61) Ejderha Savaşçılarının Şafağı/Elaine Bogan-John Sanford (2014): “How to Train Your Dragon” üçlemesinin ilk iki filmi arasındaki bir zaman diliminden bir kısa hikaye. Bu kısa film, ikinci filmin başında gördüğümüz ejderha yarışının nasıl ortaya çıktığını anlatıyor. Eğlenceli bir kısa animasyon.
62) Tabiate Bijan-Sakin Yaşam-Still Life/Sohrab Shahid Saless (1974): Devrim öncesi İran sinemasından bir örnek ve bana göre aynı zamanda da bir “yavaş sinema” örneği. Film, boğucu bir durağanlık ile ilerliyor. Hikayenin merkezinde yaşlı bir çift yer alıyor. Adam demiryolunda çalışan bir işçi. Eşi ise hem evde kocasına hizmet ediyor hem de halı dokuyor. Kocası da bu halıları satarak ek gelir elde ediyor. Yaşlı çiftin hayatının bütün sıradanlığı bize sunuluyor. Adamın işe gidişi, yaptığı iş, kadının halı dokuması, yemek yemeleri, uyumaları vs. derken bu liste uzar gider. Uzun uzun, olabilecek en az diyalog ile sahneler ilerliyor. Dürüstçe söylüyorum ki çok sıkıldım. Filmin sonunda yaşlı adam emekli oluyor ve görev yerinden ayrılmak zorunda kalıyor ama emekliliğin ne olduğunu anlamadığından kovulduğunu sanıyor. Kısacası film açık uçlu bir son ile bitiyor. Yaşlı çiftin hayatından sadece kısa bir kesit izlemiş oluyoruz. Adam kimdi, kadın kimdi, daha önce neler oldu, daha sonra neler olacak hiç bilmiyoruz. Benim hayran olduğum bir tarz değil ama meraklılarına öneririm; sanırım.
63) Gaav-İnek-The Cow/Dariush Mehrjui (1969): İran kırsalında bir köy. Aslında çok da fakir görünmeyen bu köyde sadece Hassan adlı adamın bir tek ineği var ve köylülüler adeta süt için ona muhtaç. Yani bu durum, Hassan için bir statü kaynağı. Hassan, ineğine gözü gibi bakıyor, onu yıkıyor, yanında gezdiriyor. Belki, belki de değil, kesin olarak karısından bile çok seviyor ama sakınan göze çöp batar misali, Hassan’ın köyden ayrıldığı bir gün, inek ahırda ölüyor. Bunu öğrenen köylüler de bir olup ineğin ölüsünü gömüyorlar ve Hassan geldiğinde de inek kaçtı diyorlar ama Hassan üzülmesin diye verdikleri bu çaba sonuçsuz kalıyor. İneğinin kaybı Hassan’ı delirtiyor ve kendisini bir inek sanmaya başlıyor. Köylüler ne kadar dil dökse de işe yaramayınca, Hassan’ın arkadaşları onu alıp şehre, doktora götürmeye karar veriyorlar. Gelmeye direnince de, adeta bir inek gibi bağlayıp zorla yola çıkarıyorlar ama yolda köylülerden kaçan Hassan, bir uçurumdan düşüp ölüyor. Film, başta sona hemen hemen bu şekilde ilerliyor. Aslında izlemesi oldukça zevkli bir film ama köyde doğup büyümüş biri olarak koca köyde yalnızca bir adamın bir tek ineği olması meselesi, kurmaca bir film için bile fazla desteksiz geliyor bana. Tamam, köye dadanan eşkıyalar var ve anlıyoruz ki insanların hayvanlarını çalıyorlar. Ancak bu durumun varlığına karşın, insanların açlık ve sefalet gibi dertler ile çok yüzleştiklerini görmüyoruz. Yani insanların neden birer inek almadığını tam oturtamıyorum kendi adıma. Yani koca köy toplaşıp ineğin ölüsünü gömme ve sessiz kalma sözü verme gibi toplu eylemlere girişebiliyorken, neden hep birlikte en azından bir inek alamıyor. Yani çıkış noktası beni tatmin etmedi. Belki de kültürel bir farklılık sebebiyle kafamda oturmayan bir durum bu. Ancak diğer yandan, filmi izlerken, açıkçası bir “Kurosawa” etkisi uyandırdı bende. Yani güzel film, bir göz atın derim.
