1) Wrath of Man-İntikam Vakti/Guy Ritchie (2021): Çok klasik bir giriş olacak ama tam bir “Guy Ritchie” filmi. Aksiyona doyuran bir hikaye ve elbette bir “screen persona” olarak “Jason Statham”ın filmdeki varlığı; yani ben kendimi bildim bileli bu adam hep aynı tipi canlandırıyor. Yani kabul edelim ki o, hepimiz için “Taşıyıcı”. Her zaman havalıdır, iyi silah kullanır, şoförlüğü harikadır ve muhteşem bir dövüşçüdür. Tüm bu özellikleri, bu filmde de aynen devam ediyor ve şanssız bir grup, bir soygun girişimi sırasında bu adamın oğlunu öldürüyor. Varın gerisini siz düşünün; kimse Taşıyıcı’dan bir can alıp da can vermeden kurtulamaz. Şu da bir gerçek ki bu film tam bir şiddet güzellemesi, o sebeple de çok çok da övüp göklere çıkarmadan bitiriyorum notumu. Kısaca toparlamak gerekirse; meraklılarının kesinlikle zevk alarak izleyeceği bir filmdir kendisi. Şimdiden iyi seyirler.
2) Fok Birliği/Greig Cameron (2021): Aile ile izlenebilecek güzel bir animasyon film. Çok uzun boylu bir tahlil denemesine girişmeye niyetim yok açıkçası. İzlerken sıkılmadığımı söyleyebilirim. Yani gerçekçi bir bakış ile yaklaşırsak; fokların köpek balığına kafa tutup, bir de giriştikleri savaşı kazanmaları pek olası değil, yani doğanın düzenine aykırı ama işte seviyoruz bunu; güçsüzün güçlü, avın avcı karşısında şansı olduğu umudunu vermeyi. Bu filmi de öyle bir umut deposu olarak görmek mümkün ama yalan yok yer yer bayağı eğlenceli. Tavsiye edilir.
3) Aya Seyahat-A Trip to the Moon-Le voyage dans la lune/Georges Mélies (1902): Bu film hakkında söylenecek pek fazla bir şey yok. Sadece yılına bakmanız yeterli bence. Sinemanın resmi olarak doğumundan sadece yedi yıl sonra üretildiğini düşününce, “Georges Mélies”e büyük saygı duyuyorum. Günümüzde izleme şansı bulduğumuz kurmaca filmler için bu adama bir şükran borçluyuz. Sinemanın gelişim sürecine çok büyük bir vizyon kattığı aşikar. Mélies, kameranın sadece gara giren treni, fabrikadan çıkan işçileri çekmekten çok daha öte bir potansiyeli olduğunu göstermiştir. Daha 1902 yılında böyle bir bilim-kurgu filmi çekmiş; teşekkürler büyük sihirbaz...
4) Wotaku ni Koi wa Muzukashii-Wotakoi: Love Is Hard for Otaku/Fukuda Yuichi (2020): Değişik bir film diyebilirim ama benim gibi, Japon anime ve manga kültürüne ilginiz varsa, oldukça da eğlenceli bir yapım. Film, aynı şirkette çalışan ve çıkmaya başlayan iki otaku hakkında. Otaku kavramını açıklamak gerekirse; anime, manga ve video oyunları gibi şeylere aşırı ilgili kişiler diyebiliriz. Bizim sevgili otakularımız, bir yandan Japon toplumunda, iş hayatında ve yetişkin ortamında otaku olmanın zorlukları ile yüzleşirlerken, diğer yandan da kendi ilişkilerindeki dalgalanmalar ile uğraşmak zorunda kalıyorlar. Üstelik aralarda romantik komediden müzikale geçen bir film olması da izlediğim şeyi daha da garipleştiriyor ama kesinlikle olumsuz anlamda değil. Ben kesinlikle bu filmi izlerken eğlendim ama dürüst olmak gerekirse, herkese hitap eden bir film değil.
