İFL 2021-VI

 


51) Zack Snyder’s Justice League/Zack Snyder (2021): “Justice League (2017)” benim için çok özel bir filmdir. Hayatımın en özel sinema deneyimini o filmle yaşamıştım ve bir daha da benzer bir deneyimi yaşamam imkan dahilinde değil. O film, filmi izlediğim gün, gittiğim sinema salonu ve de elbette yanımda yer alan kişi; bunların bende bıraktığı anı paha biçilemez. Evet, filmin çok kişisel, çok özel bir anlamı var benim için ve bu sebeple izlerken inanılmaz keyif almıştım ama dürüst ve de nesnel bir şekilde yaklaşmalıyım ki 2017 yılının filmi, kötü bir filmdi. Alelacele yapılmış izlenimi uyandıran, hani sırf yapılmış olmak için yapılan bir hali vardı. Tamam, yıllardır çok sevdiğim süper kahramanları bir arada izlemek inanılmaz güzeldi ama işte eksikti. Seversiniz veya sevmezsiniz ama kabul etmelisiniz ki “Zack Snyder” tarafından çekilen “Man of Steel (2013)” ve “Batman V Superman: Dawn of Justice (2016)” filmleri, kendi karakteri olan, yönetmeninin izini taşıyan yapımlardı. Sağlam bir temele oturtulmaya çalışılan bir devamlılık içerisinde ilerliyorlardı. Tamam, karanlık bir ton ve daha yetişkin işi bir karakter sunuyorlardı ama en azından kendileri olarak, Zack Snyder filmi olarak ilerliyorlardı. Ancak Justice League, şanssız, üzücü olaylara ve de kötü tercihlere kurban giden bir film oldu. “Marvel”dan getirilen bir yönetmen ile adeta bir Marvel filmi yapılmaya çalışıldı ama sonuçta hilkat garibesi melez bir film doğdu. Sonrasında ise bu filmi öldürmek için girişilen çaba ve yeniden doğuş süreci başladı. Ha, ilk filmin hiç mi iyi yanı yoktu? Elbette vardı. Özellikle bu filmde yer almayan üç sahneye üzüldüm. Öncelikle “Batman”in giriş sahnesi, yani bir hırsızı yem yaparak bir “Parademon”ı üstüne çekip onunla dövüştüğü sahne. Oldukça etkileyici bulmuştum. Sonra, “Aquaman”in “Wonder Woman”ın kementine temas etmesi sonucu yaptığı dürüst konuşma sahnesi de ilk filmdeki favorilerimdendi. Ancak bu filmde yer almadığına kesinlikle üzüldüğüm en önemli sahne “The Flash”a aitti. “Stephenwolf” ile ilk karşılaştıkları zaman, daha önce hiç gerçek bir çatışmaya girmemiş olan Flash’a Batman’in akıl hocalığı yaptığı ve “Sadece bir kişiyi kurtar.”, dediği sahne bence kesinlikle bu filmde de yer almalıydı. Ancak bu sahneler bir yana, 2021 model bu versiyon, kesinlikle kat be kat daha iyi bir film. Adeta Zack Snyder, “DC Extended Universe” içerisindeki üçlemesini hakkıyla bitirmiş oldu diyebiliriz. Film, komedi unsurları azaltılarak ve görsel olarak da o eski karanlık tona döndürülerek çok daha lezzetli olmuş. Ayrıca, eski filmin açılış sahnesi konumundaki o malum “Superman” videosu da bu filmde yok.

