İFL 2021-XI

 


101) Batman: The Long Halloween, Part One/Chris Palmer (2021): Yeni “DC Animasyon Evreni”nin üçüncü filmi ancak iki ayrı parçaya bölünmüş bir hikaye. Bu yönüyle bir başka “Batman” hikayesi olan “The Dark Knight Returns (2012-2013)”ü hatırlatıyor bana ki onu da mutlaka izleyin derim. Bu film ile birlikte bize sunulan yeni Batman, klasik motivasyonu ile “Gotham City” sokaklarında yarasa kostümünü giymeye başlayalı çok uzun zaman olmamış. Yani henüz “Robin” olacak çocukları peşine takmamış genç bir kahraman. Biz Batman’i yıllarca çok iyi bir dedektif olması ile bildik; bu onun en önemli alameti farikalarından birisiydi. Ancak yeni Batman, bu konuda aşırı deneyimsiz ve fazlasıyla hata yapıyor ki kendisi de “Alfred” ile bunu değerlendirmesini yaparken Batman’in suçlular için bir korku kaynağı olmasını istediğini ama iyi bir dedektif olmak zorunda kalacağını tahmin etmediğini itiraf ediyor. Bu dedektiflik göndermesi film boyunca birkaç defa daha yapılıyor ki ilerleyen süreçte Batman’in bu yönünü geliştirmek zorunda kalacağı ve bildiğimiz halini alacağı kesin. Peki bu filmin olayı ne? Hikaye, Batman, “Komiser Gordon” ve “Savcı Dent”in birlikte çalışarak “Holiday” adlı sadece önemli tatil zamanlarında cinayet işleyen bir seri katili yakalama çabalarını anlatıyor. Holiday’in hedefinde ise Gotham’ın meşhur mafya ailesi “Falconeler” var. Filmin esas kötüleri Holiday ve Falcone Ailesi olmakla birlikte, Batman’in klasikleşmiş düşmanlarından “Joker”, “Catwoman”, “Calendar Man”, “Solomon Grundy”, “Penguin” ve “Poison Ivy” de kendilerine irili ufaklı roller ile yer bularak yeni animasyon evreninin karakter çeşitliliğini arttırıyorlar. Filmde benim açımdan kritik nokta ise bir mafya fedaisi ile Batman arasında gelişen diyalog oldu. Arkadaşları Joker tarafından öldürülmüş olan mafya, artık kostüm giymiş soytarıların gün yüzüne çıktığını ve her yerde olduklarını ama eskiden sadece köşelerde saklanabildiklerini söylüyor. Bu kostümlü soytarıların hepsinin ortak noktası ise Batman; yani onlar Batman’e düşman olmak için görünür oluyorlar. Bu noktada suçu bitirmek için ortaya çıkan yarasanın suçu bitirmek yerine başka bir boyuta taşıdığını söylemek mümkün çünkü arz talebi, meydan okuma da mücadeleyi doğurur. “Bruce Wayne”, Batman kostümünü giyerek suçlulara meydan okumuş ama bu meydan okuma onları sindirmek yerine mücadeleyi körüklemiştir. Açıkçası ben bu filmin ikinci yarısını heyecanla bekliyorum ama şunu da söylemem lazım; keşke ilk iki filme doğrudan bir bağlantı kurmuş olsalardı. Yani çizim ortaklığı devam ediyor ve bu film ile “Superman” filminin yönetmeni aynı ama en azından daha net bir görsel bağlantı güzel olurdu. Neyse efendim; izlediğime mutlu oldum ve eğer DC seviyorsanız, size de tavsiye ederim.



