir palyaçodur ve seyircinin gülmediği an, palyaçonun öldüğü andır. Calvero, tam anlamıyla dibi görür ancak onun en umutsuz olduğu anda bu defa Terry ayağa kalkarak Calvero’nun elinden tutar. Calvero’nun iyileştirdiği Terry, sahnelere geri döner ve başarılı bir balerin olur ancak şöhret ne onu, ne de Calvero’ya olan aşkını değiştirmez. Yine de kızı terk eden Calvero olur çünkü sevgili Terry’nin gençliğini kendisi uğruna heba etmesini istemez ve sokak sanatçısı olarak kayıplara karışır ya da en azından bunu yapmaya çalışır ama Terry, yine de gelip onu bulur ve Calvero’ya son bir büyük gösteri teklifinde bulunur. Gerçekten de bu, yaşlı palyaçonun insanları güldürdüğü son gösterisi olur. Calvero, gösterisini tamamladıktan sonra kuliste ölür ama şov devam etmelidir ve bir yıldız sönerken, başka bir tanesi parlamayı sürdürmelidir. Bu kişi ise kuşkusuz, sevdiği adam son nefesini verirken sahnede dans eden Terry’dir.

Limeligt, bir aşk hikayesi anlatan müzikli bir filmdir ancak aynı zamanda da adeta Chaplin’in sinemaya ve kendi kariyerine bir eleştiri, onunla bir hesaplaşmadır. Bu bağlamda Calvero, Chaplin’in film evrenindeki bir iz düşümü, bir gösterenidir ve tiyatro sahnesindeki şovları, giyim kuşamı, jestleri ve mimikleri ile sessiz dönem filmlerinden bildiğimiz Şarlo’nun ta kendisidir. Tıpkı Calvero gibi Şarlo da değişen dünyada demode olmuş ve sessiz dönem filmlerinin büyüsünü yitirmiştir. Belki ses teknolojisinin sinemaya dahil olması bu sanata birçok yenilik kazandırmıştır. Ancak birçoklarını götürdüğü de aşikardır. Ses, komedinin ve de Şarlo’nun katilidir. Limelight ise Chaplin’in adeta Şarlo’ya bir vedasıdır ki bu vedayı “Buster Keaton” ile yapması, verdiği mesajı çok daha anlamlı kılar. Buster Keaton kimdir diye soranlar olabilir? Keaton, Chaplin ile birlikte sessiz dönem Hollywood komedilerinin en önemli oyuncularından birisidir. Filmin sonlarında bu iki usta ismin aynı sahnede performans sergilediğini görmek, tarifi imkansız bir duyguydu benim açımdan. Yani hikayeyi, Chaplin’in adeta kendisi ve sinema ile hesaplaşıyor olmasını falan her şeyi çok sevdim ama bunların hiçbirini sevmemiş bile olsam, sırf bu sahneyi ve bu iki titanı birlikte izlemek bile tüm filmi seyretmeye değerdi. Beni aşırı mutlu eden, sinemayı neden sevdiğimi yeniden hatırlatan bir film oldu. Herkese mutlaka tavsiye ederim; iyi seyirler.


Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.


Kazan

Yorumlar