11) Scream-Çığlık/Matt Bettinelli-Olpin&Tyler Gillett (2022): Korku filmi izlemeyi hiç sevmem; gerçekten hiç sevmem ve hatta nefret ederim. Üstelik daha önceki “Scream” filmlerinin de hiçbirini izlemedim ama bu film özel; nedeni elbet bana kalsın ama gerçekten özel ve de sanırım her daim de özel kalacak.
12) Home Team/Charles Kinnane&Daniel Kinanane (2022): Sivas’a taşınmadan önce Kocaeli’de izlediğim son film olması sebebiyle benim için özel bir yapım. Sanki hayatımın bir dönemi bu film ile birlikte kapanmış gibi. Bakalım bundan sonraki ilk filmim ve yeni hayatım bana neler getirecek... Neyse, filme de kısaca değinmek gerek. Gerçek bir olaydan uyarlanması bir yana, tam bir aile ve spor film. Yani, bir pazar günü kurul televizyonun karşısına, aç “Netflix”i ve otur bu filmi izle. İzlerken de hem ailenin önemi konusunda coş, hem de Amerikan futbolu nasıl oynanır az çok bir şeyler öğren. Hikâyeye gelecek olursak; ABD’de profesyonel ligde bir takıma koçluk eden ana karakterimiz, takımının karıştığı bir şike olayı sebebiyle günah keçisi ilan edilir ve bir yıllık bir ceza alır. Bir yıl takım çalıştıramayacak olduğu dönemi ise uzun zamandır ihmal ettiği oğlu ile geçirmeye karar veren Koç, oğlunun yaşadığı yere gider ve hızla gelişen olaylar sonucunda da oğlunun amatör takımını çalıştırmaya başlar. Gerçekten tam bir pazar kahvaltısı filmi.
13) Nil’de Ölüm-Death on the Nile/Kenneth
Branagh (2022): Nasıl “Home Team (2022)”, Kocaeli’deki
son filmim olduysa, “Death on the Nile (2022)” de Sivas’taki ilk filmim.
İş yerinde tamamladığım ilk haftamın ardından, cuma günü mesai bitimi, kurumun
binasından otobüs durağına doğru ilerledim ve gelen ilk otobüse bindim (büyük
acemilik). Şöyle bir not vereyim; Sivas’ta, tabi bildiğim kadarıyla, üç sinema
salonu var. Biri, Sivas’ın tek AVM’sindeki “Avşar Sinemaları”, diğerleri
ise İstasyon ve Bağdat caddelerinde yer alan “Cinema Nova” şubeleri.
Aslında ben, evime yakın olması sebebiyle Cinema Nova ya da Novo; her neyse,
işte onlardan birine gitmeyi düşünüyordum ama otobüste giderken Sivas
Cumhuriyet Üniversitesinden iki öğrenci ile sohbet etme imkânı buldum ve bana
AVM sinemasının salonlarının çok daha iyi olduğunu söylediler. Böylece onların tavsiyesine
uyarak AVM’ye gittim, mekâna varınca da bu filmi izlemeyi seçtim ve evet, salon
gayet düzgündü. Üstelik o klasik AVM mekânında bulunmak, bir an için hala
Kocaeli ya da İstanbul’da olduğum hissiyatını verdi ve bir bakıma da beni
rahatlattı diyebilirim. Peki, film nasıldı? Öncelikle ve de yüzde bin, bu film,
serinin önceki projesi olan “Doğu Ekspresinde Cinayet/Murder on the Orient
Express (2017)”ten çok daha iyi olmuş. Ne yalan söyleyeyim, onca yıldız
isme rağmen ilk filmi o kadar da sevememiştim. Filmde hep bir hantallık,
akmayan bir şeyler hissetmiştim. Elbette bu durum, filmi hem yönetip hem de
başrolü oynayan “Kenneth Branagh”a karşı da olumsuz bir tavır kazanmamı
sağlamıştı. Ben zaten çok uzun zamandır bir filmi hem çekip hem de en önemli
rolü de oynamaya kalkma meselesini doğru bulmuyorum; yani ikisini yarım yarım
yapacağına, birini yap ve tam yap diyorum her zaman. Genelde de bu kanım kolay
kolay yıkılmaz ama şunu kabul etmeliyim ki Kenneth Branagh, bu sefer çok daha
iyi bir iş çıkarmış; öyle ki yönetmenin “Belfast (2021)” filmine dahi
ilgim arttı ve sanırım izlemeyi düşündüğüm filmler listesinde kendine bir yer
bulacak. Elbette bu sinema serüvenlerinin de devamı gelecek. Ben, ilk olarak
liseye başladığım 2009 yılında bir sinema salonunda film izleme deneyimini
yaşadım ve bu hissi çok sevdim. Sonrasında da hemen hemen her hafta sonu, ne
izlediğimi çok da ayırt etmeksizin sinemaya gitmeyi sürdürdüm ama hayat işte,
bir noktadan sonra yaşanan ekonomik sıkıntılar neticesinde, daha spesifik
durumlar ve filmler için sinemaya giden bir adama dönüştüm ki ben bir sinema
öğrencisiyim ama ah o parasızlık; neyse, hal böyle olunca da kendime bir söz
verdim ve iş başı yapıp da ekonomik durumu toparlayınca, bir aksilik olmadığı
sürece haftada bir sinemaya gideceğim dedim. Umarım bu film, o sözün de
başlangıcı olur.