64) Şampiyon Danimarka/Kasper Barfoed (2015): “1992 Avrupa Futbol Şampiyonası”nı kazanma başarısı gösteren “Danimarka Milli Takımı”nın kupaya giden sürecinin hikayesi. Akıcı bir film. Yani tarihi filmlere veya futbola merakınız varsa, kesinlikle seveceğiniz bir yapım ve kesinlikle bir peri masalı. Yani “Leciester City”nin İngiltere ligini kazanması veya “Jose Mourinho”nun “Porto”su gibi bir masal ama elbette daha da fantastik. Aslında şampiyonaya katılma hakkını elde edemeyen ama “Yugoslavya”da savaş çıktığı için turnuvaya giden ve neredeyse hiç hazırlanamamış bir takımla bunu yapan Danimarka’nın hikayesi. İzlediğime memnun kaldığım bir film.
65) Gergedan Mevsimi/Bahman Ghobadi (2012): Sanırım yönetmenin izlediğim ilk filmi. Açıkçası, filmi “İran İslam Devrimi”ni konu edindiği için izlemek istedim ama dürüst olmam gerekiyor ki başrolde “Monica Belluci”nin oluşu da bu isteğimi iki katı körükledi. Hayranlığım sonsuz. Neyse, filme dönelim; filmin Türkiye’de çekilmiş olması ve de birçok Türk oyuncu ile karakterlerin hayat bulması hem bir yönüyle güzel hem de bir açıdan kötüydü. Yani bu izlediğim bir İran sineması örneğidir demek zor geldi. Ancak filmde çok fazla diyaloğa yer verilmemesi iyi olmuş en azından çok fazla bozuk bir Farsça duymak zorunda kalmadım. Devrimin acı sonuçlarına, sadece ülkeye değil, ailelere nelere mal olduğuna değinen bir çalışma olmuş. Bu filme karşı çok büyük bir hayranlığım olmadı ama izlerken sıkılmadım da. İzlediğinize pişman etmez.
66) Der goldene Handschuh-Altın Eldiven-The Golden Glove/Fatih Akın (2019): Japon yönetmen “Sion Sono”nun “The Forest of Love (2019)” filminden beri izlemekte zorlandığım ve hatta birkaç sahnede iğrenme hissimin tavan yaptığı ilk film oldu. Üstelik film biterken izlediğim şeyin gerçek bir olaydan uyarlanmış olması da durumun ürkütücülüğünü ikiye katlamış oldu. Bir insanın ne kadar vahşi ve de acımasız olabileceğinin en büyük kanıtlarından birisi bence bu filmde bize sunulanlar. Filmin hikayesi, “Altın Eldiven” adlı bir bar çevresinde şekilleniyor. Ön adının yazılışını unuttuğum ama tekrar kontrol etmekle uğraşmak istemediğim Honka soyadlı ana karakter, çirkin denilebilecek görüntüsü ve itici tavırları ile genç kızlara yaklaşamadığı için, Altın Eldiven barındaki yaşlı, sarhoş, tükenmiş ve de yalnız kadınlara musallat olur. Düşündüğü tek şey sevişmek olan bu adam, barda kandırdığı bu yaşlı kadınları evine götürür. Onlarla seks yapar ya da yapmaya çalışır çünkü cinsel anlamda da yetersiz birisidir ve bu durumun hıncını da evine gelen kadınlardan çıkarır; onlara türlü işkenceler yapar. Kimisi dayak ve işkence ile elinden kaçmayı başarırken, kimisi ise ondan kaçamaz ve elinde can verir. Öldürdüğü kadınları ise parçalara ayırıp evinin duvarlarına saklar. Her gelenin evinin pis koktuğunu söylemesinin sebebi de çürüyen cesetlerdir ama Honka, kokunun suçunu da alt katta yaşayan Yunan aileye atar. Acaba katilin sonu ne olacak derken binada başlayan bir yangın, her şeyi gün yüzüne çıkarır. Filmin başından sonuna kadar olan süreçte Honka, dört kadını öldürür. Bunların dışında, evine gelen kadınlardan ikisi dayak yerler ve aslında ölümden de kıl payı kurtulurlar. Bir kadına da çalıştığı yerde tecavüz etmeye kalkar. En son olarak ise bir liseli kızı gözüne kestirmişken yakalanır. Filmde bu kadınların başına gelenleri görüyoruz ama filmin 1970 yılında hikayeyi başlatıp sonrasında 1974 yılına atladığını düşünürsek, acaba geçen zamanda daha kaç kadın saldırıya uğramıştır? Film, çok rahatsız ediciydi. Bir daha izlemeye katlanabilir miyim bilmiyorum. Oysa “Paramparça (2017)” sonrasında “Fatih Akın” sinemasına ne kadar da yükselmiştim.
