41) Kağıttan Hayatlar/Can Ulkay (2021): Ağır dram. “Çağatay Ulusoy”, yıllar geçtikçe “Adını Feriha Koydum” dizisinin “Emir Sarrafoğlu”ndan çok daha başka bir şeye dönüştü. Çok daha üstün bir oyunculuk performansı sergiler oldu. Bu filmde de oyunculuğunu çok beğendiğimi söylemem lazım. Filmin değindiği mesele de oldukça kuvvetli, önemli. Hepimizin hemen hemen sokağa çıktığımız her gün karşılaştığımız kağıt toplayıcılar. Aslında bir meslek gurubu ile özdeşleştirmemek lazım bu durumu; daha çok sokak çocukları, kimsesizler ile alakalı bir hikaye bu. Evet mesele güçlü ve de önemli. Oyunculuklar da çok etkileyici ama konunun işlenişi, yani senaryo hakkında aynı şeyi söyleyemem. Çok acayip bir senaryo, hiç anlatılmamış bir hikaye değil. Tabi bu benim bireysel fikrim ama olayın şizofreniye bağlanması kısmı, bana çok da, nasıl demeli, etkileyici gelmedi. Daha farklı bir ilerleyiş içine girilebilirdi. Karakter şizofren olmayabilirdi. Yani istediğiniz şey dibine kadar acı ve yüksek dram ise başka yollarla da bu yüksek dram arzusuna ulaşılabilirdi. Neyse işte; eli yüzü düzgün bir film. Ne çok şikayet etmeye, ne de hakkında saatlerce konuşmaya gerek var. İzledik ve bitti.
42) Al-massir-Destiny-Kader/Youssef Chahine (1997): “İbn Rüşd” adlı 12. yüzyıl aliminin hayatından bir kesit sunan bu film, İslam alemindeki yanlışların okunması için adeta örnek bir film. Hikayesi, bir “Endülüs” şehri olan “Kurutuba/Cordoba”da geçen bu film, ilim ile cehalet arasındaki çatışmayı ve bunun İslam’a verdiği zararları yansıtıyor. Tam anlamıyla yobaz bir mezhebin üyeleri, kontrolü ele geçirmek için gençlerin beyinlerini yıkayıp onları birer mürit haline getiriyorlar. Karşılarındaki en büyük tehlike ise İbn Rüşd gibi alimlerin ilmi. Bu ilmi de yakarak yok etme çabasındalar. Kent meydanında kitapların yakıldığı sahne oldukça rahatsız ediciydi. Adeta sonun başlangıcı denilebilecek bir an ama bilgi yakmakla yok olur mu? Bir arayan olduğu sürece, bilgi de var olacaktır her daim. Bu filmi izledikten sonra düşünüyorum da neredeyse geçen bin yılda İslam alemi için hiçbir şey değişmemiş ve hatta daha da kötüleşmiş. Hala sahte halifelerin, dini önderlerin, kendini kutsal ilan edenlerin peşinden koşuyoruz. Bilgiyi değil, kişileri takip ediyoruz. Düşünmek yerine o kişilerin lafını emir ve de tek gerçek kabul ediyoruz. Bilgiyi arzulamalı ve her daim düşünmeliyiz. Çok yargı dağıtan bir yorum oldu. O sebeple biraz konuyu da dağıtmak adına, son olarak film ile ilgili en çok sevdiğim meseleye değineyim; müzikler. Film içerisinde yer alan şarkılara bayıldım. Mısır sinemasının bu müzik kültürü oldukça ilgi çekici ve böyle önemli bir yönetmenin daha fazla filmini görmek gerektiği inancımı olumlu yönde etkileyen kuvvetli bir unsur. Kısaca; iyi seyirler.