102) Vizontele/Yılmaz Erdoğan-Ömer Faruk Sorak (2001): Sanırım kısaca “Yılmaz Erdoğan”ı Yılmaz Erdoğan yapan ve Türkiye popüler sinemasında “BKM” hegemonyasını başlatan film diyebiliriz bunun için. Hem çok övülesi, hem de çok eleştirilesi bir film. Yani elbette her şeyi bu filme bağlamak doğru olmaz ki daha öncesinde de önemli çalışmalar var ancak Türk sineması üzerine 1990’larda oturan ölü toprağını yeni bin yıla girerken dağıtan bir film. Filmi herkes, yani en azından büyük bir çoğunluk izlemiştir diye düşünüyorum; o yüzden uzun uzun anlatmayacağım ama “Demet Akbağ”ın canlandırdığı “Siti Ana” karakteri, bu izleyişimde beni çok rahatsız etti. Yani buna bir kısa değinmem lazım. Neden rahatsız oldum? Çünkü bu bir kurmaca karakter olsa bile aslında oldukça gerçek bir tip. Filmin hikayesi 1970’lerde geçiyor, yani hemen hemen 50 yıllık bir fark var aramızda ama geçen 50 yılda, Siti Ana ve benzeri kişiler hiç azalmadı aramızdan. Yeniliğe kapalı, her daim kendi bildiğini doğru gören, cevabı bilim yerine dinde arayan insanlar hala var. Ha! Yanlış anlaşılmasın; ben kimse dinsiz olsun demiyorum. Kalbinde bir inanç barındırmak güzel şey ama biz sürekli Allah ile aramıza bir üçüncü şahıs sokup şıhların, şeyhlerin, hocaların peşinden koşmaya bayılıyoruz. Onların doğrularını, yorumlarını kendimize doğru biliyoruz. Ben inanç konusunun bireysel olması gerektiğine inanırım her zaman. Yaratıcı ile kul arasına kimse girmemeli. Ama diğer taraftan iş bilimsel gerçeklere gelirse mutlaka bir uzmana danışman gerekir diye de düşünmekteyim. O noktada da toplum olarak, nasıl ki inançta din önderlerinin peşinden koşmaya meraklıysak, iş bilime geldiğinde de işin uzmanına gitmeye o kadar uzağız. Borsaya girerken manava, aşı yaptıracakken kasaba sormaya bayılıyoruz. Kahvede, günlerde duyduğumuz eş dost muhabbetlerini doğru biliyoruz. Ama bir ekonomist konuşmuş, doktor konuşmuş, bilim insanı konuşmuş; hiç işimiz olmaz. Adını unuttum bağışlasın; bir profesör şey diyordu; “Karpuz alırken işi karpuzcuya bırakan bir toplum, iş aşı olmaya gelince hepsi doktordan daha uzman.” Çok dağıldım, çok dağıttım konuyu. Neyse; umuyorum ki yakın gelecekte din ve bilime bakışımız daha farklı olur ve yaşlandığımız zaman birer Siti Ana olmayız, gelecek kuşakları Siti Analar büyütmez!



