İFL 2021-IX

 


81) Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi-Mohammad Rasoolollah-Muhammad: The Messenger of God/Majid Majidi (2015): “Hz. Muhammed”in çocukluk dönemini işleyen ve peygamberi temsilen sadece yüzü gizlenerek filmde yer alan bir aktörün kullanıldığı, bu sebeple de tartışmalara sebep olan film. Açıkçası yönetmenin birkaç eski filmini izleme şansı bulmuş biri olarak bu filmle ilgili beklentim çok yüksek değildi ama izlemeye başladığımda gerçekten emek verilmiş bir proje ile karşılaştım. İran sinemasının o minimal üslubundan eser olmayan, gerçekten büyük bütçeli güzel bir dönem filmi. Mekan ve kostüm tasarımları şahane, filmin rengi göz alıcı. Gerçekten severek izledim. Diğer konuya gelecek olursak; yani peygamberi temsilen bir oyuncu kullanılmasını da yanlış bulduğumu söyleyemem. Elbette oyuncunun yüzünü gösterip onu peygamber ile özdeşleştirmek çok tehlikeli olur. Sonuçta “Halit Ergenç”i “Kanuni Sultan Süleyman”, “Engin Altan Düzyatan”ı “Ertuğrul Gazi” sananların yaşadığı bir coğrafyadan bahsediyoruz. Bir yüz kullanmak, putlaştırmanın önünü açacaktır çünkü yüz insana kişilik verir. Ancak beden kullanımına olumsuz bakmıyorum. Hatta başka bir tür ilahlaştırmanın da önüne geçecek bir hamle bana göre. Evet, Hz. Muhammed Allah’ın son peygamberidir ama birçoklarımızın unuttuğu bir şey var; o da bizim gibi insandı. Etten, kandan ve kemikten bir bedeni olan bir faniydi. Güldü, ağladı, sevindi, üzüldü; savaşları ve din mücadelesi bir kenara, birçoklarımız gibi sade bir yaşam sürdü. Bazı kişiler ve gruplar, onu ilahlaştırarak bize sunduğu öğretileri de sanki ulaşılmaz bir noktaymış gibi yansıtıyorlar. Peygambere yaklaşmamız gerekirken, onu bizden uzaklaştırıyorlar. O bir insandı. Bu dünyaya doğdu, yaşadı ve öldü. Ardından insanlığa iyiyi, güzeli görmeyi; adaletli olmayı, kendinden farklı olanı incitmemeyi öğütleyen bir din bıraktı ama...aması neyse işte, ben bir din alimi değilim ve dini bir tartışmanın alanı da burası değil. Ancak, bence böyle filmlerin üretimini daha çok desteklemeliyiz ki günümüzün görsel kültüründe, sinemanın gücü ile unuttuğumuz bazı değerler daha fazla insana ulaşsın ve tekrar tekrar kendini hatırlatsın. Umarım gençlik ve yaşlılık dönemlerini işleyen filmleri de en kısa zamanda izleme şansı buluruz.



82) Elly Hakkında-Darbareye Elly-About Elly/Asghar Farhadi (2009): Sanırım İran sinemasını giderek daha çok seviyorum ve her filmle birlikte bu kadar geç bir ilişki başlangıcı yaşadığım için üzülüyorum. Ben sınıfın popüler kızının peşinde avare gibi gezerken dibimdeki komşu kızını görememişim sanki bunca yıldır. Öyle bir pişmanlık. Filme dönecek olursam; oldukça akıcı bir film. Benim şahsi olarak festival sineması diye anılan filmlerde en çok taktığım şeydir akıcılık. Yani bir filmin düşünce yoğun olması demek sıkıcı ve yavaş olması demek olmamalı bence. Tempolu, akıcı bir film ile de bunu başarmak mümkün. Bu filmde de onu hissettim. Sıkılmadan izledim. İran’daki kadın-erkek ilişkilerinin yansıtılması açısından çok etkili bir hikaye olduğunu düşünüyorum ama bunu İran özeline çekmek çok büyük haksızlık olur. Aslında durum hemen hemen dünyanın her yerinde aynıdır. Örneğin otoritesini yitirmiş olan kocanın karısı üstünde bu otoriteyi yeniden sağlamak için fiziki şiddete başvurması, bir kadının en ufak bir durumda namussuz, haysiyetsiz olarak adlandırılabilme riski ve daha birçok mesele. Filmi mutlaka tavsiye ederim ki bu arada büyük spoiler olacak ama ben Elly’nin intihar ettiğini düşünmüyorum.