Filme karakter bazında bakacak olursak; tüm karakterler çok daha iyi bir sunum kazanmışlar ve çok daha derinlikli hale getirilmişler. Sürenin de avantajı ile karakter motivasyonları ve arka planları, daha iyi yansıtılırken, takımın bir araya gelişi de daha kuvvetli bir anlatım kazanmış. Şunu da eklemek gerek; Justice League, yedi üyeden oluşur ve öncekinin aksine bu film, bize yedinci bir üyeyi de sunma sürprizini gerçekleştiriyor. Çok büyük bir yer kaplamasa bile “Martian Manhunter” karakterini de filmde görme şansına erişiyoruz ve gelecek zamanlarda kendisini yeniden göreceğimizin sinyali veriliyor. Yine ilk filmin aksine, ana kötü olarak “Darkside” net bir şekilde hikayede yer alıyor ve birçok şey çok daha geniş, çok daha ayrıntılı bir şekilde aktarılıyor. Kahramanlara biraz daha değinmek gerekirse; evet, Flash, “Cyborg”, Aquaman, Wonder Woman ve Superman, eski filme nazaran çok daha başarılı, çok daha güçlü sunulmuş. Ancak bu filmin bence asıl en iyi yaptığı şey, Batman’in hakkını teslim etmek olmuş. Bildiğimiz gibi Batman’in olayı, bir insan olmasına rağmen bütün bu tanrısal güçlere sahip kahramanlar ile eşit bir şekilde savaşabilmesi ve onların saygısını kazanmış olmasıdır fakat 2017 filminde Batman, neredeyse bir şaka malzemesi ve de yetersiz bir savaşçı olarak sunuldu bize. Yapabileceği en iyi şey kendini yem yapmaktı. Ancak bu defa, Zack Snyder bize gerçek Batman’i sundu. Güçlü bir lider ve bir savaşçı gördük.

Uzunca bir değerlendirme oldu sanırım ama ben izlediğim filmden inanılmaz bir keyif aldım. Bence tüm “DC” severlerin istediği film tonu budur ya da bu olmalıdır. Kimse DC’nin bir Marvel olmasını beklemesin ne olur. Bırakalım da DC kendi karakterini bulsun ve o yönde gelişsin. Ben, şahsen, bunun gibi daha nice DC filmi görmeyi iple çekiyorum. Ancak şimdilik burada noktalıyorum. Biliyorum, daha değinebileceğim nice şey var. Sonuçta dört koca saatlik bir filmden bahsediyoruz ve sadece karakterleri bile tek tek incelesek sayfalar dolusu yazı çıkar ama ben şimdilik burada bırakıyorum. Belki bir gün, bir yerde üstüne tekrar konuşuruz. Şimdiden iyi seyirler, iyi eğlenceler.



52) İtham Ediyorum/Orhan Elmas (1972): Hani bazen televizyon kanalları arasında dolanırken, bir kanalda bir Türk filmine denk gelir ve şöyle bir göz ucuyla bakarsınız ama bir de fark edersiniz ki film bitivermiş ve siz sonuna kadar izlemişsiniz. İşte ben de başrollerinde “Kartal Tibet” ile “Hale Soygazi”nin yer aldığı bu filmde aynı durumu yaşadım. Daha önce hiç izlememiş olduğum bir “Yeşilçam” filmi olduğunu görünce ve de üstelik daha yeni başlıyorken, bir göz atmak istedim ama kendimi filmi bitirirken buldum. Filmin konusu, bir cinayet davası hakkında. Davaya atanan hırslı savcı, cinayet şüphelisi konumundaki kadının idamını istemektedir ama kadın tüm delillere rağmen suçunu kabul etmez. Filmin sonunda ise asıl katil savcının karısı çıkar. Tam bir Yeşilçam dramı ve bir “duygu yoğun” sinema örneği anlayacağınız. Düşündürmekten çok duygulara hitap etmeye çabalayan bir film.



53) Beiqing Chengshi-Acılar Kenti-A City of Sadness/Hou Hsiao-hsien (1989): Tayvan sinemasından bir örnek. 1945 yılında Japonya’nın II. Dünya Savaşı’nı kaybedip Tayvan’dan çekilmesinden 1949’da Çin’de Mao’nun başa geçmesine kadar geçen dört yılı kapsayan bir hikayesi var bu filmin. Biliyorum böyle sayıp dökünce, film ilgi çekici bir hal alıyor ki bence tarihi filmler her daim ilgi çeker. Ancak sizi şu konuda uyarmalıyım; hazırlıklı olun! Bu bir “yavaş sinema” örneği. Hızlı ilerleyen bir hikayeye sahip olmasına karşın, aynı oranda yavaş giden sahneler ile dolu. Film, geniş bir zaman dilimini, merkezine Tayvanlı bir aileyi alarak, acele etmeden, çok çok sakin bir tonda anlatıyor. Kısacası bu film, hızlı olayların ve de yavaş anların filmi.