14) Uncharted/Ruben Fleischer (2022): Şimdi, yalan yok; bu filmin uyarlandığı oyunu hiç oynamadım. Zaten filmi izlemeyi seçme sebebim de başrolde “Örümcek Adam” etiketiyle “Tom Holland”ın yer almasıydı. Kısacası, olan bitene karşı sıfır bilgi ile salona giriş yaptım diyebilirim ama filmin bitimiyle birlikte o salondan mutlu ayrıldım. Güzel bir aksiyon ve macera filmiydi; kısacası sapına kadar bir Hollywood üretimiydi. Şöyle de bir gerçek var ki benim çocukluk kahramanlarımdan birisi de “Indiana Jones” karakteriydi. O karakter etrafında şekillenen tüm filmleri izlemiş ve tıpkı onun gibi bir arkeolog olma ve dünyanın gizemlerini çözüp, keşifler yapıp, hazineler peşinde koşma hayalleri kurmuştum. Yani kısacası bu film, beni alıp o çocuk düşlerime götürdü. Çok güzel bir hazine avı izlemiş oldum ki son sahneden anladığım kadarıyla devam filmi de gelecek. Öyle olsun, ben varım. Açıkçası herkese de önerebileceğim bir film.
15) The Batman/Matt Reeves (2022):
Şunu baştan itiraf etmem lazım ki “Ben Affleck”in hem yazıp hem yönetip
hem de karaktere hayat vereceği “The Batman” projesi iptal olup da
yerine bu film projesi hayata geçirilince aşırı bir hayal kırıklığı yaşamıştım
çünkü bence, yönetmen bakışı ve hikâye akışları bir kenara bırakılırsa, en iyi
canlı çekim “Batman”i bize sunan aktör Ben Affleck olmuştu. Açıkçası
bazı rolleri oynamak için doğmuş kişiler vardır ve ben, elbette kendi adıma,
Ben Affleck ve Batman eşleşmesinde bunu gördüm. Ancak o günler geride kaldı ve
Affleck’in Batman karakterine çok yakında veda edeceğiz. Yani ufaktan bu yeni
Batman’e alışmak şart ve zamanla da alışırım gibi çünkü ben bu filmi çok
beğendim. Bilmiyorum, belki de fazlasıyla ön yargılar ile dolu olarak salona
gittiğim içindir bu sonuç. Belki tam tersi şekilde, büyük beklentiler ile
gitmiş olsam, çok da beğenmeyecektim ama hadi dürüst olalım; bu film baya iyi,
yani gerçekten iyi. Kısacası tam bir Batman filmi, karaktere hak ettiğini veren
bir film. Sonuçta Batman, “Superman” ya da “Wonder Woman” gibi
bir meta-insan değil, onu bir süper kahraman yapan, en başta çok iyi bir
dedektif olması; dünyanın en iyi dedektifi. Bu film bize bir dedektiflik hikâyesini
ve de gerçekliğin fantastikliğini sunuyor. Şöyle düşünün; filmin başından sonuna,
ne bir süper güç, ne de başka bir şey var ama bunun yerine suça batmış bir
şehir, mafya, yozlaşma, terör ve de psikopat ya da sosyopat denilebilecek bir
seri katil var ve kahramanımız da onun peşinde. Katilin bıraktığı ipuçlarını
takip eden bir özel dedektif. Yani hikâyeden Batman’i çıkarıp uzun pardösülü ve
fötr şapkalı bir adam da koysanız aynı şekilde ilerler. Filmin hikâyesini
gerçeklikten uzaklaştıran tek şey, bunun bir Batman filmi olması. Bu film için
aynı zamanda da, özellikle 1940’larda popüler olan, bir kara film uyarlaması
demek yanlış olmayacaktır. Karakterler ve de yaratılan atmosfer, tam olarak bu
hissi uyandırıyor ki ben kara filmi gerçekten severim. Çok uzatmaya da gerek
yok; filmin yönetmenine, ön yargılarımı kırdığı ve böyle güzel bir Batman filmi
ortaya çıkardığı için teşekkür ederim. Şöyle demek istiyorum; süper kahraman
işi sevin ya da sevmeyin, bu filme mutlaka gidin derim. Şahsen ben uzun zaman
sonra ilk defa bir filmi en kısa zamanda tekrar izlemek istedim. Şimdiden iyi
seyirler.