83) Like Someone in Love-Sevmek Gibi/Abbas Kiarostami (2012): Malum bu ara İran sineması üzerinden gidiyorum. Hal böyle olunca da dedim ki “Like Someone in Love (2012)” adlı filmi izleyeyim. Hem İran sinemasının meşhur yönetmenlerinden “Abbas Kiarostami”nin bir filmi hem de Japonya’da geçen bir hikaye. Yani kısacası beni iki farklı noktadan yakalayacak bir film. Hikaye, Akiko adlı genç bir kız ile, bir restoranda başlıyor. Akiko, Japonya taşrasından Tokyo’ya gelmiş, üniversitede sosyoloji okuyan ve ailesinden uzaklaşmış bir kişidir. Geçinmek için ise meslek olarak eskortluk yapmaktadır ve üstelik eskort olduğundan bir haber olan bir tane de belalı sevgilisi vardır. Akiko, ne sevgilisinden ayrılmayı becerebilmekte ne de eskortluk işini bırakmaktadır. Yine sevgilisine yalanlar söyleyerek işe çıktığı bir gece, patronu onu Watanabe adlı yaşlı bir yazara gönderir. Bu yaşlı adam ise yalnız bir kişidir ve arkadaşlık edebileceği birini aramaktadır. Böylece Akiko,Watanabe ve Akiko’nun sevgilisi arasında gelişecek olan olaylar zinciri başlamış olur. Yani aslında hoş bir hikaye, hoş karakterler ama işte şu boşluklu anlatım meselesine ben bir türlü tam anlamıyla ısınamıyorum. Açık uçlu bir film izlediğim zaman yarım kalmış hissediyorum. Belki de yönetmeni daha iyi anlamak için İran’da, İranlı oyuncular ile çektiği ve İran’dan bir hikaye barındıran bir filmini izlemem daha iyi olacaktır.



84) Çingeneler Zamanı-Time of the Gypsies-Dom za vesanje/Emir Kusturica (1988): Yönetmenin izlediğim ilk filmi. Ne tam anlamıyla aşık oldum ne de nefret ettim. Sanırım başka bir filmini daha seyretmem gerekecek. Ama bu filme olumlu baktığım bir yön mevcut. Yönetmen, Çingene toplumunun hayatını seyirciye yansıtmış. Çingeneler, hemen hemen Avrupa’nın her yerinde bulunurlar ve yine hemen hemen herkes onları bilir ama dürüst olalım ki büyük çoğunluğumuz onları tanımaz. Ön yargılar ile yaklaşırız, görmezden gelmeyi tercih ederiz. Ancak bu film öyle yapmamış; bize Çingeneleri göstermiş. Elbette bir film süresinde koca bir topluluğu anlatmak mümkün değil ama en azından denemiş ve onları basmakalıp formlar ile sunmamaya çabalamış. O yönünü beğendim. Hikayesi üzerine konuşmayı düşünmüyordum ama kısaca değinmek gerekirse; tüm hikaye Perhan adlı bir Çingene genci etrafında şekilleniyor. Evinde masum bir çocukken, geçen yıllar içinde bir katil olarak hayata gözlerini yumuyor. Birçok kötülüğe ve aldatmacaya maruz kalırken, kendisi de çok kötülükler yapıyor. Özdeşlik kurmanın oldukça zor olduğu bir karakter sunuyor bize film. Neyse; sonuç olarak ben bu filmi bir daha izlemem ama yönetmeni merak ettim.



