91) The Laundromat/Steven Soderbergh (2019): Yani açıkçası bu filmi sadece başrol oyuncuları için izledim diyebilirim ki bu isimleri ekranda görmeye, performanslarını ve karakterlerini sergilemelerine bayılıyorum. Bence sinema için çok çok özel oyuncular. Peki kim bu isimler? Elbette “Meryl Streep”, “Gary Oldman” ve “Antonio Banderas”. Her birini ayrı ayrı seviyorum. Filme dönecek olursak; cüzdanı örümcek tutmuş işsiz bir Türk genci olarak vergi kaçakçılığı, kara para aklamak ve dolandırıcılık gibi meselelerin pek ilgi alanıma girdiği söylenemez. Film, zenginlerin nasıl paralarını vergiden muaf hale getirdiklerini gerçek olaylara dayandırarak açıklıyor ama bunu gerçek üstü bir dil ile yapıyor. Ana karakterler, birçok sahnede doğrudan seyirciye yönelik olarak konuşuyorlar ve kimi zaman bilgi verirken, kimi zaman ise uyarıyorlar. Filmin konusu ilgimi çekmemiş olsa bile yönetmenin gerçeklik algısını kıran biçimsel tercihleri ve de usta oyuncuların katkıları, filmi benim için değerli hale getirdi. Ben beğendim, size de tavsiye ederim.
92) MASH-Cephede Eğlence/Robert Altman (1970): Savaşa ve de dolayısıyla da ölüme, ciddiyetten uzak bir tavırla yaklaşan bir film. Bu film, Kore Savaşı sırasında geçen bir hikayeye sahip. Kore Savaşı sırasında ABD orduları, Birleşmiş Milletler Barış Gücü olarak Güney Kore tarafında savaşa katılmışlardır. Bu hikaye ise Kore’deki ABD ordusunun cephe gerisindeki tıbbi birimine odaklanmaktadır. Doktorlar ve de hemşireler ile dolu bu karargah, cephede yaralanmış olan askerlerin ameliyat edildikleri noktadır. Bu sebeple kan ve de ölüm bu kamptan eksik olmaz ancak tüm bu kana ve ölüme karşın doktorlar, ciddiyetten uzak ve sürekli olarak bir muziplik, üçkağıtçılık ve de cinsellik peşindedirler. Farklı bir ABD ordusu sunumu ile dikkat çeken bir film. İzlediğinizde sıkılacağınızı ya da pişman olacağınızı düşünmüyorum. Temposu iyi ve karakterleri ilgi çekici. Kendini izlettiren bir film.
93) Taxi Tehran/Jafar Panahi (2015): Yönetmen “Jafar Panahi”, kameralar ile donattığı bir taksi ile Tahran sokaklarına çıkıyor ve birçok farklı müşteri ile şehrin farklı kesimlerine yolculuk ederken İran toplumunun çeşitli kesimlerinden insanları kayda alıp aynı zamanda da o insanlar ile İran üzerine, ülke siyaseti ve ekonomisi hakkında konuşuyor. Film, başından sonuna kadar gerçek mi yoksa kurmaca mı olduğunu sürekli olarak sorgulatıyor ama filmin bitiş şekli yani iki kişinin gelip kamera görüntülerini çalmasıyla birlikte kurmaca yönü ön plana çıkıyor. Yer yer biraz sıkıldığımı itiraf etmem gerekir ama farklı bir bakış açısı ve film çekim yöntemi sunulmuş. O sebeple lezzetli.