5) Way Down East-Doğu Yolu/D. W. Griffith (1920): Dürüst olmak gerekirse, daha önce hiçbir “D. W. Griffith” filmini tamamen izlemedim, hep yarım yamalak göz atmalar ile yetindim ama şu bir gerçek ki, sevin ya da sevmeyin, Griffith sinema tarihi açısından önemli bir yönetmen ve bir şekilde filmlerini bilmek gerekiyor. O sebeple de en izlenebilir olduğunu umduğum, yani süre bakımından, filmi seçtim. Peki bu filmde ne buldum? Daha sonrasında dünya genelindeki tüm melodram filmlerinde göreceğimiz hemen hemen her şeyi diyebilirim. Şöyle özetlersek; köyde annesi ile yaşayan genç ve fakir bir kız, şehirdeki zengin akrabalarını para için ziyaret eder ama hor görülür. Bu sırada çapkın bir zenginin hedefi olur ve evlilik yalanı ile kandırılıp hamile kalır; sonrasında adam onu terk eder ve annesi de ölür. Daha sonrasında ise bebeğini doğurur ama o da ölür vs. vs. ama elbette en sonunda mutluluğu başka bir adamda bulur. Mutlu son!
6) White Snake-Bai she: yuan qi/Amp Wong (2019): Bu filmi gerçekten sevdim ve devam filmini de ilk fırsatta izleyeceğim. Öncelikle şunu söylemek gerekiyor ki Çin animasyon filmlerine daha fazla fırsat vermeliyim. Çin, çok eski ve çok zengin bir kültüre sahip, elbette buna mitoloji de dahil ki bu mitolojik kültürü animasyon filmlerinde çok etkili kullanıyorlar. “White Snake (2019)” de aynen böyle bir film. Hem mitolojiden beslenen bir hikaye ve dolaysıyla da çok fazla ilgi çekici karakter var, hem de biçimsel olarak çok kuvvetli bir görsel ve özellikle savaş sahnelerindeki efsane koreografiler. Filmi izlemesi inanılmaz zevkli. Güçlü biçim ve güçlü içeriğin güzel bir uyumu. Mitolojik, fantastik hikayelere merak duyanlara kesinlikle öneririm.
7) Yes Day-Her Şeye Evet/Miguel Arteta (2021): Üç çocuklu bir anne, evlatlarını en iyi şekilde yetiştirebilmek için disiplinli olmaya çalışır ama zorluklar arttıkça da disiplinin dozu giderek kaçar ve karakterimiz hayırcı anneye dönüşür. Evin babası ise kendi iş yerinin hayırcısıdır ve eve geldiğinde ise oyuncu baba olmayı tercih eder. Yani iyi ve eğlenceli baba ile hayırcı kötü anne dengesi oluşur evde. Ancak sonunda bir gün, anne bu durumu değiştirmeye ve çocuklarına kendisinin de eğlenceli bir ebeveyn olabileceğini göstermeye karar verir. Böylece aile, “Evet Günü” denen şeyi yapmaya karar verirler. Bu uygulamaya göre çocuklar, hafta boyunca ailelerinin sözünü dinleyecek ama evet günü geldiğinde ise belli sınırlar dahilinde, ebeveynler de her şeye evet demek zorunda kalacaklar. Elbette önce her şey eğlenceli başlar ama gün ilerledikçe de işler çığırdan çıkar çünkü çocukların da bu gün için planları vardır. Kısacası; aile ve ebeveyn olmak üzerine güzel bir aile filmi. Tavsiye ederim.
