İFL 2021-VIII

 


71) Justice Society: Wolrd War II/Jeff Wamester (2021): Öncelikle şunu belirtmem gerekiyor ki daha önce izlemiş olduğum “Superman: Man of Tomorrow (2020)” üzerine yapmış olduğum tahminlerde haklı çıktım. O film, yeni bir animasyon evreninin ilk filmiydi. Bu film ise tam anlamıyla ona bağlı bir hikaye ve bir devam filmi. Aslında fragmanlarda, “The Flash”ın günümüzden II. Dünya Savaşı zamanına yolculuk yaptığı ve orada da Naziler ile savaşan “Justice Society of America”ya katıldığı izlenimi veriliyordu ve hal böyle olunca, acaba bu Flash ile “Justice League Dark: Apokolips War (2020)” filminin sonunda evreni sıfırlayan Flash aynı mı diye düşünmüştüm ve aslında öyle olmasını da fazlasıyla ummuştum. Yani o evren ile bariz bir bağlantının sürmesi hoşuma giderdi fakat beklentim boşa çıktı maalesef. Ancak daha filmin en başında “Metropolis”de “Braniac” gibi DC evreninin önemli kötülerinden biri ile savaşan “Man of Tomorrow” filmindeki Superman ile karşılaşmak, yeni “DC Animasyon Evreni” tahminimi kanıtlamış oldu. Hala eski serinin çizimlerini gözüm arasa bile buna da alışacağımı düşünüyorum. Neyse efendim; filmi hikayesi ise Metropolis’e, kız arkadaşı “Iris West” ile piknik yapmaya gelen “Barry Allen” yani Flash ile başlamaktadır. Onlar piknik esnasında çeşitli ilişki sorunlarını tartışırlarken de şehirde Superman ile Braniac arasında bir savaş patlak verir ve kostümünü giyinen Flash, hızla savaş alanına gidip Superman’e destek sağlar. İki kahraman robotlar ile savaşırlarken, Superman’i öldürmek isteyen Braniac, ona kriptonit bir mermi ile ateş eder. Mermiyi yakalayabilmek için hız limitini zorlayan Flash ise bir portal açarak Naziler ile Justice Society of America’nın savaştığı bir Fransa kasabasına ışınlanır. Zamanda geriye gittiğini sanan Flash, kısa bir vakit sonra aslında zamanda değil, mekanda yolculuk yaptığını ve farklı bir evrene geldiğini anlar. Bu evrende, önce Naziler ile savaşmak için “Wonder Woman”, “Hawkman”, “The Flash (Jay Garrick)”, “Black Cannary”, “Hourman” ve “Steve Trevor”dan oluşan JSA’ya katılır. Daha sonra ise mücadelenin seyri değişince “Atlantisliler” ile savaşmak zorunda kalır. Hiç beklenmedik bir şekilde “Dr. Fate”, “Aquaman” ve “Superman” de filmin hikayesine önemli katkılar verirler. Bol karakterli ve dönem temalı bir süper kahraman filmi. Üstelik yeni animasyon evreni için tam anlamıyla girişin yapıldığı film olduğunu da söyleyebilirim. Evet, yeni evren Superman’in filmi ile başladı ama bu evreni paylaşımlı hale getiren ve genişleten ise bu film oldu. Paralel dünyadaki macerasından tam anlamıyla gittiği saniyede dönen Flash, mermiyi yakalayıp Superman’i kurtarır. Sonrasında da Braniac’ı kendi silahı ile vurur. Ancak buradaki kritik hareket ise “Justice League”in kuruluş adımının atılmasıdır. Diğer dünyadaki ekip çalışmasından etkilenmiş olan sevgili Flash, Superman’e bir ekip kurma teklifinde bulunur ve bu teklif de Superman tarafından kabul edilir. Demek oluyor ki bu evrende daha birçok solo film ve de Justice League filmi izleyeceğiz. Açıkçası şimdi yeni gelecek olan “Batman” animasyonunu daha da merak ettim. Acaba o iki filmlik macera boyunca Superman, Flash ve çok daha fazla süper kahramanı görme şansımız olacak mı? Heyecanla bekliyorum. Yeni evren geldi, benim de keyfim yerine geldi.