67) Save Ralph/Spencer Susser (2021): Bazen sayfalarca makaleye sığacak ya da saatlerce sürecek bir belgesel ile dahi bitmeyecek bir konu, dört dakika bile sürmeyen böyle bir film ile anlatılabilir. Kozmetik gibi sektörlerin ürün kontrolü için hayvan deneyleri yapması meselesini konu edinen bu film, durumun ciddiyetine dikkat çekerken bu deneylerin yasaklanması için de bir farkındalık yaratmaya çabalıyor. Kinayeli ve de sembolik bir anlatımı bulunan “Save Ralph (2021)”, insan olarak ne denli acımasız olduğumuzu bir kez daha suratımıza çarpıyor. Biz her daim doğa ile yaşamak yerine doğaya hükmetmek için yaşıyoruz. Ona hükmetmeye çalışırken de o doğanın parçası olan canlılara ne kadar zarar verdiğimizi çoğu zaman ya görmüyoruz ya da görsek bile umursamıyoruz. Sonuçta sevgili Ralph’in de dediği gibi o ve onun gibi hayvanların görevi, biz insanların daha konforlu bir hayat yaşamasını sağlamaktır! Değil mi? Bence bu filmi izleyin, izleyin ve de düşünün; düşünelim...
68) Superman: Man of Tomorrow/Chris Palmer (2020): Açıkçası, animasyon tarzı hoşuma gitmediği ve de bağımsız bir macera olduğunu düşündüğüm için bu filmi izlemek konusunda hiç aceleci değildim ama son zamanlarda, benzer bir animasyon tarzı ile, “Youtube”da fragmanları dönen “Justice Society: World War II” ve “Batman: The Long Hallowen, Part One” filmlerini görünce, bir acaba mı dedim. Bilenler bilir, “DC”nin 2013 yılında “Justice League: The Flashpoint Paradox” filmi ile başlayıp 2020 yılında ise “Justice League Dark: Apokolips War” filmi ile de biten 16 filmlik bir animasyon evreni vardı ve son filmin sonunda, “The Flash”, süper hızını kullanarak, bir nevi evreni, daha doğrusu o zaman çizgisini sıfırlamıştı ki aslında ilk filmde de bu 16 filmlik zaman çizgisinin oluşmasının sebebi de yine oydu. Neyse işte; The Flash, son filmin son sahnesinde o zaman çizgisini bitirdi ve gideceği yeni zaman çizgisinde, yeni maceralar ve yeni filmler göreceğimizi hissettirdi ama “Justice League Dark: Apokolips War (2020)” filmi sonrasında çıkan bu yeni “Superman” filminin bağlantılı bir film olacağını hiç düşünmemiştim ki hala da tam olarak emin değilim. Bu noktada en büyük şüpheyi ise filmin animasyon biçimi oluşturuyor. Ancak gelecek olan iki yeni filmde de Superman filminin animasyon tarzına sadık kalınmış olması bir ortaklık ilişkisi doğuruyor. “Batman”in yeni filminin fragmanı, yeni zaman çizgisi konusunda pek fikir vermiyor olsa bile; “Justice Society” filminde başka bir zaman çizgisinden gelen bir The Flash olması, acaba bu The Flash, o The Flash mı sorusunu sorduruyor. Elbette, bahsi geçen o iki filmi izlemeden yeni bir evren inşasının varlığından yüzde yüz emin olmak zor. Ancak bu film içerisinde de sinyaller var. Bu film için, bir Superman başlangıç hikayesi denilebilir. Oldukça genç bir Superman var karşımızda ve hem güçlerini hem de geçmişini daha yeni yeni kavrıyor. Bu film ile ilgili birçok şeyi eleştirebilirim ama sevdiğim bir şey varsa, o da Superman ile “Lex Luthor” arasındaki rekabetin tohumlarının iyi atılmış olmasıdır. Bir önceki zaman çizgisinde, bu ikili mücadeleyi tam anlamıyla göremedik gibi hissediyorum. Her ne olursa olsun, Superman’in en büyük düşmanı Lex Luthor’dur bana göre. Filmin hikayesine girmeyi düşünmüyorum ama senaryo içerisine “Lobo” ve “Martian Manhunter” gibi önemli karakterlerin de eklenmiş olması ve iki sahnede Batman’in varlığının da onaylanması ise bir genişletilmiş evren mevzusuna kapıyı sonuna kadar açıyor gibi ama dediğim gibi; her şey bahsettiğim şu iki filmin ilerleyişine bağlı. Bir küçük heyecan ile bekliyorum diyebilirim. Önceki zaman çizgisinin vaktinden çok önce bittiğini düşünen biri olarak, acilen bekliyorum yeni bir DC animasyon evreni.