103) Sen Hiç Ateş Böceği Gördün Mü?/Andaç Haznedaroğlu (2021): “Yılmaz Erdoğan”ın kaleminden çıkan bir film daha. Açıkçası biraz ön yargılı başlamış olsam bile bu filmi sevdim. Film, bize hem 1950’lerden itibaren Türkiye’nin gelişimini, değişimini ve kırılma anlarını gösterirken hem de birçok konuya eleştirel bir yaklaşım sergiliyor. Sağ-sol çatışmasının manasızlığı, dini çarptıran yobazların varlığı, bu ülkede kadın olmanın, kadın doğmanın zorlukları ve daha da fazlası. Filmi izlerken; mekanlar, oyuncular ve hikaye değişmiş olsa bile “Vizontele (2000)”yi yeniden izlediğimi hissettim. Şöyle ki; “Ecem Erkek” tarafından canlandırılan “Gülseren” ile “Deli Emin”, aslında paralel karakterler. Düzene uyum sağlamakta güçlük çeken bireyler. Düzeni sorguladıkları noktada ise onları deli diye yaftalayıp bir köşeye atmak en kolayı. Çünkü bir an için bile olsa dönüp onların baktığı noktadan bakarsak hayatı ve düzeni sorgulamaya başlarız ki çoğu zaman, var olan düzenin bozulması, insanları endişelendirir, korkutur. Kötü bir düzeni bile düzenin bozulmasına, kaosa tercih ederiz maalesef. Gülseren ile Emin’in çevreleri de benzer bir yapı içinde kurulmuş. Nasıl Deli Emin, yeniliğe ve gelişime açık “Reis Bey” ile onun tam zıt kutbundaki “Siti Ana” arasında kalıyorduysa; Gülseren’in annesi ile babası da tam olarak aynı noktadalar. Baba, hoş görülü, anlayışlı, destekleyici bir adam. Oysa anne, tam anlamıyla dar kafalı bir karakter. Ve annenin böyle oluşu Gülseren için en büyük problem çünkü toplumun kadına dayattığı rolü benimsemiş bir kadın tarafından yetiştirilen ve de baskılanan bir karakter. Annesinin ondan tek beklentisi bir an önce evlenmesi ve her koşulda kocasının hizmetinde bir eş olması. Yani bu filmi izleyince birçok meseleyi görüp yeniden düşünme fırsatım oldu ama belki bugünkü ruh halimle alakalıdır; en çok görücü usulü evlilik meselesine takıldım çünkü Yılmaz Erdoğan, bana ikidir aynı meseleyi veriyor. Yanlış anlaşılmasın, derdim bir tarafı yüceltip, ötekini hor görmek değil. Ancak evlilik için kadın ve erkeğin denk olması şart bana göre. Denklik derken de maddi bir şeyden bahsetmiyorum. Evlenecek kişilerin aynı frekansta olması önemli. Örneğin ne Reis Bey ile Siti Ana, ne de Gülseren’in annesi ile babası birbirlerine denk, hayata aynı yerden bakan insanlar değiller. Görücü usulü yapılmış evlilikler olduğu çok açık. Yani sırf bu iki örnek üzerinden gidince sanki kadınları aşağı görmek gibi olabilir; o yüzden, mesela Gülseren’in bir kasap ile sırf evlilik olsun diye evlendirilmesi durumu da ele almak lazım. Benim kasaplık mesleği ile bir derdim yok. Her meslek kutsal, ve önemlidir. Yani hemen hemen her meslek. Ama filmi izlerken görüyoruz ki Gülseren, bir kasabın karısı olacak bir figür değil fakat babasının (yani gelişimin, yenilikçi düşüncenin) ölümü, onu annesine, yani toplum baskısına karşı güçsüz bıraktığı için böyle bir evlilik kurbanı oluyor. Görücü usulü evliliğin problemli yapısı, belki de en iyi “kız isteme” sahnesinde yansıtılıyor. Gülseren’in istendiği bu sahnede, müstakbel kayınbabanın evliliği bir ticari anlaşma ve de kadını da bir mal olarak değerlendirmesi, bu tarz evliliğin sorunlu yapısını açık açık yansıtıyor. Neyse efendim, toparlayacak olursak; bizi aydınlık yarınlar bekler umarım. İnsanların sırf evlenmiş olmak için değil de gerçekten sevdikleri, bir yuva kurmak istedikleri için evlendikleri günleri görürüz. Evliliğin toplumsal baskılardan kaçarak sevişmenin bir aracı olduğu değil, bir hayatı paylaşmayı gerçekten arzulama biçimi olduğu günler görürüz. Yaşımız geldiği, toplum bunu istediği için değil; o insansız bir gün bile geçirmek istemediğimiz için evlendiğimiz günler olsun. Belki, bir umut, aile içi şiddetin son bulduğu günlerimiz olur. Neyse; yine başladım ahkam kesmeye. Kısacası; bence bu filme bir şans verin. Şimdiden iyi seyirler.