85) Army of the Dead-Ölüler Ordusu/Zack Snyder (2021): ABD ordusunun yürüttüğü gizli deneylerin birinde bir insan (muhtemelen bir asker) zombiye dönüşür. Ordu, bu zombiyi başka bir bölgeye naklederken araç yolda, tam da Las Vegas yakınlarında kaza yapınca kafesinden kurtulan zombi, önce askerleri öldürüp zombileştirir. Ardından da şehre giderek neredeyse tüm Las Vegas nüfusunu zombiye çevirir. Durumla daha fazla başa çıkamayan ABD hükumeti ise çareyi şehrin etrafına duvar örmekte bulur ve zombileri duvarın içinde bırakır. Bu olayın üstünden belirli bir zaman geçtikten sonra ise ABD başkanı, şehre nükleer bomba atılarak tüm zombilerin yok edilmesi kararını alır. Bu olaylar yaşanırken Tanaka adlı zengin bir iş insanı da bir grup askeri şehrin içinde kalan 200 milyon doları çalmaları için işe alır. Amaç, şehre bombalar atılmadan önce parayı alıp çıkmaktır ama işler hiçbir şekilde planlandığı gibi gitmez çünkü amaç en başından beri para olmamıştır. Aslında böyle zombiler gibi mevzuları çok sevdiğim söylenemez ama filmin yönetmeni “Zack Snyder” olduğu için ilgimi çekmişti bu proje. İzlemedim fakat yönetmenin bir başka zombi temalı filmi daha var. Yani iki film arasında bir bağ var mı bilmiyorum ama iyi bir film buldum ben. Eli yüzü düzgün, aksiyonu ve dramı bol, akıcı bir gişe filmi. Elbette klasik bir zombi felaket filmi ki bu tip filmlerde karakterlerin başına neler geldiğini çok iyi biliyoruz. Filmin belki de en ilginç yanı ise her daim ölü insanlar olarak sunulan zombilerin bu filmde yeni bir türe dönüşen ara bir adım olarak yer almaları çünkü film bize hamile kalabilen bir zombi dahi sunuyor. Giderek daha akıllı ve de çevik hale gelen zombiler. Kısacası ben filmi izlemekten keyif aldım ve ümit ediyorum ki Zack Snyder’i daha uzun yıllar sinema piyasasında görürüz ve yönetmene, kendi DC evreni filmlerini tamamlama imkanı da verilir. #RestoretheSnyderVerse



86) Gheisar-Gheysar/Masud Kimiai (1969): Devrim öncesi İran sinemasından bir başka örnek daha. Yani İran sinemasına yönelik bakışımız genel manada devrim sonrası dönemin sansür koşullarındaki filmleri ile şekillendiği için bu filmin içeriği oldukça farklı gelebilir. Alkol ve kadın bedeninin çıplaklığı konusunda “cesur” bir film olduğunu söylemek mümkün. Özellikle filmin başında yansıtılmış olan tecavüz sahnesi, İran filmi algımın çok ötesine geçen bir ilerleyiş ve görsellik sundu. Film, “Gheiser” adlı bir adamın tecavüze uğrayıp intihar eden kız kardeşi ile kız kardeşinin tecavüzcüsü ve onun kardeşleri tarafından öldürülen erkek kardeşinin intikamını alışını anlatır. Aslında hikaye oldukça “Yeşilçam”vari bir ilerleyişe sahiptir ki Yeşilçam filmlerinde de yüzlerini gördüğümüz iki isim, bu filmde rol alırlar. Ancak yine de Yeşilçam’dan farklı olduğunu hissettiren bir ilerleyiş sergiler film çünkü Gheiser, üç kardeşin her birini tek tek avlayıp öldürse ve intikamını almış olsa bile şöyle büyük büyük laflar ederek, şiddeti uzatıp güzellemeye çevirerek yapmaz bunu. Olabilecek en hızlı şekilde cinayetleri işler ve sonraki hedefine geçer. Öldürmeyi estetize hale getirip ölümü zevk alınan bir şeye dönüştürmez. Ben filmi sevdim; hem hikayeyi anlatış biçimiyle hem de devrim öncesinin Tehran kentine bir bakış sunmasıyla. 1960’lı yıllar İran sineması, çok daha fazlla dikkati hak ediyor bana göre. Şimdiden iyi seyirler.