8) The Kid-Yumurcak/Charlie Chaplin (1921): Günümüzde ses (diyaloglar, müzikler vs.) o kadar yoğun bir yer kaplıyor ki bir film üretiminde, bir insanın tek kelime konuşmadan bir dünyayı güldürebilmiş olduğu gerçeğini bilmek, onun filmlerini izleyerek bu duyguyu deneyimlemek muazzam bir şey. Açıkçası ben bu filmi ilk olarak “Kemal Sunal” versiyonu ile izlemiştim ve çok sevdiğim bir Kemal Sunal filmi olduğunu söyleyemem ama orijinalini gerçekten sevdim. “Chaplin”in o meşhur “Berduş” tipi, sokakta bir bebek bulur; önce bebekten bir şekilde kurtulmaya çalışır ama sonrasın çocuğu yanına alır ve onu büyütür. Ancak her şey günlük gülistanlık gitmez. Bir gün çocuk hastalanır ve “Şarlo” eve doktor getirir ancak bu karar olumsuz sonuçlar doğurur çünkü doktor, sonrasında yetkililere haber vererek çocuğun Şarlo’dan alınmasını sağlar. Böylece aralarında kan bağı olmayan baba ile oğlun tekrar kavuşmak için verdikleri çabayı izleriz. Dram ile harmanlanmış bir komedi izleriz veya şöyle demeli; komik tipin dramatik hayatıdır bize sunulan. Yani hikayede komik olan tek şey Şarlo’nun kendisidir. Tam bir klasik, mutlaka izleyin derim.
9) Tully/Jason Reitman (2018): Bu filmi izledikten sonra hissetttiğim şey şu olmuştu ki eğer bir gün aşık olur da evlenirsem, kesinlikle çocuk sahibi olmak için eşime ısrar etmeyeceğim. Film, hamile kalmanın, çocuk doğurmanın ve yetiştirmenin bir kadın üstünde yarattığı baskıya odaklanıyor ve “Charlize Theron”, harika bir oyunculuk sergileyerek resmen tüm o baskıyı seyirciye de hissettiriyor. Bence, çocuk sahibi olmayı düşünen herkesin izlemesi gereken bir film. Kesinlikle tavsiye ediyorum.
10) Sherlock Jr.-Genç Sherlock/Buster Keaton (1924): Ben “Buster Keaton”ı ilk defa “The General (1926)” filminde izleme şansı bulmuş ve gerçekten çok sevmiştim. Sohbet ortamlarında yeri geldiğinde de hep söylerim ki ben Keaton’ı “Chaplin”den daha çok seviyorum. Belki hayatını ve kariyerini iyi yönetebilmiş olsa, en az Chaplin kadar büyük kabul edilen bir isim olurdu. Neyse, yine de 1920’lerde bizim için birçok izlenesi film yapmış kendisi ve bu film de onlardan birisi. “Sherlock Jr. (1924)”, bir sinema salonunda çalışan genç Keaton’ı merkezine alır. Bu genç adam, bir kıza aşıktır ve de elbette dedektiflik işlerine meraklıdır. Bir gün iş çıkışı veya işi savsaklayarak, sevdiği kıza bir kutu “1$”lık şeker alır çünkü parası ancak ona yeter ama bir dolarlık aldığına utanıp kutunun üzerine “4$” yazar. Bu arada da kızdan tek hoşlanan Keaton değildir ve kızı ziyarete gittiği gün, aşk rakibi de oraya gelir ve Keaton’ın genç kız ile yakınlaştığını görünce, ona bir tuzak kurar. Önce kızın babasının saatini çalar ve gidip satıp elde ettiği para ile de daha büyük bir şeker kutusu ile eve döner. Saatin çalındığı ortaya çıktığında ise saati sattığı dükkandan aldığı fişi Keaton’ın cebine koyar ve suç kahramanımızın üstüne kalır. Böylece de evden kovulan genç adam, tekrar iş yerine dönüp sonraki seansın filmini başlatır ve hüzünlü bir şekilde uykuya dalar. Uykusunda ise ruhu bedeninden ayrılır ve önce sinema perdesinin içine dalıp birçok sinema mekanında yolculuk ettikten sonra ilk başlattığı filme geri döner ve orada büyük bir dedektife dönüşür. Bizim Sherlock, filmdeki gizemi çözmeye çalışadursun, asıl gizemi ise sevdiği kız çözer ve Keaton’ın masum olduğunu anlayıp ona döner. Böylece mutlu son. Bu filmi değerli kılan ise film içinde film meselesini işliyor oluşudur. Bize adeta bir fiyatına iki film izlettirir. Ben çok sevdim ve tüm sinema severlere de mutlaka tavsiye ederim. Şimdiden iyi seyirler.
Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de şuradan ulaşabilirsiniz.
Yorumlar
Yorum Gönder