94) Nasipse Adayız/Ercan Kesal (2020): Şimdi “Ercan Kesal”ın oyunculuğunu severim; ona diyecek bir sözüm yok ama sırf onun için bu filmi beğendim demem doğru olmaz. Aslında filmin güzel, daha doğrusu ülkemiz açısından kıymetli bir meselesi var. Ülkede siyasetin nasıl işlediğini, ne kadar yozlaşmış ve de çürümüş olduğunu anlatmak istiyor; yani en azından anlatmaya çalışıyor. Ancak yönetmen yani sevgili Ercan Kesal, elbette benim şahsi fikrim bu, festival filmi kafası ve de gerçeğe yaklaşma dürtüsü ile tempoyu düşürecek, filmi sıkıcılaştıracak birçok sahneyi akışa dahil ediyor ve böylece tembel bir anlatı ortaya koyuyor. Bu film, yönetmenin kendi kitabından senaryolaştırdığı bir eser. Ben kitabı okumadım o yüzden çok sağlıklı bir yorumlama olmayacaktır ama kız kardeşimin yorumuna göre kitap filmden daha güzel. Bu yorum ise aklıma şunu getirmekte; edebiyattan sinemaya uyarlama sürecinde senaryoyu yazıp filmi çeken kişi bizzat kitabın yazarı olsa ve yine filminin başrolünde kendisi bile oynasa o film, kitap versiyonundan daha iyi olamıyor. Şu noktada kitabı okuduktan sonra konuşmam daha sağlıklı olur belki ama filmini izleyip de sevmediğim bir kitabı da kolay kolay okuyamam. Ayrıca şu meseleye de karşıyım sinemada; yani bu film örneğin; Ercan Kesal, hem kitabın yazarı, hem senarist, hem yönetmen, hem de başrol! Ben demiyorum ki yönetmenler çektikleri filmlerde hiç rol almasınlar. Küçük roller ile filme imzasını atıp kendini yaptığı işte görünür kılmak oldukça güzel bir şey ama hem çekip hem de en önemli role soyunmak ise başka bir şey. Bence bu tercih hem yönetmenlik makamının değerini küçültüyor hem de kişiyi kamera önü ve arkasında tam anlamıyla ikiye bölüyor. Belki Ercan Kesal sadece oynasa ya da sadece çekse, bu film çok daha güzel olacaktı. Bazen, her şeyden biraz biraz yapmak yerine, bir şeyi tam olarak yapmak çok daha iyi sonuçlar doğurabilir. Bence konu güzel, konu önemli ama biçim ve kurgu zayıf. Belki de her iyi oyuncudan iyi yönetmen olmuyordur çünkü parçayı görmek ile bütünü görmek çok çok farklı şeyler ve de farklı işler. Neyse efendim; emektir sonuçta, izledik ve bitti. Emek verenlerin eline koluna sağlık.
95) Chunking Express/Wong Kar-wai (1994): Yönetmen fazlasıyla ünlü olabilir ama bu kendi adıma onun filmografisinden izlediğim ilk film. Bazı sahnelerde filmin biçimini ve yönetmenin tercihlerini sevmesem bile oldukça hoşuma giden bir film oldu. Birbirine temas eden ama iç içe karışmayan hayatların anlatıldığı bir film. İki erkek, iki kadın dört ana karakterin hayatlarına odaklanarak aşkı anlatan bir film. Bu dört karakterin çiftler halinde karşılaşma ve tanışma hikayeleri anlatılırken aynı zamanda da her biri bir dış ses anlatıcı olarak kullanılıp hayata karşı bakış açılarını anlamamız da sağlanıyor. İki farklı tanışma ve aşık olma hikayesinin anlatıldığı bu filmde karakterlerin tek ortak noktası ise döner satan bir büfe. Erkek karakterlerin ikisi de polis ve gelip bu büfeden yemek yiyorlar; büfe sahibi bunlara farklı kızlar ile randevu ayarlamaya çalışıyor çünkü her ikisinin de sevgilileri onları terk ediyor. İlk polis, bir suçluya aşık olurken ikinci polis ise büfe sahibinin kuzenine aşık oluyor. Açıkçası filmi gerçekten beğendim. Yani ilk başta sevemeyeceğim gibi gelse bile sonunda mutlu oldum. Artık yönetmenin diğer filmlerini izleme konusunda daha hevesliyim.