87) Torino Atı-The Turin Horse-A Torinoi Lo/Béla Tarr-Agnes Hranitzky (2011): Plan sekanslar ile ilerleyip biçimi ön plana çıkaran ve kamerayı gerçek anlamdan aktif olarak kullanıp sinemanın en önemli parçası olduğunu hatırlatan bir film. Siyah beyaz rengi, uzun planlı hareketli kamera kullanımı ve minimum diyalog ile tam bir sanat filmi, bir “yavaş sinema” örneği. Ama bu filmi sadece “düşünce yoğun” olarak adlandırmak haksızlık olacaktır. Duygulara da fazlasıyla hitap eden bir film. Kimi anlarda, düşündürmekten çok hissettiren bir film. Film, kabaca, yaşlı bir arabacı ve kızının hem arabalarını çeken at hem de yaşadıkları bölgenin iklimi ile yaşadıkları çatışmayı anlatır. Taşrada kısılıp kalan baba ile kız, atın inatçılığı ve fırtınanın şiddeti ile bir bakıma kendi evlerinde mahsur kalırlar. Belki bu hikaye birçokları için ilgi çekici olmayacaktır ama bu film, sırf kamera kullanımı yüzünden dahi izlenmesi gereken bir film.



88) Bonnie and Clyde/Arthur Penn (1967): Hayatından mutsuz Bonnie, bir gün evinin önünde dolanan eski hırsız Clyde’ı görür ve peşine takılıp onunla sohbet etmeye başlar. Sonrasında ise tam anlamıyla onu gaza getirip bir soygun yaptırır ve birlikte kasabadan kaçmak zorunda kalırlar. Sonrasında ise soygunların devamı gelir. Ancak işin garip tarafı, medyanın onlara verdiği aşırı ündür. Gazeteler yapmadıkları soygunları bile onların üstüne yıkınca polisin en öncelikli hedefi haline gelip sürekli çatışmalar, kaçış ve soygun üçgeninde bir hayat yaşarlar ama elbette kimse sonsuza kadar kaçamaz. İzlemekten aşırı zevk aldığım bir film olduğunu söyleyemem ama içinde barındırdığı anti-kahramanlar ile klasik Hollywood işlerinden farklılaşan bir film. Bakılabilir.



89) Kibar Feyzo/Atıf Yılmaz (1978): Belki Türk sinemasının en iyi filmi olduğunu düşündüğüm, belki de ülkemin değişmeyen kaderine üzüldüğüm için, sürekli olarak dönüp dönüp izlerim bu filmi ve hiçbir zaman da eskimez. Her daim yeni, her daim söyleyecek sözü olan bir filmdir. Her yıl en az bir defa izlerim. Hani izletir de kendini, sıkılmazsın; öyle güzel, öyle komik, öyle eleştirel bir filmdir “Kibar Feyzo”. Film sana belki Hatay’ın Harran adlı köyünü ve oradaki köylüleri gösterir ama görünenin ardında seni, beni, bizi, tüm Türkiye’yi anlatır. Anlatır anlatmasına da belli ki biz pek dinlemeyiz. Ne diyelim; dinlemeyi öğrendiğimiz günlerin ümidiyle...iyi seyirler. (Not: Farkında değildim ama bu filmi bu yıl içinde ikinci izleyişim olmuş. Bakalım daha kaç defa izleyeceğim...)



90) Ida/Pawel Pawlikowski (2013): Bir Polonya sineması örneği. Ida adlı öksüz-yetim bir genç kız, rahibelik yeminini edip kendini ömrünün sonuna kadar kiliseye bağlamak üzeredir ancak baş rahibe, onun bu yemini gerçekleştirmeden önce gidip hayattaki tek akrabası olan teyzesi ile vakit geçirmesini ister. Böylece Ida, bir hakim olan teyzesinin yanına gidip onunla tanışır. Bu tanışma, bir Hristiyan olarak yetiştirilen Ida’nın Yahudi kökeni ile bağ kurma ve de teyze ile yeğenin geçmiş ile hesaplaşma yolculuğunun başlangıcı olur. “4.3” formatında, siyah beyaz çekilmiş güzel bir film. Film için tercih edilen biçimsellik, onu adeta konu edindiği II. Dünya Savaşı Sonrası Avrupa zamanına götürüyor. Çok uzun olmayan ve hızlı akan bir film; izlenilebilir.


Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.


Kazan

Yorumlar