31) The Dig/Simon Stone (2021): Güzel, sakin, yormadan ilerleyen bir dönem filmiydi. 1939 yılında, dünya savaşın eşiğindeyken, Ipswich İngiltere’de başka bir heyecan, başka bir çaba vardır. Mülk sahibi bir kadın ve arazisinde kazı yapması için işe aldığı alaylı bir arkeolog, 6. yüzyıldan bir Anglo-Sakson mezarı keşfederler. Film, tam anlamıyla bu kazı sürecini ekrana yansıtır. Belki bazılarına sıkıcı gelebilecek bir konu gibi duruyor ama film, başından itibaren kendisini izlettirmeyi başarıyor. Bunu da sadece kazı süreci ile değil, başka unsurların da eklenmesiyle gerçekleştiriyor; hikayesini oyunculuklar, arka plandaki savaş ve romantik ilişkiler sarmalı ile zenginleştiriyor. Üstelik anlatılanın yaşanmış bir olaydan uyarlanmış olması, filme bir belge niteliği de kazandırıyor. İzlediğime memnun olduğum bir film. Tavsiye ederim.
32) Küçük Cadı Kiki/Miyazaki Hayao (1989): Küçük bir cadı 13 yaşına gelir ve geleneğin talep ettiği üzere ailesinin yanından ayrılarak kendi şehrini aramaya başlar. Okyanus kıyısında, Avrupa mimarisi ile şekillenmiş, hiç cadısı olmayan büyük bir şehre gelen Kiki adlı bu küçük kız, hem büyüme, sorumluluk alma ve bir iş kurma süreci ile mücadele ederken hem de kıskançlık, yabancılaşma gibi birçok duygu ile de yüzleşmek zorunda kalır. Küçük bir kasabada, herkesin onu tanıdığı ve sevdiği bir yerde büyümüşken, yeni geldiği bu koca şehirde bireysellik ile yüzleşir. Bireyselleşmenin ve birbirine yabancılaşmanın getirdiği zorluklar ile mücadele eder. Çocukluktan ergenliğe geçen bir birey olarak da duyguları oldukça değişken ve de kırılgandır. Bu kırılgan duygular, yer yer kendine olan güvenini dahi zedeler ama her şeye rağmen Kiki, güçlü bir karakter olarak zorlukları aşmayı başarır. Oldukça sıcak, samimi, tam anlamıyla bir “Miyazaki” filmi. Özgürlüğe uçan, güçlü kadınların filmi.
33) Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü-The Lord of the Rings: The Return of the King/Peter Jackson (2003): Tam tamına dört koca saat süren bir macera ve dürüst olmak gerekirse vizyon versiyonunda atılan bazı sahneler keşke korunsaymış dedim çünkü genişletilmiş haliyle izleyince, her şey çok daha açık bir hal aldı. Oldukça alakasız olacak ama bu üç filmlik “Yüzüklerin Efendisi” macerasından ve yaklaşık 11 saatlik zamandan sonra, düşünüyorum da “Juctice League” için hazırlanan genişletilmiş versiyonu iple çekiyorum. Oldukça tatmin edici olacağı kanaatindeyim; özellikle ilk gösterime giren filmi düşünürsek. Neyse efendim; o başka bir günün konusu. Bu üçlemeyi yeni baştan izlediğime oldukça memnunum.
34) Snowpiercer-Kar Küreyici/Joon Ho Bong (2013): Yönetmenin “Parazit” filmini de, yer yer eleştirel olduğum kısımlar olsa bile, çok beğenmiştim. Bu film de aynı şekilde beklentimi karşıladı. Görece farklı bir kıyamet sonrası distopik senaryo. Dünya sanıldığı gibi çölleşmek yerine, insan müdahalesi sonucu buzul çağlarına dönmüş ve hayatta kalanlar ise bütün dünyayı durmadan dolaşan bir trenin içinde yaşıyorlar. Tren tam anlamıyla bir kast sistemi, sınıflı bir yapı içerisinde sistemize olmuş. Kuyrukta yaşayan en fakir gruptan giderek daha refah bir hayata doğru bir sistem. Aslında günümüz dünyasının minimal bir versiyonu. Yönetenler ile yönetilenler, ezenler ile ezilenler, açlar ile aç gözlüler. Ancak film, sürpriz unsurları ile şekillenmiş ve ters köşe yapıyor. Aslında bu ters köşe durumu da hikayeyi güçlü kılıyor ve toplumumuzun acı gerçeğini adeta bir tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Ben filmi başarılı ve izlemeye değer buldum ama yine de çeşitli noktalardan senaryonun zayıf kaldığını söylemek mümkün. Filmin sonuna doğru birçok şey açıklığa kavuşuyor olsa dahi, tam anlamıyla tüm sorular yanıtlanmıyor bana göre. Belki dizi versiyonunda, daha geniş sürede, çok daha ayrıntılı bir anlatım sunuluyordur ama yakın zamanda diziyi izlemek gibi bir planım yok.