96) Gojira-Godzilla/Ishiro Honda (1954): Dünya sinema tarihine ve kültürüne ikonik bir karakteri katmış olan film. Onlarca “Godzilla” ve “kaijuu/canavar” filminin ilki, öncüsü. Bu sebeple çok kıymetli bir film. Günümüzde “Universal” stüdyosu, “Canavarlar Evreni” adı altında filmler çıkarabiliyorsa, bunun temelinde bu ilk Godzilla filminin payı büyüktür. Üstelik doğa-insan ve doğa-medeniyet çatışmaları üzerine kurduğu anlatısında nükleer silahların yıkıcılığına çok açık bir şekilde değinerek insanın doğaya verdiği zararı hatırlatmaktadır. Elbette filmin ortaya çıkışında Japonya’nın atom bombası ile vurulmuş olması gerçeğinin payı çok büyüktür ancak film, hikayesini kurup ikonik canavarını yaratırken hem bu nükleer felaketi, hem arkeoloji ve zooloji üzerinden bilimi hem de Japon mitolojisini ve inanışını birleştirerek Godzilla’yı yaratmakta ve onu adeta Japon mitolojisinden fırlamış öfkeli bir ilah gibi göstermektedir. Godzilla’nın tek derdi doğayı insandan korumaktır. Bilimin mitolojiyi yenmiş olması gibi, filmin sonunda modern, teknolojik insan da milyonlarca yıl öncesinden çıkıp gelen bu yaratığı yenmiştir. Ancak film şunu söyleyerek biter; yaşadığımız bu dünyaya saygı duymaz, onu korumazsak daha birçok Godzilla, yani daha bir çok felaket ile yüzleşeceğiz. Nitekim bu ilk film sonrasında daha onlarcası tekrar ve tekrar çekilmiştir. Sonraki dönemlerin meseleyi sadece şiddete ve canavarların savaşına bağlayan filmleri bilmem ama biraz sabır gösterip bu filmi izlemeye çalışın derim. Güzel bir mesajı var. Şimdiden iyi seyirler.
97) Shin Gojira-Shin Godzilla/Hideaki Anno-Shinji Higuchi (2016): Özellikle 2010 sonrası dönemde üretilen Hollywood yapımı “Godzilla” filmlerini düşünürsek, gerçekten farklı bir film. Öncelikle, bu filmin Godzilla’sı acayip çirkin; yani öyle böyle değil ama bu oldukça kasıtlı bir tercih çünkü aslında filme konu olan hikaye, bir canavarın değil, insanların hikayesi. Karizmatik bir canavarın gölgesinde kalamayacak kadar önemli bir hikaye. Film, bir yandan Godzilla üzerinden bir felaket anlatısı ortaya koyarken, diğer taraftan da Japon bürokrasisini yerden yere vurmaktadır. Karar alma mekanizmasının yavaşlığı, eyleme geçilmesini güçleştirmektedir. Godzilla meselesi de böyledir. Filmin başında henüz mutasyonunu tamamlayamamış güçsüz bir yaratıktır Godzilla ama hükumetin karar mercileri bürokrasi karmaşası yaşadıkları için hızlı hareket edemezler ve sorun bitmek yerine daha da büyür. Elbette sonunda insanlık bilim ve teknolojinin yardımı ile Godzilla’ya ve dolayısıyla da doğaya üstün gelir ama bu kesin bir zafer değildir. Film, bürokrasi kadar II. Dünya Savaşı sırasında yalanan nükleer saldırılara da değinmekte ve 21. yüzyılda dahi halen devam eden ABD bağımlılığını eleştirmektedir. Farklı bir film, özellikle bürokrasi ağı ve toplantı sahneleri ile sinir bozan bir film. Üstelik Hollywood yapımı Godzilla filmlerinden oldukça farklı bir hikaye. Beğenmedim dersem yalan olur. Farklı bir tecrübe oldu benim açımdan.
98) Sihirli Ejder/Chris Appelhans (2021): Aslında filmi izleyeli bir iki gün oluyor ama not almaya fırsatım olmadı. Daha doğrusu, bu sıcak yaz gününde aşırı tembel hissettiğim için üşendim. Neyse; güzel, eğlenceli bir film. Akıp giden tempolu bir senaryosu var. Yani öyle çok acayip farklı bir hikaye beklemeyin. Kimse Atlantis’i keşfetmeye çabalamıyor. Klasik bir zengin kız-fakir oğlan hikayesi aslında. Yani yoksul veya orta sınıf seyirciyi uyutmak için yapılmış bir film örneği daha diyebiliriz çünkü hikayenin sonunda bir bakıma para mutluluk getirmez klişesi kendini tekrar ediyor. Zengin kız, fakir olup oğlan ile denk hale gelince tüm sorunlar çözülüyor ve hep birlikte yeni baştan başlıyorlar. Kısacası filmi hikayesi üzerinden olumlayamayacağım ama karakterleri çok sevdim. Özellikle fakir oğlanımız Din ile Dilek Ejderhası arasında gelişen dostluk ve ikili diyaloglar oldukça iyiydi. Zaten ejderhanın filmi sürükleyen asıl unsur olduğunu söylemek mümkün. Maddiyatçı bir insan olan Long, bu sebeple uzun zaman önce tanrılar tarafından cezalandırılmış ve bir dilek ejderine dönüştürülmüş. Film, onun insan ilişkilerine paradan daha fazla değer vermeyi öğrenme sürecini anlatıyor. Bu film, Long için izlenir.