72) Nobody-Önemsiz Biri/Ilya Naishuller (2021): Yeni “John Wick”imiz “Hutch Mansell” hayırlı ve de uğurlu olsun. Fazla söze gerek yok. Bence herkes nasıl bir film izleyeceğini anlamış oldu. Yine de hikayeye kısaca değinmek gerekirse; karşımızda yeniden, emekliye ayrılmış bir avcı var. Ancak bu defa özel bir kuruluş yerine doğrudan ABD hükumetine çalışıyor. Düşmanları ise yine ve yeniden Ruslar; hiç şaşmaz. Hollywood bayılır beyaz perdede Rus katletmeye. Neyse; fazla politikleşmeden devam ediyorum. Hatırlarsınız, sevgili “Bay Wick”, ölen eşinden ona armağan kalan köpeği Rus mafyasının oğlu tarafından öldürüldüğü için emeklilikten hızlı bir geri dönüş yaparak önce Rus, ardından da İtalyan mafyasının adeta canına ot tıkamış, ardından da kendi organizasyonunun da epey bir canını sıkmıştı. Hutch Mansell ise sürekli birilerini öldürmek zorunda kaldığı işinden sıkılıp bırakmış ve de standart bir hayatı olan standart bir baba tipine dönüşmüştür. Ancak yoğun stres ve de aşırı monotonluk ile geçen hayatı, bir gece evine giren hırsızlar ile değişir. Mansell, eve giren hırsızlara dokunmaz ve gitmelerine izin verir ama bu tavrı, ailesi ile arasını açıp iş ve aile çevresinde adeta küçük görülmesine sebep olur. Yıllardır biriktirdiği öfkesi ise bu olayla birlikte taşma noktasına gelir. Hırsızlık gecesinden sonraki günün akşamı eve döndüğünde ise küçük kızı bilekliğinin de kaybolduğunu söyler ve kızının üzülmüş olması adamımız için kırılma noktası olur. Düşünün ölen bir köpek yavrusu bile yok ortalıkta. Yani bir insanın kayışı koparması için küçük kızının suratının düşmesi bile yeterli. Yani varın John Wick’in tepkisini siz düşünün. Neyse efendim; Mansell, bir hışım ile evi terk edip hırsızların peşine düşer ve bulur ama hırsızlar, kundakta bebekleri olan evli bir çifttir ve Mansell, onların peşine düştüğüne pişman olarak evlerinden ayrılır. Ancak patlayan öfkesi dinmemiştir. Bir otobüsle evine döndüğü sırada ise Rus mafyasının kardeşi ve adamları kendi özel araçları ile otobüse çarpıp kaza yaparlar. Sonrasında ise otobüse binerek olay çıkarırlar. Niyetleri, apaçık, otobüsteki genç kıza tecavüz etmektir. Ancak çok yanlış biri ile çok yanlış bir zamanda, çok yanlış bir araçta olduklarından haberleri yoktur. Otobüsteki bir erkek yolcu ve şoför, araçtan inerler. Mansell’in de indiğini düşünürler ama o inmek yerine kapıları kilitler ve 5 kişilik bir grubu tek başına hastanelik eder. Böylece, Rus mafyası ile kapışacağı amansız mücadele başlar ve mermilerin havada uçuştuğu bir şiddet güzellemesi, şiirsel bir şiddet resitali sunulur. Bu tarz filmler, iki ucu da keskin bıçak gibi bana göre. Bir yandan içimizdeki şiddet arzusunu bastırıp tatmin ederken, diğer taraftan ise şiddeti daha da özendirme tehlikesini beraberinde getiriyor. O yüzden bu tarz filmleri izlerken gerçekten aşırı dikkatli olmak gerekiyor. Şiddetin bu tarz filmlerde estetik hale getirildiği gibi bir şey olmadığını, filmlerde ölen o figüranların her birinin gerçek hayatta ise birer birey olduğunu unutmamak gerekiyor. Bir yanım bu gibi filmleri izlemekten gerçekten zevk alıyor olsa bile öteki yanım çok fazla artmamalarını ve nadir örnekler olarak kalmalarını umuyor. Bakın; yasakçı bir zihniyet ortaya koyuyor falan değilim. Ne hoşumuza gidiyorsa, hangi film bizi mutlu ediyorsa onu izleyelim ama ne izlersek izleyelim, farkında olarak izleyelim. O yüzden size bol farkındalıklı seyirler diliyorum. Ha bu arada, bu filmde, “Back to the Future” serisinin çılgın bilim insanı “Christopher Lloyd”u görmek de ayrı bir hoşluktu benim için. Bu da böyle bir dip not olsun.