16) Boku no Hero Academia the Movie 3:
World Heroes’ Mission-My Hero Academia the Movie 3/Kenji Nagasaki (2021):
Yeni sezon öncesi, bu film oldukça iyi geldi diyebilirim. “Deku” ve
arkadaşlarının bu yeni macerasında, “Benlik” yani süper güç sahibi
olmayı bir hastalık olarak gören terörist bir grup, bir tarikat, dünyayı tehdit
eder. Bu tarikatın amacı, dünya nüfusunun %80’lik kısmını oluşturan benlik
sahibi insanları yok ederek sadece benliksiz bireylerin yaşayacağı bir gezegen
yaratmaktır. Bu amaçla da dünyanın birçok noktasına, benlikleri aşırı
yükleyerek kullanıcısını ölüme sürükleyen bombalar yerleştirirler. Elbette
teröristlerin bu hamlesine karşılık olarak dünyanın tüm profesyonel
kahramanları da bombaları durdurmak için harekete geçerler. Dünyanın tüm
kahramanları işin içine girince elbette olaya Japonya’nın kahramanlık ajansları
da dahil olurlar ve bizim liseli, yarı profesyonel kahramanlarımız da bu
ajanslarda staj yaptıkları için görev başı yaparlar. Deku, “Bakugo” ve “Todoroki”
ise “Endeavour”ın ajansında yer aldıkları için “Otheon” adlı
kurgusal ülkeye giderler. Bu ülke, terörist grubun ana karargâhıdır ve hızla
gelişen olaylar sonucu, genç kahramanlarımız kendilerini doğrudan bir
mücadelenin içinde bulurlar. Daha fazla ayrıntı verip de filmin heyecanını
kaçırmak istemiyorum ama şunu söyleyebilirim ki en favori üç karakterimin
giderek bir ekip halini almaları ve hızla gelişmeleri çok keyif verici. Elbette
ana karakter Deku olduğu için hikâyede aslan payı ona veriliyor ama hem
Deku’nun, hem Bakugo’nun hem de Todoroki’nin gelişimleri ve savaş yetenekleri
muazzam bir noktada. Umarım bu üçlüyü daha uzun süre birlikte görme şansımız
olur. Süper kahraman filmi severlere öneririm.
17) Three Billboards Outside Ebbing,
Missouri/Martin McDonagh (2017): Yıl 2017 ve ben bir lisans öğrencisiyim. O
yıl, bu film oldukça fazla konuşulmuş ve övülmüştü ancak ben pek ilgi
göstermemiş ve izlememeyi tercih etmiştim ama şimdi pişman oldum bunca yıl
beklediğime. Yazdıklarımı gerçekten okuyorsanız beni bilirsiniz; arada veya sık
sık diyelim, bunun gibi izlememek için bahaneler ürettiğim ve yıllarca
ertelediğim ama izledikten sonra çok sevdiğim filmler çıkar. Bu filmi de
gerçekten çok sevdim; öyle hassas meselelere, öyle sade ama etkileyici bir
anlatımla ve de şahane oyunculuklarla yaklaşıyor ki iki saatlik sürenin tek bir
anından bile sıkılmadım. Ama şu açık uçlu son meselesi beni hep üzmüştür veya
üzmüştür demeyelim de tatmin etmemiştir. Yani o ana kadar takip ettiğim bir hikâyenin
nasıl nihayete ereceğini bilmek isterim. Şimdi kafamda deli sorular; acaba ne
yapacaklar, ne karar verecekler? Neyse işte, güzel filmdi. Farkındayım, filmin hikâyesi
hakkında bir şey söylemedim ama söylemek de istemiyorum. En iyisi oturup
izlemeniz ve kendi kendinize deneyimlemeniz. Bir göz atın derim, pişman
olmayacaksınız. Şimdiden iyi seyirler.