104) Fatherhood-Bir Eksik/Paul Weitz (2021): Yani üstüne çok düşünmeye gerek yok. “Netflix” tarafından bize sunulan, tam anlamıyla klasik anlatılı bir komedi-dram filmi. Bir baba, doğum sonrasında eşini kaybeder ve yeni doğan kızını tek başına büyütmek için mücadele verir. Ancak bir noktada başarısız olduğunu hissederek kendini kızından uzaklaştırır ki bu bir başka kırılma noktasıdır. Ancak klasik anlatının sonucu olarak finalde baba ve kız tekrar bir araya gelirler ve herkes mutlu olur. İşlenen hikaye filmin dram yönünü sağlarken, ana karakterin komedi filmlerinde görmeye alışık olduğumuz “Kevin Hart” tarafından canlandırılması ise komedi yanını sağlıyor ancak elbette ağırlıklı olarak bir dram izliyoruz. Yani kafa dağıtmak için tercih edilebilecek bir film.



105) İftarlık Gazoz/Yüksel Aksu (2016): Açıkçası çok ters köşe bir film olduğunu kabul etmem gerekiyor. Aslında “Cem Yılmaz” sebebiyle uzun zamandır izleme listemde olan ancak fragmanlarda sunulan hikaye yüzünden o kadar da ilgimi çekmeyen bir filmdi. Yani 1970’lerde bir Ege kasabasında, yaz sıcağında oruç tutmaya çalışan küçük bir çocuğun hikayesi bana o kadar da çekici gelmemişti çünkü ana karakterin oyunculuğunu o kadar da sevmiyorum. Kısacası, çok başarılı olmayan bir komedi filmi diye düşünüyordum. Ancak izlediğim film ne komedi çıktı ne de başarısız. Çok ön yargılı olmamak lazımmış. Bence hem kendi adıma hem de genel olarak, hakkı çok yenmiş ve fazlasıyla göz ardı edilmiş bir film. Senaryosunu da kendisi yazmış olan yönetmen, çok güzel bir dönem gözlemi sunmuş. “1980 Darbesi” ile sonuçlanan 1970’lerin sağ-sol kavgasını küçük Adem’in oruç ile mücadelesinin arka planında çok başarılı bir şekilde işlemiş. Yönetmenin senaryoyu yazarken solcu bir bakış açısı ortaya koyduğu da çok açık ki karakterler için yapmış olduğu oyuncu seçimleri de bunu destekliyor ve filmi izlerken solcu karakterler ve düşünceler ile özdeşleşme şansını arttırıyor.

Yani bunu böyle söylemek doğru mu bilemiyorum çünkü 2021 yılından 1970’lere bakmak ve ahkam kesmek çok kolay ama yine de düşünüyorum da, ben o zaman yaşıyorsam olsam çok kuvvetle muhtemel solcu olurdum. Şimdi böyle diyorum diye komünizm, sosyalizm hakkında çok okuyan, çok bilgili biri olduğum sanılmasın. Aslında o gibi politik içerikler yönünden oldukça cahil/bilgisizim; hem sol hem de sağ yönünden diyelim biz ona. Şöyle söylemem lazım; bir solcunun ya da belki sağcının çektiği filmi izler, yazdığı romanı okur ve derdini anlamak için çaba gösteririm ama birinin ideolojisini ortaya koymak için yazdığı bir manifestoyu okumak, benim açımdan o kadar da ilgi çekici değil çünkü o kişinin solculuk veya sağcılık diye sınır çektiği şey belki de benim düşünceme uymaz, bana anlamlı gelmez. Bu gibi konularda gözlem ve deneyimin, bir başkasının sözlerinden daha kıymetli olduğu kanaatindeyim kendimce çünkü “Karl Marx”ın bir Avrupalı olarak ortaya attığı fikirlerin bizim kültürümüze, toplumumuza tam olarak nüfuz edebilme şansı var mıdır? Yani bir sağ-sol kavgası vererek iki farklı uca çekilmek yerine orta bir noktada buluşarak iki görüşten de faydalanıp toplum yararına olan şey nedir diye sormak daha faydalı değil midir? Yani düşünsenize; bugün, iki farklı görüşü temsil ettiği söylenebilecek “CHP” ve “İYİ Parti” birlikte hareket etmeye çabalıyor ve bu noktada doğrudan şunu görüyoruz: Yok efendim CHP sağa kayıyor, İYİ Parti sola kayıyor. Ya arkadaş bırakın kaysınlar; kayıp ortada buluşsunlar ve orada dursunlar. Yani bu sözüm, sadece bu iki partiye değil elbette. Tüm siyasi atmosfer için geçerli. Artık uçlara kaymanın bir çözüm getirmediğini görmek lazım. Uçlara kaydığımız için sağcı-solcu, Alevi-Sünni, Kürt-Türk diyerek kardeş kardeşi vurdu, yaktı, yıktı bu ülkede. Gelin artık uçlardan uzak duralım. Ben artık bıktım sürekli olarak ayağımızın takılmasından ve o uçlardan düşmekten. Merkezde duralım, birlikte duralım, güçlü duralım.