69) Mortal Combat/Simon McQuoid (2021): Dürüst olmak gerekirse “Mortal Combat” oyununu ömrümde belki bir defa oynamışımdır ama hayal meyal de olsa bir animasyon dizisini izlediğimi hatırlar gibiyim. Üstelik 90’lı yıllarda çıkan iki filmi de izlemiştim. Ancak, hakim olduğum bir evren değil. Bu film özelinde baktığımızda da önceki filmler sebebiyle bazı karakterler tanıdık olsalar bile, yine de bir yabancılık durumu oluşuyor. Belli ki “Warner Bros.” bu hikaye üzerinden de bir evren inşası yapacak ya da en kötü bir üçleme ile karşımıza çıkacak. O sebeple, bu filmi uzun bir merdivenin ilk basamağı gibi düşünmek gerekir. Çok fazla bir karakter gelişimi gördüğümüzü söyleyemem. Hızlıca karakterler tanıtılıp hemen kavgaya geçildi gibi bir şey oldu. Ama sonraki filmler, eğer gelirse tabi, bu karakter gelişimini daha fazla yansıtacaktır. Bu film, daha çok “Sub-Zero” ile “Scorpion” arasındaki bir kan davasının sonuca kavuşturulması etrafında ilerleyen bir hikayeydi. Sanırım ikinci film çok daha büyük ve gösterişli olacak. Ancak, şunu da düşünmeden edemiyor insan; bu tip filmler, tam anlamıyla bir şiddet güzellemesi sunuyor seyirciye. Evet, birçoğumuz adeta bayıla bayıla izliyoruz bunları ama bu yönünü ne kadarımız düşünüyor? Filmlerden zevk almak çok önemli ama farkında olarak izlemek çok daha önemli. Şiddeti yücelten bu tip filmleri izlerken, ekstra bir farkındalık göstermek oldukça kıymetli. Neyse efendim; izledik ve de bitti. Bir sonraki filme geçelim.
70) Timsah Çocuk Arlo/Ryan Crego (2021): Çok fazla beklentim olmayan ama müzikleri ve arka plan ayrıntıları ile gönlümü çelen bir film oldu. Güzel bir çocuk filmi olduğunu söylemem gerekir. Aile olmak, diğerlerinden farklı olmak gibi meseleler üzerine düşündürmeye çalışan ve bunu masum bir ana karakter üzerinden sergileyen bir film. Ana karakterimiz Arlo, daha yeni doğmuş bir bebekken ailesi tarafından kanalizasyona bırakılır çünkü o, yarı insan-yarı timsah bir canlıdır ve ailesi onu bu sebeple istememiştir. Sepet içinde kanalizasyon akıntısına kapılan Arlo, önce denize, sonrasında ise oradan da bir bataklığa sürüklenir ve yaşlı bir kadın tarafından bulunup yetiştirilir. Arlo ergen bir birey haline geldiğinde ise bu kadın, sepette bulduğu doğum bilekliğini göstererek Arlo’nun “New York” şehrinden geldiğini ve orada bir babası olduğunu söyler. Böylece Arlo’nun öz babasını bulmak için New York’a doğru yapacağı heyecanlı ve bol müzikli yolculuğu başlar. Babasını aradığı bu yolculukta Arlo, kendisi gibi toplumun çoğunluğundan farklı birçok arkadaş edinir ve hem farklı olmanın güzelliklerini hem de aile olmanın anlamını öğrenir. Kısacası; çocuklarınız ya da küçük kardeşleriniz ile izleyebileceğiniz güzel bir aile filmi.
Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.
Yorumlar
Yorum Gönder