73) Hareket Sekiz/Ali Yorgancıoğlu (2019): Uzun zamandır Türk yapımı bir film izlemediğimi hissedince, dedim ki bir yerli komedi izleyeyim. Hem zihnimi yormaz hem de eğlendirir ama kötü tercih yapmışım. Ben, gerçekten mümkün mertebe hiçbir filme kötü demek istemem çünkü bir film yapmak, filmin içeriği ne olursa olsun, çok zor, çok emek isteyen bir iştir. Buna saygı duyarım. Yine de, işte bazen, böyle filmleri izledikten sonra aşırı mutsuz oluyorum diyelim. Yani komik desem, komik değil; güçlü bir mesajı var desem, ya ben göremedim ya da o taraftan da bomboş bir film. Sanırım yaptıkları en güzel şey, seyredene birkaç güzel Bakü manzarası sunmaları. Maalesef beğenmedim.



74) Kimetsu no Yaiba Movie: Mugen Ressha-hen-Demon Slayer Movie: Infinity Train/Sotozaki Haruo (2020): “Gotouge Koyoharu” adlı mangakanın orijinal eserinden animeye uyarlanan “Kimetsu no Yaiba” serisinin devamı niteliğindeki sinema filmi. Manganın ve de animenin popülerliği o derece yüksek ki, 2020 pandemi döneminde dahi sinema salonlarında yüksek gösterim rakamları yakalayan bir film oldu. Sonunda izleyebilmiş olmak iyi hissettirdi ama oldukça ters köşe yaptı. Karışık duygular içerisindeyim. Böyle bir şeyi en son “One Piece” izlerken, ana karakter “Luffy”nin abisi “Ace” kollarında öldüğünde yaşamıştım. Sanırım animeler ve mangalardaki bu hissi seviyorum. Yani örneğin bir Amerikan çizgi romanında, mesela “Batman”i hikaye gereği öldürebilirsiniz ama başka yazarlar ve çizerler tarafından yeni bir seri ortaya konulduğunda Batman’in geri gelmesi kesindir. Ancak mangalar için bu geçerli değildir. Bir manganın, bir mangakası vardır ve mangaka çizmeyi bırakır, manga yayından kaldırılır veya mangaka ölürse, onun yaratmış olduğu karakterler de ölür. Bunun dışında, mangaka hikaye akışı içerisinde yarattığı karakterlerden birini öldürmeye karar verirse, o da tıpkı insanlar gibi gerçekten ölür, başka bir çizerin hikayesinde yeniden doğmaz, doğamaz. Bunun en çarpıcı örneğini, daha liseye giderken Ace’in ölümü ile yaşamıştım. Aynı duyguyu bana tekrar yaşattığı için de bu filme teşekkür mü etsem yoksa ondan nefret mi etsem bilemiyorum. Dediğim gibi, bu film, animenin ilk sezonu ile ikinci sezonu arasında bir ara hikaye sunuyor ve manganın hikayesini takip ediyor. Genel olarak, mangadan uyarlama animelerin, daha sonra çekilen sinema filmleri, manganın hikaye akışından bağımsız, alternatif hikayeler ile yola çıkarlar ve onların ana hikayeye bir etkisi yoktur. Adeta birer paralel evren hikayesidirler. Ancak bu film öyle değil ve senaryo dahilinde gelişen olaylar, sonraki sezonu kesinlikle etkileyecek. Evet, bu filmde biri öldü, aşırı karizmatik bir karakteri yolun bu kadar başında kaybetmiş olmak çok sarsıcı oldu ancak ölen ölmüştür, geri gelemez. Filmin hikayesini çok anlatmak istemiyorum ki heyecanı kaçmasın ama kabaca değinmek gerekirse; sevgili iblis avcımız “Kamado Tanjiro” ve arkadaşları “Inosuke” ile “Zenitsu” ve de Tanjiro’nun iblise dönüşmüş kız kardeşi “Nezuko”, bir trene musallat olmuş olan iblisleri öldürmekle görevlendirilirler ve o tren ile bir yolculuğa çıkarlar. Bu tren yolculuğu şeklindeki iblis katletme görevinde ise iblis kesicilerin en tepesinde yer alan “On İki Sütun”dan birisi olan “Alev Sütunu Rengoku” onlara eşlik edecektir. Böylece, genç iblis kesicilerin iblisler, rüyalar ve de trenin kendisi ile mücadele edecekleri uzun yolculuk başlar. Yani açıkçası, ilk sezonu izlemediyseniz veya mangadan takip etmiyorsanız, bu filmi izlemek sizin için çok bir anlam ifade etmeyebilir ama bir “Kimetsu no Yaiba” severseniz, kesinlikle kaçırmayın. Şimdiden iyi seyirler.