35) La Noire de-Kara Kız/Ousmane Sembene (1966): Senegal sinemasının mihenk taşlarından ve de öncülerinden olan “Ousmane Sembene”nin köleliği, bağımsızlığı, Fransa algısını, Fransız etkisini sorunsallaştırdığı bir film “Kara Kız”. Beyaz Fransız bir aile tarafından çocuk bakmak bahanesiyle Senegal’den Fransa’ya götürülüp orada ise adeta bir köle gibi çalıştırılan siyahi bir genç kadının öyküsü bize sunulan. Senegal, belki fiili olarak Fransa’dan bağımsızlığını kazanmıştır ancak bu sadece devlet kademesinde gerçekleşmiş siyasi bir adımdır. Oysa toplum düzeninde efendi-köle ilişkisi ve algısı, güçlü bir şekilde devam etmektedir. Sömürgecilik üzerine izlenmesi gereken önemli bir film.
36) Yerdeniz Öyküleri/Miyazaki Goro (2006): Açıkçası film ilk başta çok güzel başlamıştı. Fırtınalı bir denizde mücadele eden bir tayfa, iki devasa ejderhanın savaşına tanık olurlar. Üstelik bize fantastik ve macera dolu olacağı izlenimini sunan bir diyara kapı aralanmaktadır. Ancak sonrasında oldukça zayıf bulduğum bir hikaye izleriz. Karakter motivasyonları ve geçmiş hikayeleri fazlasıyla yüzeysel kalmış. Yani kimin neyi tam olarak ne motivasyon ile yaptığı çok iyi açıklanamamış. Belki de kişiliği ve motivasyonu en iyi şekilde anlatılmış olan kişi, kötü karakter olan büyücü kadın. Ayrıca çok takıldığım bir diğer nokta ise karakter çizimlerindeki başarısız burunlar. Evet, burun! Karakterlerin suratlarındaki kocaman bir nokta ya da delik şeklinde duran burunlar. Aslında burun koymasalar çok daha iyi olur dedim birçok sahnede. İşin özü; büyük bir heyecan ile başlayıp, çok da tatmin olmadığım bir film oldu. Filmin hikayesi üzerine biraz daha çalışılabilirdi. Arka planda çok fantastik, potansiyelli bir dünya ve gerçek dünyaya eleştiri getirilebilecek birçok unsur mevcut ama bu unsurların ve fantastik dünyanın kullanımı çok güçlü değil. Örneğin; film, kölelik meselesine, yozlaşmaya değiniyor bir ara ama sonrasında çok çok da üstünde durmuyor. Filmin en güçlü mesajı ise yaşam ile ölümün bir arada oluşu üzerine. Son cümle olarak; illa da izleyin demem.
37) Atlantique/Mati Diop (2019): Derdi olan bir film. Senegal olduğunu varsaydığım bir ülkede, gökdelen inşaatında çalışan işçiler, dört ay boyunca maaşlarını alamadıkları için hep birlikte tekne ile Atlas Okyanusu’na açılmaya karar verirler ve bir gece vakti yola çıkarlar ama İspanya’ya varma hayalleri, okyanusun dibinde biter. Geride ise onları seven birçok genç kadın bırakırlar. Bunlardan birisi de Ada’dır. Ada, görücü usulü bir evlilik yapmaya zorlanır ve düğün gecesi gerdek yatağı birisi tarafından yakılır. Bazı arkadaşları, okyanusta ölen sevgilisi Süleyman’ın bunu yaptığını söylemektedirler ve polis duruma el atar. Evet, Süleyman ve hatta okyanusa açılan tüm erkekler geri dönmüşlerdir ama birer hayalet olarak. Süleyman, başka bir bedende de olsa Ada ile yarım kalan aşkını yaşar. Diğerleri ise maaşlarını ödemeyerek onları ölüm yoluna iten patronlarına musallat olurlar ve bunu geride bıraktıkları kız arkadaşlarının bedenlerini ele geçirerek yaparlar. Farklı bir film olduğunu söyleyebilirim. Bir yandan bir göçmen filmi. Küçük tekneler ile denizlere ve okyanuslara açılan bu insanların sebeplerinden bir örnek sunuluyor. Yoksulluktan kurtulmak umuduyla, ölümü göze alan insanlar yansıtılıyor. Diğer yandan ise dini korku öğeleri ile zenginleştirilmiş bir film. İslam dini, hikaye içerisinde önemli bir yer tutuyor ve insanlara musallat olan ruhlar ortalıkta dolanıyor. Son cümle olarak; yıllar geçtikçe, Afrika sinemasında da biçimsel bir gelişme yaşanmış ama içerikteki dert hala aynı kalmış.