Filme dönecek olursak; “Yüksel Aksu” da hikayesini biçimlendirirken bu sağ-sol meselesini, sol bir bakışla sorunsallaştırmış. Mesela filmde yer alan “Hasan” karakteri, tam anlamıyla 1970’lerin klasik üniversiteli solcu gençlerine bir örnek ve kendisi feodal bir toprak ağasının oğlu olmasına rağmen köylüyü emek bilinci edinmeye ve ağaya karşı sendikalaşmaya çağırıyor ki bu karakter, küçük Adem için önemli bir rol model. Ancak Hasan’ın çabaları, kültürel olarak köylüye ulaşmıyor. Köylü, ağayı bir düşman, bir tehlike olarak görmüyor. Aksine, ağa onlar için bir koruyucu ve güç konumunda. Bu dengede ise Hasan’ın söylemleri onu kötü ve de “anarşik” yapıyor. Çocukluğumdan beri çok duyarım anarşik lafını ve çoğunlukla da solcular için kullanılır. Yani anlayacağımız o ki, toplum için kendince iyisini isteyen bir grup, yine toplum tarafından düzen bozucu, düşman olarak görülür çünkü söylemini uçlarda sergiler. Evet düzenimizde değişmesi gereken çok adaletsizlik var ama belki de bir ağayı, bir patronu doğrudan hedef göstererek yapılmaya çalışılan devrim hatalıdır. Belki de toplum, bunu ekonomik adaletsizliğe değil de kültüre ve geleneğe bir saldırı olarak görmüştür. Belki de toplumumuz, en kötü düzeni bile belirsiz, düzensiz bir geleceğe tercih etmektedir. Belki de bir hedef göstermeden önce gidiş yolunu düzeltmek gerekmektedir; bilemiyorum. Dediğim gibi; ben bu konunun uzmanı falan değilim ve konuştukça da fikirlerim dağılıyor. O yüzden toparlamak gerekirse; 1970’lerde solcu olsaydım, ya yıkılmış hayallerim, ya incinmiş bir bedenim ya da solmuş bir ömrüm olurdu. Gerçi yıl 2021 olduğu halde o zamankinden çok daha ümitli sayılmam ama neyse.

Bir küçük de Cem Yılmaz konuşmayalım mı? Evet, ben kendisini çok severim, hayranıyım. Yalanım yok, şu bahçe cüceli filmi dışında yaptığı her işi de severek izledim ki o filmde bile hoşuma giden şeyler var. Ama bence, onu kendi senaryoları ve filmleri dışındaki projelerde de daha fazla izleme şansı elde edebilmeliyiz. Yani dramı da komedi kadar iyi yapabilen bir oyuncu olduğunu düşünüyorum. Biliyorum, yapacağım bu kıyaslama hoş olamayabilir ama ben kendi adıma Cem Yılmaz’da bir “Kemal Sunal” potansiyeli görüyorum, daha doğrusu bu film ile birlikte gördüm. Yani şöyle; Kemal Sunal, özellikle 1970’lerde yarattığı “Şaban” tipi ile kendini komedi ile özdeşleştirip “zararsız” bir karakter izlenimi kazandı ancak özellikle 1980’lerde, “Zeki Ökten” ile yaptığı filmler başta olmak üzere, daha toplumcu-gerçekçi filmler ortaya koydu. Dikkatli izleyiciler görecektir ki bu filmler aslında komik değildir. Şaban komiktir ama filmler acı ve de gerçektir. Şaban ise eleştiri getiren bir devrimcidir. Ben kendi adıma, Cem Yılmaz’ı bu tip toplumcu-gerçekçi hikayeler içinde izlemeyi çok isterim. Daha nice “İftarlık Gazoz (2016)” filmlerine diyelim.