43) “Göz Açıp Kapayıncaya Kadar” Bir Kahve Belgeseli/Cem Adıyaman (2021): Bir yandan “Okan Bayülgen” tarafından canlandırılan kafası karışık, hayal ile gerçek arasında dolaşırken kafayı kahveye takmış bir adamın hikayesi anlatılırken, diğer taraftan da ayrıntılı bir şekilde kahve kültürüne, özellikle Türk kahvesine, değinilmektedir. Kahvenin tarihinden pişirme yöntemlerine ve kahve makinelerine kadar birçok farklı meseleye odaklanılır. Bu süre boyunca da konusunda uzman veya kahveye özel ilgisi bulunan birçok isim filme konuk olur ve Okan Bayülgen de onlar ile kahve üzerine sohbet eder. Film aynı anda hem bir kurmaca hem de belgesel olarak ilerler. Kahve hakkında bilgi sunulurken, aynı zamanda kafası karışık ana karakterin kendi iç çatışmaları ile de mücadele edilir. Adeta Okan Bayülgen kahve üzerinden kendisi ile hesaplaşır. Filmi farklı kılan bir diğer nokta ise aslında bu projenin bir reklam filmi olmasıdır. “Arçelik” sponsorluğunda, Arçelik’in kahve makinelerini tanıtmak için çekilen bir film konumundadır bir noktada. Düşünsenize; aynı anda hem bir kurmaca hem bir belgesel hem de bir reklam filmi. Bu çalışmayı yapan tüm ekibe canı gönülden teşekkür ediyorum. Uzun zamandır izlediğim en yaratıcı, en eğlenceli, en düşündürücü ve en tempolu filmdi. Kurgusunu da ayrıca konuşmak gerekir. Karşımızda doğrusal olarak ilerleyen bir film yok. Tıpkı ana karakterin zihni gibi karman çorman adeta ama bu karışık ve atlamalı kurgu, hikayenin ruhuna oldukça uygun ve tempoyu var eden em önemli unsur. Ben bayıldım ve rahatlıkla tekrar tekrar izlerim. “14 Mart 2021 Pazar” günümü daha güzel kıldığınız için size tekrar teşekkür ederim film ekibi. Herkesin izlemesini de tavsiye ederim gönül rahatlığıyla. İyi seyirler.
44) Manjhi: The Mountain Man/Ketan Mehta (2015): Yine beklentimin ötesine geçen bir film ile güzel bir randevuya çıktım adeta. Gerçek anlamda bir “Ferhat ile Şirin” masalıydı bana sunulan bu film. Bir adam düşünün ki karısının ölümüne sebep olan dağı delip köyüne yol getirsin; getirsin ki başkaları da o dağda ölmesin. Manjhi adlı bu adam, tam 22 yıl boyunca köyünü medeniyetten izole hale getirmiş olan dağı delerek bir yol yapıyor. Üstelik bu hikaye, tam bir kurmaca da değil. Temelini gerçeklerden alan bir film. Bir sabır ve aşk hikayesi ama sadece bu değil. Bir ülke ve sistem eleştirisi barındırıyor. Bir yandan Hindistan’a yönelik eleştiriler yaparken, diğer taraftan da daha küresel meseleleri hatırlatıyor. Ancak bu anlatılan hikaye, yalnızca bir adamın azmi. Filmin sonunda, ne herkes sonsuza kadar mutlu yaşıyor, ne de tüm kötüler yaptıklarının cezasını çekiyor. Dünya için değişen bir şey olmuyor anlayacağınız. Sadece bir ömür harcayan yaşlı bir adam, bir dağı deliyor. Seni çok sevdim Manjhi; bu dünyanın hala güzel bir yer olduğunu bana hatırlattığın, en azından umut ettirdiğin için teşekkür ederim. Tüm kötülüğe, yolsuzluğa ve aç gözlülüğe rağmen, hala bir ışık var.
45) Spirit’s Homecoming/Cho Jung-Rae (2016): Açıkçası Japon kültürünü ve Japonya’yı çok severim. Bir gün kesinlikle gitmek istediğim ilk ülke ve hatta yaşamak istediğim ama bu ülkeyi sevmem, yaptıkları yanlışları da göz ardı etmemi gerektirmez. Evet, II. Dünya Savaşı’nda atom bombası ile vurulmaları tarif edilemez bir felaketti ve bunun tartışılacak bir yanı yok. Ancak diğer taraftan Japonya’nın savaş boyunca Kore’de yaptıkları da malum; özellikle Koreli kadınların yaşamak zorunda kaldığı “seks köleliği” süreci. Bunları da unutmamak lazım. Elimizde iki tarafı da keskin bir bıçak var. Nereden tutsak da elimiz kanayacak. İşte başlıkta adı yer alan bu film, başta Koreli kadınlar olmak üzere, Japon ordusu için seks kölesi olarak kullanılan kadınların başına gelenlere bir bakış sunuyor. Film, 1943 ve 1991 olmak üzere iki farklı zaman diliminde ilerleyen bir hikayeye sahip. Aynı kadının hem savaş zamanındaki genç halini hem de yaşlılık döneminde gençliği ve geçmişi ile hesaplaşmasını görüyoruz. Üstelik film, dini-kültürel bir bakış ile ruhları da hikayeye dahil ederek geçmiş ile geleceği birbirine bağlayan bir anlatım ortaya koyuyor. Üzücü bir hikaye ve gerçek olduğu için de çok daha üzücü bir film.