54) Awaara-Avare/Raj Kapoor (1951): Özellikle en başta o ikonikleşen şarkısı olmak üzere, birçok açıdan “Yeşilçam”ı etkilemiş bir film olduğunu düşünüyorum. Bizim sinemamızda, güncel dönemde, yoğun bir “Hollywood” etkisi olduğunu söylemek mümkün ama erken Yeşilçam yıllarında karakteri oluşturan vurucu unsurlardan birisi Hint sineması gibi duruyor. 1950’li yıllara ait izlemiş olduğum “Mother India” ve bu film, adeta Yeşilçam klişelerinin tamamını içlerinde barındıran filmler ki o Yeşilçam da günümüz dizi sektörüne yol vermiştir. Adım adım ilerleyen bir süreç. Bahsettiğim bu iki Hint filminin hali hazırda Yeşilçam uyarlamalarının bulunması da başka bir konu. Ancak toparlamak gerekirse; melodram konusunda örnek oluşturmuş yapımlar bu filmler. “Avare”de gördüğümüz tüm o yanlış anlaşılmalar, şans eseri gerçekleşen durumlar ve daha fazlası, hala dizilerimizde kendini tekrar tekrar yeniliyor. Bir yandan çok farklı ama aynı zamanda da çok tanıdık bir tecrübe oldu benim için. Sırf müzikleri için dahi izlenebilecek bir film.



55) Soul/Pete Docter (2020): İzleyip de sevmediğim bir “Pixar” animasyonu oldu mu emin değilim ya da en azından şu an için hatırlamıyorum. Her daim yüzümde bir tebessüm ile bitirdiğimi düşünüyorum Pixar’ın animasyon filmlerini ve “Soul” da onlardan biri olmayı başardı. Yani, belki de hiç “Caz” dinlememiş biri olarak, filmin bize sunduğu bu kültüre bayıldım. Müzikler çok hoştu. Ancak, elbette en çok filmin verdiği mesajı sevdim. Yaşamak üzerine çok anlamlı bir filmdi. Bir soru ile devam etmek gerekir; size göre yaşamın anlamı nedir? Çok zengin olmak mı? Bütün dünyayı görmek mi? Başarılı bir kariyere mi sahip olmak? Daha birçok şey sorulabilir ama film, belki de verilebilecek en güzel cevaplardan birini sunuyor bize. Nerede yaşarsan yaşa, ne iş yapıyor veya kaç yaşında olursan ol, hayatının her anından zevk al. Onu yapabileceğin en şekilde değerlendir ki hepimizin de bildiği gibi bu hayatın bir sonu var. O yüzden bizi mutsuz edecek şeylerden uzaklaşarak, elimizden gelen en iyi şekilde sonuna kadar yaşamalıyız. Sonuçta, herkes ikinci bir şans yakalayamıyor. Bazen son, gerçekten sadece son oluyor. O sebeple; yaşamak lazım. Her şeye inat, tadını çıkarmak lazım.



56) La Haine-Protesto/Mathieu Kassovitz (1995): Üstüne çok konuşulan, çok övülen, çok duyduğum ama bu ana kadar oturup da izlememiş olduğum oldukça kıymetli ve başarılı bir film. Yönetmen, yani “Amelie (2001) filmindeki sevgili rolü ile hatırlayacağımız Mathieu Kassovitz”, bizi Fransa’da, Paris yakınlarındaki bir banliyöye götürüyor ve üç kişilik bir arkadaş grubunu merkezine alarak Fransa’da göçmen olmak, ırkçılık gibi oldukça hassas konulara sert bir şekilde değiniyor. Biri Yahudi, biri Arap ve biri de Siyahi olan üç gencin bir gün bile sürmeyen bir zaman diliminde yaşadıkları ekrana yansıtılıyor. Banliyöde yaşayan Arap kökenli bir genç, ırkçı Fransız polisler tarafından dövülüp hastanelik edildiği için bir önceki gece banliyö gençleri karakolu basıp ortalığı yıkmıştır. Hikaye, o gecenin sabahından bir sonraki günün sabahına kadar ilerler ve suç, ayrımcılık ve ırkçılık üzerine düşünmemizi sağlayacak birçok olay yaşanır. Filmin tarihi 1995 ve polis şiddetini işliyor; yıl 2020, “Floyd” olayı yaşanıyor. 25 yılda hiçbir şey değişmemiş gibi ve daha uzun yıllar boyunca da değişmeyecek sanırım. Belki de insan olarak doğamız böyle. Nefret edecek biri ya da bir şey olamadan kendimizi tanımlamayı beceremiyoruz. Kendimizi sürekli olmadığımız şey üzerinden tanımlama ihtiyacı hissediyoruz. Onu yok ederek var olmaya çabalıyoruz. Yok olduklarında ise nefretimizi besleyecek yeni bir hedef arıyoruz. Filme dönecek olursak; beni oldukça etkileyen, düşündüren bir film oldu. İzlememiş olanlara şiddetle tavsiye ederim.