18) Kameraman-The Cameraman/Edward
Sedgwick-Buster Keaton (1928): Şunu kabul etmek lazım, “Charlie
Chaplin” tam bir efsane ve “Buster Keaton” ile kıyaslayınca da daha
ünlü ve kariyerini daha iyi yürütmüş bir isim. Ancak ben şahsi olarak Buster
Keaton’ı daha çok seviyorum. Yani filmin hikâyesinin ne olduğu çok da önemli
değil açıkçası. Ben, onun hal ve hareketlerini, neredeyse ifadesiz suratını ve
de aksiyon sahnelerini seviyorum; bence inanılmaz bir yetenek. Elbette bu
filmde bir kameraman olarak yer alması da ayrı bir sempati sebebi benim için.
Sevdiği kızı etkileyebilmek için haber kameramanı olmaya çalışan ama başından
aksilikler eksik olmayan bir adamın hikâyesi. Tam bir klasik; sessiz dönem
komedisi severlere şiddetle öneririrm.
19) Kırmızı-Turning Red/Domee Shi (2022):
“Pixar” tarafından yapılıp da sevmediğim bir animasyon film yok sanırım.
Aslında, yani dürüst olmak gerekirse, bu filmin fragmanını ilk gördüğümde, o
kadar da ilgimi çekmemişti ama izledikten sonra “İşte yine güzel bir Pixar
filmi”, dedim. Film, merkezine “Toronto/Kanada”da yaşayan Çin
kökenli on üç yaşında bir kızı alıyor. Ana karakterimiz, ergenliğe yeni giren,
okulda başarılı ve zeki bir kızdır. Ancak hem bir yandan erkekler için hissetmeye
başladığı duygular ile yüzleşirken hem de annesinin mükemmel kızı olmak için
çabalamaktadır ki bu da üstünde yoğun bir baskı oluşturur. O, hem annesinin
gurur kaynağı olmak ister çünkü öteki türlü annesini kaybedeceğini düşünür ama
bir yandan da arkadaşları ile ergence şeyler yapmak isteyen küçük bir çocuktur.
Ancak hayatının iki yönüyle alakalı kurmak istediği denge bozulmak üzeredir
çünkü öğrenmek, daha doğrusu deneyimlemek üzere olduğu bir gerçek vardır.
Ailesinin kadınları arasında nesilden nesle aktarılan bir yetenek/lanet
bulunmaktadır. Bu yetenek ya da lanet ise ailenin kadınlarına kızıl pandaya
dönüşme gücü vermektedir. Film, küçük kızın içindeki hayvan ile bütünleşmeyi
öğrenme sürecini anlatmaktadır. Evet, küçük kızın koca kızıl bir pandaya
dönüşmesi eğlencelidir ama bu film aslında ergenlik süreci ile alakalıdır.
Film, bize bir birey-aile ve de anne-kız çatışması sunar ve büyürken nasıl bir
insan olacağımıza ya da olmamız gerektiğine dair bir sorgulama yaptırır.
Ailemizin istediği, umduğu gibi biri mi yoksa kendi içinde olanla barışmış,
özdeşleşmiş biri mi? Evet, bizi bu dünyaya bir anne ve baba getirdi ama sonuçta
biz onlar değiliz; onlar gibi düşünmek, onlar gibi yaşamak, onların ayak
izlerini veya hayallerini takip etmek zorunda değiliz. Bizim sadece kim
olduğumuzu bulmamız ve de bulduğumuz şeyi kabullenmemiz gerek. Neyse işte;
sözün özü, güzel bir film.
20) The Adam Project/Shawn Levy (2022):
Film çok mu iyiydi? Pek sanmam; vasat bir film diyebiliriz, yani klişe bir
bilim-kurguydu ama dürüst olmam lazım ki “Ryan Reynolds”ı izlemesi
zevkli. Aslına bakılırsa, film hikayesel olarak daha önce yapılmamış yeni bir
şey yapmıyor. Kahramanımız zamanda geriye giderek kötüyü yeniyor ve dünyayı
kurtarıyor. Diğer yandan aslında Reynolds da oyunculuk anlamında yeni bir şey
sunmuyor; sanki artık her filmde sadece “Deadpool” gibi. Yine de
eğlenceli bir film ve izlerken sıkılacağınızı sanmıyorum.
Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de şuradan ulaşabilirsiniz.
Yorumlar
Yorum Gönder