75) Purl/Kristen Lester (2018): “Pixar” yapımı güzel bir kısa animasyon film. “Purl” adlı pembe bir yün yumağı, bir finans şirketinde işe başlar ancak ilk başta yeni gelen bu yün yumağı, takım elbiseli grup tarafından kabul görmez. Böylece Purl, bir seçimle yüz yüze kalır; ya kendisi olarak dışlanacak ya da herkes gibi olduktan sonra kabul görecektir. Farklılıklara açık olmak, farklı olarak var olabilmek üzerine güzel bir film. Sevdim.



76) Duvara Karşı/Fatih Akın (2004): Biri Türkiye’de doğup sonrasında Almanya’ya göç etmiş, diğeri ise orada doğmuş olan Cahit ile Sibel’in çalkantılı aşk hikayesi. Cahit, kırklı yaşlarında, eşi öldükten sonra hayattan vazgeçmiş bir adamdır ve intihara kalkıştıktan sonra hastahanede Sibel adlı yirmili yaşlarında bir Türk kızı ile tanışır. Sibel de onun gibi intihar etmiştir ama ikisinin sebepleri çok başkadır. Cahit yaşamak istemediği için bunu yaparken, Sibel ise istediği gibi yaşayamadığı ve aile baskısından kurtulmak için yapmıştır. Cahit’i gözüne kestiren Sibel, onunla bir anlaşma yapmaya karar verir ve kabul etmezse kendini öldüreceğini söyler. Anlaşma şudur; Sibel ve Cahit sahte bir evlilik yapacak, Sibel özgürlüğüne kavuşurken Cahit ise arkasını toplayacak birini bulacaktır. Böylece kız isteme gerçekleşir ve düğün yapıp evlenirler ama aralarındaki anlaşma kısa zamanda aşka dönüşürken, Sibel’in tatmine dayalı hayat anlayışı ve Cahit’in fevri tavırları ikilinin arasına yıllar ve mesafeler sokacaktır. Kısacası bu film, kavuşamayan aşıkların hikayesidir.



77) Soul Kitchen/Fatih Akın (2009): Almanya’daki Yunan asıllı göçmen bir aileden gelen Zinos, “Soul Kitchen” adlı restoranını işletmektedir. Ancak hayatı bir anda büyük bir karmaşaya bürünür. Sevgilisi Çin’e gider, hapishaneden şartlı tahliye olan abisi yanında çalışmaya başlar, işe yeni aldığı aşçı sayesinde menüsü değişir ve çok farklı ve kalabalık bir müşteri grubuna hizmet etmeye başlar. Bir yandan sevgilisinin peşinden gitmeye çabalarken, diğer yandan da abisinin başına açtığı dertler ile uğraşmak zorunda kalır. Üstelik bir anda hayatına dahil olan liseden eski bir arkadaşı da mekanına göz koyar ve restoranı ele geçirebilmek için türlü oyunlar düzenler. Dramatik yönleri de olmakla birlikte çoğunlukla eğlenceli bir film olduğunu söylemem gerekir. İzlerken keyif aldım.