Ben bu filmi gerçekten çok sevdim. Şimdiye kadar izlememiş olan herkese de mutlaka öneririm. Şimdiden iyi seyirler...



106) Baggio: İlahi At Kuyruğu/Letizia Lamartire (2021): Belki iyi bir futbolcu olamadım ama futbol oynamayı (gerçi çok uzun zamandır oynamadım ama) ve izlemeyi çok severim. Hal böyle olunca futbol ve futbolcular hakkında yapılan filmleri de çok severim. Evet belgesel filmler de güzel ama ben bu tarz dökü-drama projelerini daha çok seviyorum. Yani bir hikayeleştirme ve güzel bir akış sağlanıyor. Hoşuma gidiyor. Neyse işte; bu film ise bize ünlü İtalyan futbolcu “Roberto Baggio”un kariyerindeki kırılma noktalarını yansıtıyor. Yani “Pele” ya da “Maradona” gibi efsaneleri çok iyi bilirim ama Baggio, benim için o son penaltıyı kaçıran adamdı sadece ama bu film ile birlikte çok çok daha ilginç bir isme dönüştü. Filmi severek izledim.



107) Damat Takımı/Doğa Can Anafarta (2017): Klişe bir Türk popüler romantik komedi filmi. Fazla söze gerek yok. Yorulmadan izledim. Biçimsel olarak eleştiri getirebileceğim bazı şeyler var ama beklentim olan bir film olmadığı ve tam anlamıyla kahvaltı sırasında vakit geçsin diye izlediğim için çok da konuşmayacağım. İzledim ve bitti. Liseden arkadaş olan bir grup erkek, içlerinden biri evlilik kararı alınca düğünden önce birlikte vakit geçirip eğlenme kararı alırlar ve talihsiz olaylar gelişir.



108) Hubie’nin Cadılar Bayramı/Steve Brill (2020): Tam kadro klasik bir “Adam Sandler” komedi filmi. İyi bir film mi? Emin değilim ama tam bir Sandler filmi ve ben Adam Sandler izlemeyi severim. O yüzden izlerken sıkıldım dersem yalan olur. Kafa boşaltıp kendini yormadan izlenilebilecek bir film.



109) Shaolin Soccer/Stephen Chow (2001): Yıllar önce, daha küçük bir çocukken, yarım yamalak bir şekilde televizyonda izlemiştim bu filmi ve sevdiğim iki şeyin; dövüş sanatları ile futbolun bir karışımını seyretmek müthiş zevkli gelmişti. Ancak, dedim ya, çocuktum işte ve şimdi oturup tekrar izlemek öyle güzel bir nostalji hissi yaratmadı. Açıkçası çok sıkıldım ve tüm absürtlüğe rağmen bir türlü aşamadığım bir nokta var; kalecinin kaleden kaleye eliyle attığı top gol olmaz ki be kardeşim...



110) Potemkin Zırhlısı-Bronenosets Potemkin/Sergei M. Eisenstein (1925): Kurgunun film yapımında ne kadar önemli bir unsur olduğunu kanıtlayan, dünya sinema tarihinin en kıymetli filmlerinden birisi. Aynı zamanda da “Sovyet Devrimi”ni olumlayan tam bir propaganda filmi. Sinemaya çok özel bir ilginiz yoksa eğer, illa da izleyin diyeceğim bir film değil ama sinemanın gelişimi açısından bir hazine; elbette biçimsel olarak. İçerik, dil yönünden tartışırım.


Bir önceki listeye buradan  ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.


Kazan

Yorumlar