46) Raya and the Last Dragon-Raya ve Son Ejderha/Paul Briggs-Dean Wellins-Don Hall (2021): Klasik bir “Disney” animasyon filmi diyebiliriz. Biraz, hatta birazdan da öte bir şekilde bayağı ütopyan bir film. Tüm dünyanın barış içinde olabileceği bir sona sahip. Alternatif bir dünyada, insanlar ve ejderhalar birlikte yaşamaktadırlar. Bu dünyada ejderhalar, tanrı konumundadırlar ve insanlara yağmur ile bereketi onlar getirir. Ancak insanlar aç gözlü ve korkak varlıklardır. Bu aç gözlülük ve korku ise canlıları taşa çeviren karanlık gölgemsi (adlarını unuttum) varlıkları doğurur. Bu gölgelerin dünyayı yok etmesini ise ejderhalar engeller ama sonrasında da kendileri yok olur. Geriye ise ejderhaların sihrini barındıran bir mücevher ve son bir ejderha ile ilgili efsane kalır. Ejderhaların tüm fedakarlığına rağmen insanlar düzelmez ve aç gözlü olmaya devam ederler. Mücevhere sahip olmak için savaşan insanlar, beş ulusa ayrılırlar ve aradan 500 yıl geçer. Geçen bunca zamandan sonra, mücevherin koruyucusu olan Kalp Krallığı’nın lideri, geri kalan tüm krallıkları ülkesine davet eder ve barış teklif eder ama Sivri Diş Krallığı mücevheri çalmaya çalışırken mücevher kırılınca gölgeler yeniden serbest kalıp Kalp Krallığı’nı yok eder. Beş parçaya ayrılan mücevherin her bir parçasını bir krallık alıp kaçar. Son parça ise Kalp Kralı’nın kızı Raya’ya kalır. Böylece taşa dönüşen babasını kurtarmak isteyen Raya’nın ejderhayı bulmak için çıktığı uzun yolculuğu başlar. Filmin ana düşüncesi, bencil, korkak, aç gözlü ve güvensiz olmak yerine; insanları sevmeyi, onlara güvenmeyi, birlikte ve paylaşarak yaşamayı öğütlemektedir. İnsanlar, ne zaman ki birbirlerine güvenmeyi ve paylaşmayı öğrenecekler, işte o zaman barış ve huzur gelecek. Ancak bu gerçek dünyamız için maalesef oldukça zor bir hayal. Din, dil, ırk, ideoloji ayrımlarımız bitmediği sürece, o ütopya bize çok uzak ama yine de bir filmde dahi olsa izlemek insanın içine bir umut tohumu ekiyor. Ancak filme tamamen de aşık değilim. Eleştirel olduğum bir nokta da mevcut. Film, kendini bir Asya konsepti üzerine inşa ediyor. Film dünyasının coğrafyası, tam anlamıyla Asya kıtasını andırıyor. Diğer yandan beş ülkenin ırkları da Asya ülkelerinin ırklarını hatırlatıyor (Moğolistan, Hindistan, Tayvan vs.). Yine ejderhaların tasarımları da daha Asyalı, Batılı bir görünümü yok. Neden filmde beyaz Avrupalı tipte karakterler bulunmuyor mesela? Burada yine bir oryantalist bakış sergilendiği yorumunu yapmak mümkün. Bir Amerikan filmi olarak “Raya and the Last Dragon”, Asya’yı ve dolayısıyla da Doğu’yu, Doğu kültürünü, mistisize ediyor. Mistik, fantastik olanı, Batı ile değil, Doğu ile özdeşleştiriyor ama neyse; bu mesele daha akademik bir araştırma konusu. Onun yeri de burası değil. Burada söylemem gereken şey şu; ben bu filmi sevdim. Evet, “düşünce-yoğun” değil, “duygu-yoğun” bir film ama yine de düşündürmeyi de biliyor ve bunu eğlendirerek yapıyor. Ancak yine de her daim eleştirel bir gözle izlenmesi gereken bir film. Disney’in kendi animasyon standardını koruduğu bir film. O sebeple şimdiden iyi seyirler.