78) Kuşlarla Dans/Huw Cordey (2019): Hiç planlarım arasında yokken izlemiş bulunduğum ve gerçekten hem eğlenip hem de öğrendiğim güzel bir belgesel film. Özellikle kuşların hayatını “Okan Bayülgen”in sesinden dinlemek, filmi daha da lezzetli bir hale getirdi. Film, “Yeni Gine” adlı adadaki kuş türlerinin çiftleşme dönemlerindeki danslarına odaklanan bir ilerleyişe sahip. Birkaç farklı türdeki kuşların erkeklerinin dişileri cezbetmek için başvurdukları dans yöntemleri, Okan Bayülgen’in eğlenceli anlatımı ile bize sunuluyor. Bilmiyorum, belki orijinal dilde izlesem bu kadar sevmezdim.



79) Ailem Robotlara Karşı/Mike Rianda-Jeff Rowe (2021): İki haftada bir pazar akşamları, pizza eşliğinde, ailem ile birlikte film izlemeyi severim. 11 yaşında bir kardeşim olduğu göz önünde bulundurulursa, bu filmlerin de her daim animasyon olduğu anlaşılacaktır. “Ailem Robotlara Karşı (2021)”, en son pizza gecemizin animasyon filmi olma şerefine erişti ve kesinlikle dürüst olmalıyım ki inanılmaz zevk aldım. Çok eğlenceli bir film ve sayamayacağım kadar çok sahnede katıla katıla güldüm ama özellikle ailenin babasının teknoloji ile olan imtihanı bambaşka bir seviyedeydi. Film, artık hayatımızın değişmez bir parçası olan akıllı cihazları merkezine alıyor ve sosyal ilişkilerimizi nasıl etkilediğini sorguluyor. Akıllı telefonlar, tabletler ve bilgisayarlar artık o kadar hayatımızın merkezinde yer alıyorlar ki bir gün gerçekten internet denen nimet yok olup gitse başımıza neler gelir bilemiyoruz. Çağımızın yeni bağımlılığının internet ve akıllı cihazlar olduğu çok açık ve her birimiz de bir bağımlıyız. Tabi film yine klasik çıldırıp insanlığın sonunu getirmeye çalışan robotlar ve teknoloji temasını işliyor ama kendi özgün tarzıyla ilerliyor. “Mitchell Ailesi”, tüm uyumsuzluklarına rağmen, bir aile olarak, dünyayı kurtarıyor. Teknoloji ile olan ilişkimizi ve bağımlılığımızı gerçekten sorgulatan bir film. Ancak benim için filmi daha dikkat çekici kılan, ana karakterin üniversitede sinema okumak isteyen birisi olmasıydı. Yani düşünüyorum da; bir kişinin Türkiye’de ya da ABD’de olması fark etmiyor. Herkes film izlemeye bayılır ama iş çocuklarının sinema ile ilgilenmesine geldiğinde ise ülke fark etmeksizin birçok aile buna karşı çıkar. Sanırım bir noktada ana karakter ile kurduğum aşırı özdeşleşme, filmi benim için çok daha çekici kıldı.



80) Tschick-Goodbye Berlin-Elveda Berlin/Fatih Akın (2016): Biri Alman, diğeri Rusya göçmeni olan iki ergen, yaz tatilinde Doğu Almanya taşrasında çalıntı bir araba ile gezintiye çıkarlar. Bu yolculuk, hem arkadaşlıklarını pekiştirirken hem de kendilerini bulmalarını sağlayacaktır. Bu kısa ama anlamlı tatil bittiğinde, her ikisi de artık ergen değil, birer genç olacaklardır. Güzel bir yol filmi. Bir “Fatih Akın” filmi olarak, göçmenlik ve de yolda olmak meselesi, izleyicinin yabancı olmadığı durumlar ancak ana karakterlerin ergen bireyler olmaları, filmin tonunu belirleyen ana unsur ve izlediğimiz şey, bir Fatih Akın sinemasından daha çok bir gençlik filmi ama yine de ne olursa olsun, bu bir Fatih Akın filmi.


Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.


Kazan

Yorumlar