38) Monster Hunter-Canavar Avcısı/Paul W. S. Anderson (2020): Çin, Almanya, Japonya ve ABD ortak yapımı olan bir film. Ulus ötesi sinema örneği olarak değerlendirmek mümkün ama yine de ana karakterin İngilizce konuşuyor oluşu, Hollywood filmi algısını kuvvetlendiriyor. Efendim, bir gün, kayıp bir askeri ekibin peşine düşen bir Birleşmiş Milletler askeri gücü, arazide kayıp ekibi ararlarken bir fırtınaya yakalanırlar ve kendilerini bambaşka bir mekanda, bir çölde bulurlar. Kısa süre içerisinde öğrenecekleri şey ise artık dünyada değil başka bir gezegende olduklarıdır ki bu alemde dinozor çağından kalma canavarlar ortalıkta fink atmaktadır. Kısa süre içerisinde altı kişilik ekibin beşi iki farklı tür canavar tarafından yok edilir ama ekip lideri Artemis hayatta kalmayı başarır ve yerel halktan bir savaşçı ile karşılaşarak işbirliğine girer. Sonrasında da diğer savaşçılar ile de karşılaşan Artemis, dünyasına açılan portalı kapatmak için bir savaşa girişir. Aksiyonu bol bir film ve eğlenceli vakit geçirmek isteyenlere öneririm. Film ile ilgili tek şikayetim ise sonunun açık uçlu bitmesi ve devam filmi göndermesi yapılması. Yani bir devam filmi gerekli mi bilemedim. Neyse ne; onu da geldiği zaman konuşuruz sanırım. Genel olarak filmi beğendim. “Düşünce yoğun” bir film değil, bir fantasya, bir kaçış filmi. Kafa dağıtıp dinlenmek için güzel bir seçenek.
39) Welcome to Dongmakgol-Welkkeom tu Dongmakgol-Dongmakgol’a Hoşgeldiniz/Kwang-Hyun Park (2005): Son zamanlarda izlediğim en absürt, en samimi, en duygusal ve de en epik sahneleri içerisinde barındıran oldukça anlamlı bir film olduğunu belirtmem gerekir. Kore Savaşı’nı merkezine alan bu filmde, üç Kuzey Koreli, iki Güney Koreli ve de bir Amerikalı asker, çeşitli sebeplerle kendilerini savaştan habersiz bir dağ köyünde bulurlar. Her ne kadar ilk tepki olarak Güneyliler ile Kuzeyliler birbirlerini öldürmek isteseler bile, mücadeleleri köyün ambarını yok edince hatalarını telafi etmek için köylüler ile birlikte çalışmaya başlarlar. Tarlada başlayan bu birliktelik, sonrasında hep birlikte gerçekleştirecekleri bir köy savunmasına giden süreci başlatacaktır. Film, izlerken acı ama gerçek dediğimiz birçok şeyi yeni baştan sunuyor bize. Düşünüyorum da birileri çıkıp kapitalizm diye bir sistem uydurmuş. Sonra da bir başkası çıkıp komünizm denen naneyi ortaya koymuş. Peki ne olmuş? Aynı soydan, aynı kültürden gelen insanlar, başkalarının fikirleri için birbirini katletmiş. Tamam biliyorum; birçok başka etken de var. Ne kapitalizm, ne de komünizm bu kadar basit değil ama yine de işin özü en temelde bu. Dongmakgol köyünü ele alalım veya çok uzağa da gitmeyelim ve Anadolu’da bir köy düşünelim ama tabi biraz eski zamanları. İmece usulü denen bir şey var bizim toplumumuzda. Bilmiyorum, belki de bu Doğu toplumlarına has bir gelenek. Oysa kapitalizm ve komünizm gibi ideolojiler Batı temelli fikirler. Neyse, fazla uzatmayacağım çünkü fikirlerim dağılıyor ama yine de düşünmeden edemiyorum; Kore Savaşı’nın manasızlığını, düşünmeden edemiyorum ya da tarih boyunca benzer şekilde yaşanan tüm savaşları. Küçük kardeşim bu filmi izlediğimi görüp de konusunu öğrendiğinde, dünyada neden savaşlar olduğunu sordu bana. Herkes aynı şeyi istemediği için diye yanıtladım. O, dünya barışı isteyen ama bunun cennette olacağına inanan masum bir çocuk ama düşünsenize, hepimiz, birbirimizi, kendimizden farklı olanı anlayabilsek, karşımızdakini önce insan, belki de sadece insan olarak görebilsek, o arzuladığımız cenneti bu dünyada yaşayabilir ve de yaşatabiliriz. Kardeşim gibi küçük çocuklara cenneti bu dünyada sunabiliriz. Ama işte bu koskoca bir hayal çünkü biz açgözlü, bencil varlıklarız. Bu filmde bize sunulan şey ise bencilliğimiz içindeki küçük bir boşluk, bir istisna. Yine de belki bir gün, istisnalar da kaideyi bozar; neden olmasın...
40) Mother India/Mehboob Khan (1957): Ya bu şey değil mi; hani “Fatma Girik” başrolünde oynar. Ağaya borçları vardır da sefalet çekerler, kocasını kaybeder, oğlu eşkıya olup ağayı öldürür, o da kendi oğlunu öldürür. Ha işte “Toprak Ana”yı diyorum! Ama biraz daha eski, çok çok daha uzun, bol şarkılı ve de Hintli olduğunu düşünün ve hayal edin. Başka da bir şey demiyorum; ciğerim soldu resmen.
Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.
Yorumlar
Yorum Gönder