99) America: The Motion Picture/Matt Thompson (2021): Amerikan Devrimi’ni gerçek anlamda absürt ve alaycı bir şekilde ele alan bir film. ABD hakkında çok şeyi sevip hayran olduğumuz gibi, birçok özelliğinden de nefret ederiz; yani çoğunlukla. Ama şunu kabul etmeliyiz ki demokrasi ve ifade özgürlüğü konusunda bizim çok önümüzdeler. Yani kendi tarihi figürlerine, tarihlerine eleştirel yaklaşabilmek, Türkiye için şimdilik pek hayal edebileceğim bir şey değil. Düşünsenize; atıyorum, Atatürk’ü eleştirdiğinde solcular/liberaller veya II. Abdülhamid’i eleştirdiğinde ise sağcılar/muhafazakarlar hemen saldırganlaşıyor; bir tık ileri gitmem gerekirse, bu isimler üzerinden bir putlaştırma yapılıyor. Tarih, yasak bir alana dönüşüyor. Bağlamak gerekirse; yani benim eleştiriden kastım hakaret etmek, o kişiyi karalamak için çalışmak değil elbette. Ancak yaşananlara nesnel bir şekilde bakarak, yer yer mizahı da bir araç olarak kullanıp bir değerlendirme yapmak; işte görebilmeyi umduğum eleştiri böyle bir şey. Ben bu filmde gördüğüm şeyi gerçekten çok sevdim. Umarım bir gün biz de kendi tarihimize eleştirel yaklaşabilir ve birbirimizi kırmadan geçmişimizi değerlendirerek daha iyi bir gelecek kurabiliriz. Lütfen mizahın gücünü kullanmaktan çekinmeyelim, korkmayalım. Mizahın gücü ile geçmişimize bakalım, bakalım ve eleştirelim. Eleştirelim ki bugünün problemlerini çözebilelim çünkü bugün bizi mutsuz eden birçok şeyin sebebi dünde, geçmişimizde...Hadi artık değişelim; geçmişimiz kavga değil, kahkaha sebebi olsun. Hep beraber gülebileceğimiz bir ülkemiz olsun.
100) Zübük/Kartal Tibet (1980): “Aziz Nesin”in romanından “Atıf Yılmaz”ın senaryolaştırdığı, “Kartal Tibet”in çektiği ve de “Kemal Sunal”ın gönüllere taht kurmuş oyunculuğu ile adeta ete kemiğe bürüdüğü “İbrahim Zübükzade”nin filmi. Kemal Sunal’ın rol aldığı hemen hemen bütün filmler, restore edilmiş bir şekilde kendilerine hem “Youtube” hem de TV kanalları üzerinden sıklıkla yer bulur ancak özellikle son yıllarda, bu filmi ne Youtube üzerinden ne de televizyondan izlemek pek mümkün olan bir şey değil. Üstelik internet ortamında bulunabilecek versiyonu ise restorasyonsuz ve bu sebeple birçok sahnesi oldukça kötü durumda. Yine de fırsat bulduğunuzda, eğer şimdiye kadar hiç izlememişseniz, mutlaka izleyin derim. Ülke siyasetinin ne şekilde yürüdüğünü açık seçik bir şekilde sunan bir film. Sanırım günümüzde böyle bir film çekmek, çeksen bile yayınlamak, yayınlasan bile ceza almamak imkansız ama işte Kemal Sunal büyüsü bu. Darbe yılında dahi böyle bir filmi çekecek imkanı yaratıyor. Ancak başka Kemal Sunal yok maalesef. Keşke hepimiz derdimizi onun gibi mizah yoluyla anlatabilsek. Yine de düşünüyorum da belki de Kemal Sunal’a bu kadar güldükleri için göremediler, görmedik filmler boyunca söylediği acı gerçekleri. Belki de gülerken unuttuk acılarımızı, yüzümüze tokat gibi çarpan hayatın sillesini. Mizahı kullanalım, mutlaka kullanalım. Mizah hep olsun hayatımızda ama hani derler ya güldürürken düşündürmek diye; işte biraz daha fazla düşünelim artık. Düşünelim ki attığımız kahkahalar ne boşa gitsin ne de son olsun. Biz her daim gülelim...,
Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.
Yorumlar
Yorum Gönder