47) Kardeşler Savaşı-The Brotherhood of War-Taegukki hwinalrimyeo/Je-kyu Kang (2004): Şunu açık ara belirtmeliyim ki savaşın vahşetini en dehşet verici, kan dondurucu şekillerde yansıtan bir film. Birçok sahneyi izlemesi de oldukça zorluydu. Yani, mesele Kore Savaşı olunca durum daha da bir anlamsız hale geliyor. Kuzeyliler de, Güneyliler de Koreli; din, dil, tarih ve kültür olarak aynılar. Tek mesele ne? II. Dünya Savaşı bitince ülke Japonların işgalinden kurtulup Amerikalıların ve Sovyetlerin kontrolüne geçmiş ve bu iki ülke, iki ideoloji, Kore’yi kendi aralarında pay etmişler. Pay etmekle de kalmayıp kontrol altına aldıkları alanlara da kendi ideolojilerini yaymışlar. Peki sonuç ne? Bu saçma ideolojik savaş için birbirini öldüren bir millet. Filmin birçok sahnesi, bu durumun saçmalığını en acı şekillerde ekrana taşıyor. Savaştan önce komşu, dost olanlar, savaş ile birlikte birbirlerini öldürür hale geliyorlar; sırf birbirlerinden farklı bir ekonomik modele inandıkları için. Filmin konusu ise bu savaşın ortasında kalan iki kardeş hakkındadır. Savaş patlak verince, kardeşler, Güney ordusu tarafından askere alınır. Ancak abi, kardeşinin terhis edilmesini ister. Komutanı ise bunun yolunun madalya kazanmaktan geçtiğini, madalya kazanırsa kardeşini savaştan uzaklaştırabileceğini söyler. Böylece abi, savaşta ön saflara atılmaya ve kahramanlıklar göstermeye başlar. Bu çabaları ordudaki konumunu yükseltirken, karakterini ise hızla değiştirir. Kuzeyli askerlere karşı adeta acımasız bir canavar haline gelir. Ancak bu durum küçük kardeşin hoşuna gitmez çünkü sevgili abisini kaybedeceğinden korkmaya başlar. Abinin giderek gözü kara ve acımasız oluşu, kardeşlerin arasını açmaya başlar. Savaş uzadıkça, savaşın yıkıcılığı kardeşleri de birçok açıdan vuracaktır. Bu filmi mutlaka herkese tavsiye ederim. İzleyin ve barışa neden ihtiyacımız olduğunu anlayın. Savaşların kazananı olmaz...
48) Gölgeler-Shadows/John Cassavetes (1958): Amerikan sineması dediğimiz şey, sadece Hollywood olarak bildiğimiz popüler, büyük bütçeli gişe filmlerinden oluşmuyor. Bunun ayrıca bağımsız sinema tarafı da var ve “John Cassavetes”, “Amerikan Bağımsız Sineması”nın önemli isimlerinden birisi. Saygı duyuyorum bir yönüyle yaptığı işe ama kesinlikle bana hitap eden filmler çekmemiş. Bu film özelinde de, eski bir yapım olduğundan bazı sahnelerinin eksik olması filmde boşluklar yaratıyor ve belki de bu sebeple izlerken kendimi fazlasıyla veremedim. Yine de ırkçılık gibi bir meselesi olduğu aşikar. Yani kendi açımdan izlemeye tahammül etmesi zor bir filmdi. Konudan bahsetmiyorum elbette; yanlış anlaşılmasın. Düşük prodüksüyon, kötü oyunculuklar ve eksik sahneler. Bunlardı benim için sıkıntılı olan. Ancak yine de meraklısının kontrol edebileceği bir film. Ben kendi adıma daha fazla konuşmak istemiyorum.
49) Paris, Teksas-Paris, Texas/Wim Wenders (1984): Filmin başındaki isim, yani “Wim Wenders”, çok önemli bir Alman yönetmen olduğu ve de filmin adında Paris yer aldığı için Avrupa’da geçen Almanca bir film izleyeceğimi düşünmüştüm. Filmin adındaki Teksas kısmı ise benim için bir çeşit “Vahşi Batı” göndermesiydi. Ancak öngörüm boş çıktı. ABD’de geçen hikayesiyle İngilizce bir film buldum. Paris, sadece bir şakaydı. Yönetmen, seyirciye dağılmış bir Amerikan ailesinin dramını sunmuş. Beklediğim gibi bir film olmadığı doğru ama bulduğum şeyi de sevdiğimi söylemem gerekir. Özellikle ana karakter Travis’in ilk sahneden itibaren yaşadığı değişimi izlemek ilgi çekiciydi. Farklı bir film ve yönetmeni keşfetmek isteyen bir kişinin başlangıç filmi yapabileceği bir yapım. Şimdiden iyi seyirler.
50) Once Upon A Snowman/Dan Abraham-Trent Correy (2020): Yaklaşık olarak sadece yedi buçuk dakikalık bir kısa animasyon film. “Karlar Ülkesi-Frozen” filminde “Elsa”nın yarattığı “Olaf” adlı kardan adamın yaratımından sonra “Anna” ile karşılaştığı ana kadar geçen kısa süredeki karakterini, kim olduğunu bulma sürecini anlatan çok kısa, çok eğlenceli bir film.
Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.
Yorumlar
Yorum Gönder