57) Journal 64-The Purity of Vengeance-İntikamın Saflığı/Christoffer Boe (2018): Bu filmi izledikten sonra fark ettim de baya uzun zamandır polisiye türde diyebileceğimiz bir film izlememişim. O sebeple iyi geldi diyebilirim. Yani çok uç noktada zihni allak bullak eden bir olay örgüsü yok aslında ve bir noktadan sonra olayın ne olduğunu anlıyorsunuz ama iki farklı zaman dilimindeki paralel akış tercihi oldukça lezzetli bir anlatım sunuyor. 1961 ve 2018 olayları, tam bir uyum içerisinde ilerliyor. Filmin asıl vurucu kısmı ise değindiği mesele. Bir bakıma bu filmi “La Haine (1995)”nin ardından izlemem bir noktada pekiştirici oldu. Göçmenlik meselesi ve Avrupa’da yükselen ve belki de hiçbir zaman eksilmemiş olan ırkçılık meselesi. Bu defa Fransa’dan Danimarka’ya uzanıyoruz. Elbette izlediğimiz şey bir kurmaca film ama yine de ima ettiği şey oldukça ürkütücü. Ari ırk takıntılı bir grubun yıllara dayanan kadınları kısırlaştırma çalışmaları ve güncel dönemde ise hedeflerinin özellikle göçmen kadınlar olması meselesi. Çok da uzatmak istemiyorum ama mutlaka izleyin diyeceğim bir film. Kuzey Avrupa coğrafyası ve refah toplumu algısı üzerine çokça düşündüren ve sorgulatan bir film.



58) Jodaeiye Nader az Simin-Bir Ayrılık-A Separation/Asghar Farhadi (2011): Düşünüyorum da, ben tam bir “klasik anlatı” severim. Yani, izlediğim veya okuduğum bir şeyin başı sonu belli olsun istiyorum. Bir nevi bir hakimiyet hissi diyebilirim. Yani bu tarz açık uçlu filmlerde, ne olacağı okura, izleyiciye bırakılan işlerde hep bir boşluk hissine kapılıyorum. İki saatimi ayırıp izlediğim bir şeyin sonunu bilememek can sıkıcı. Tamam, izlerin/okurun hayal gücüne, arzusuna da bırakılması güzel bir noktada ama ben, nasıl demeli, hani bütün yıl zorlu ders sürecine katlanmışım da tam yaz tatili başlayacakken yaz okuluna kalmışım gibi hissediyorum. Ancak, çamur atıyorum da sanılmasın. Ben filmi çok sevdim. Abartmıyorum; tek bir sahnede bile sıkılmadım. Film, aldı götürdü beni. Zaten hayal kırıklığım biraz da ondan. Yani ben kızın annesini seçtiğini düşünüyorum ama işte babayı da seçmiş olabilir. Ey “Asghar Farhadi”, bana bunu neden yaptın! Bu ara İran sineması ile yoğun olarak haşır neşir olacağım gibi. O sebeple, bence iyi bir başlangıç filmi oldu. Bu arada, bir sürü şey yazdım ama filmin konusuna değinmedim. Film, boşanma sürecinde olan bir çifti ve 11 yaşındaki kızlarını merkezine alıyor. Anne yurtdışına gitmek istiyor ama baba ise Alzheimer” hastası olan kendi babasını bırakıp da gitmek istemiyor. Bu durumda zıtlaşan anne ile baba da sonunda süreci mahkemeye taşıyor. Aslında, sırf bir inatlaşma uğruna boşanıyorlar. Ha bu arada bir de başka bir mahkeme var çünkü babanın evine gelen yardımcı kadın ve kocası, adamı doğmamış çocuklarını öldürmekle suçluyorlar. Film, iki davanın tarafları arasındaki gerilimler üzerinden bir ilerleyiş gösteriyor. Güzel film...



59) Godzilla vs. Kong/Adam Wingard (2021): Tam bir “CGI” görsel şöleni. Sinema teknolojisinin gelişimine katkı sağlayan herkese teşekkürler. Ben bu filmi izlerken oldukça keyif aldım. Açıkçası filmi izlemeden önce forumlarda okuduğum yorumlar çok tat kaçırıcıydı. Yani bayılıyoruz kötülemeye, karalamaya. Ancak sormak lazım; siz tam olarak bu filmden ne bekliyordunuz ki? Bu bir “düşünce yoğun” sinema örneği değil ki; size hayatın anlamını sunmak, sizi toplum, tarih, kültür vs. konularda düşündürmek gibi bir amacı, bir iddiası olan bir film değil. Tam anlamıyla bir “duygu yoğun” sinema örneği. İzleyene, aksiyonu ve görselliği ile, duygusal bir tatmin sağlamaya çalışan bir film. Üstelik hikaye, gökdelen boyutlarındaki canavarlar hakkında. Önceki filmlerin aksine, bu sefer insan hikayelerini de gereksiz bulmadım. Açıkçası, arka planda oldukça başarılı bir şekilde ilerlediklerini düşünüyorum. Özellikle “Kong” ile küçük kız çocuğu arasındaki ilişkinin çok eleştirildiğini ve Kong’un bir evcil hayvan gibi sunulduğunu düşündüklerini gördüm ama ben buna katılmıyorum. Bence bu ikili ilişki, Kong’un ilk filmindeki tavrının bir devamı. Kong, “Kafatası Adası”ndaki insan toplumunun koruyucusuydu. Bu küçük kız ise o kültürden, yani Kong’un tebasından geriye kalan tek kişi. Bu sebeple, aralarında özel ve geçmişe dayanan bir ilişki mevcut. Kong’un ona karşı koruyucu ve de uysal olması beni rahatsız etmedi o sebeple. Filmin “Godzilla”yı ve Kong’u konumlandırış biçimini de sevdim. Godzilla, hala dünyamızın alfa titanı ve Kong da bunu kabullenmiş durumda ancak yine de Kong, Godzilla’ya itaat edecek bir beta olacak bir karaktere de sahip değil. O, bu canavarlar evreninin omegası konumunda. Sürüden ayrı gezen kurt. Filmin hikayesine dönüp baktığımızda; son Godzilla filminde yaşananlardan sonra, ortalık tekrar sükunete kavuşmuş ancak insanlar duracağı yeri bilemediği için alfa yeniden harekete geçiyor. Önce, bariz olduğu şekilde, Kong ile Godzilla kapışıyor ama Godzilla, her iki kapışmada da Kong’u sağlam pataklıyor. Ancak sonrasında asıl düşman, yani “Mechagodzilla” ortaya çıkınca, iki titan farklılıklarını bir kenara bırakıp ona karşı birlikte savaşıyorlar. Ben filmin görselliğine bayıldım ama şunu da itiraf etmem gerekir ki yine ve yeniden bir toplu insan katliamı durumu sundular bize. Titanların savaşında “Hong Kong”un neredeyse tamamı yok edildi. Yani bu evren daha fazla devam eder mi bilmiyorum ama eğer ederse, savaşların bu film ile birlikte bize gösterilen yeryüzünün derinliklerindeki “Hollow Earth” denen iç dünyada yaşanması, hikayelerin orada kurgulanması daha hoş, daha doğru olur gibi. Böylecek daha büyük bir gönül rahatlığı ile yıkıp dökebilirler. Neyse ne; ben filmi izlerken çok keyif aldım. Yani düşünsenize; biri Hollywood’dan, diğeri Japon sinemasından çıkmış iki titan/kaijuu, iki ikonik sinema canavarı, aynı filmde, aynı sahnede ve bir görsel şölen olarak bize sunuluyor. Bana sinemayı neden sevdiğimi yeni baştan hatırlatan bir film oldu desem, çok da abartılı bir söylem olmaz. Herkese iyi seyirler.



60) Khaneh siah ast-Ev Karadır-The House is Black/Forugh Farrokhzad (1963): İran sinemasından, cüzzam hastalığı ile ilgili yapılmış, oldukça vurucu, düşündürücü görüntüler barındıran 20 dakikalık bir kısa belgesel film.


Bir önceki listeye buradan  ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.


Kazan

Yorumlar