21) Mortal Kombat Legends: Scorpion’s
Revenge/Ethan Spaulding (2020): Aksiyon, şiddet ve ölüm açısından son zamanlarda
izlediğim en yoğun filmdi diyebilirim. Ayrıca da bunun bir animasyon film
olduğunu da göz önünde bulundurmak gerekir. Şunu da söylemem lazım ki ben son
yapılan canlı çekim “Mortal Kombat” filmini de izledim ve kesinlikle
diyorum ki bu film, ondan kat be kat daha üstün çünkü aslında paralel bir
senaryo var her iki filmde de ve animasyon olan, çok daha iyi işlenmiş gibi
duruyor; senaryo kurgusu çok daha kısa olmasına karşın çok daha akıcı. Yani
daha kısa zamanda daha fazla şey anlatıyor. Aslında her iki filmde de hem
turnuva hem de “Scorpion”un intikamı konusu işleniyor ama şu kesin ki
her iki konuda da animasyon yapım çok çok daha üstün. Şu an tam bir Scorpion
fanıyım diyebilirim. Sözü uzatmadan diyebilirim ki güzel film.
22) Mortal Kombat Legends: Battle of the
Realms/Ethan Spaulding (2021): Açıkçası ilk film kadar heyecanlandırmadı
beni bu film. Sanırım “Scorpion”un fazlasıyla geri planda kalmasından
kaynaklanıyor. Ancak yine de oldukça tempolu ve bol bol kan, kırılan kemikler,
kopan uzuvlar ve de ölüm içeriyor. Sıkılmadan izledim diyebilirim. Üstelik bir
önceki filmde başlayan diyarların savaşı da bu film ile birlikte bir sonuca
bağlanmış oldu. Aslında ben bir üçleme olmasını bekliyordum ama sanırım
yanıldım. Yine de Scorpion ile “Sub-Zero”nun takım olarak çalışmasını
izlemek zevkliydi. Filmden genel olarak keyif aldım diyebilirim.
23) The Lost City of Z/James Gray (2016):
İngiliz kaşif “Percy Fawcett”in gerçek hayat hikayesinden uyarlanan bu
biyografik filmde, Güney Amerika’daki antik medeniyetlerin keşfi meselesi
işleniyor. Percy Fawcett, 1903 yılında İngiliz ordusunda rütbeli bir askerdir.
Ancak babasının geçmişte yapmış olduğu ve pek aydınlatılmayan hatalar sebebiyle
İngiliz yüksek zümresinde pek de önemsenmeyen bir aileye mensuptur. Bu sebeple de
Fawcett, yükselmeyi, madalyalar kazanıp başarılı olmayı ve aile adını
yüceltmeyi hırs edinmiştir. Başarı için ordunun ona verdiği her görevi yerine
getirir. Bu görevlerden birisi de Bolivya ile Brezilya sınırının
belirlenebilmesi için harita çizimi amacıyla Güney Amerika’ya yolculuk
etmektir. Sadece sınır haritası çizmek için gittiği Amazon Ormanları’na
daldığında ise bambaşka bir maceranın kapıları ona açılır. Bu macera, “El
Dorado” veya Fawcett’in söylemiyle “Z”nin keşfidir. Fawcett, ormanda
bulduğu bazı kalıntılar ve yerlilerden duyduğu hikayeler ile birlikte, Amazon
içlerinde çok büyük bir kadim şehir olduğuna neredeyse yüzde yüz emin olur.
Böylece de onu bulmak için vereceği büyük mücadele başlar. Ancak bu mücadele
hem onlarca yılına hem de kendisinin ve de oğlunun hayatlarına mal olur. Gerçi
filmin sonu bir noktada kafa karıştırıcıdır ama gerçek hayattaki Fawcett, büyük
ihtimalle Amazon yerlileri tarafından katledilmiştir. 20. yüzyılda onun bulmayı
umduğu Amazon şehri ise ancak 21. yüzyıl içinde keşfedilebilmiştir. Şunu baştan
söylemem lazım ki bu baya uzun bir film; yaklaşık iki buçuk saat sürüyor ve
film süresi gibi hikaye zamanı da uzun; 1903 yılında başlayan hikaye, bizi 1925
yılına kadar götürüyor ve Amazon keşfi arasında “I. Dünya Savaşı”na da uğramayı
ihmal etmiyor. Aslında bir bakıma besleyici bir tarih ve coğrafya dersi
sunduğunu da söylemek gerekir ama bu kadar geniş bir zaman diliminin
anlatılmaya çalışılması ve zamanda sık sık atlamalar yaşanması, filmi
hantallaştırıyor. Yine de ben çok sevdim ve önerebileceğim bir film olarak da
bu listeye ekliyorum.
24) Ambulans-Ambulance/Michael Bay (2022):
Açıkçası üzerine çok çok konuşulacak, içinden mesaj üstüne mesaj çıkarılacak
bir film değil. Klasik bir soygun filmi. “Ülkesi için” orduya katılmış ama
geri geldiğinde umduğunu bulamayıp paraya sıkışan onurlu bir adam, yüklü bir
para bulunan bir banka, bir plan ve de soygun ekibi, son olarak da planların
ters gitmesi ile birlikte başlayan kedi fare oyunu. Film, adeta ben size hikaye
olarak yeni hiçbir şey vaat etmiyorum ama kamera açılarım ile olsun,
patlamalar, çatışmalar ve araç takip sahneleri ile olsun, bol bol aksiyon
sunuyorum diyor. Açıkçası ambulans gibi dar bir alanda hem bir rehine durumu
hem de kovalamacayı birlikte sunmaları, gerginlik hissini ve de aksiyonu
oldukça beslemiş ama benim açımdan filmin en akılda kalıcı yönü, çok fazla
reklam anının akışa yedirilmiş olmasıydı. Özellikle filmin giriş bölümünde,
bağlantı sahnesi diye adlandırabileceğimiz şehir görsellerinde marka reklamları
yapılması akılda kalıcıydı. İşte bu noktada, bu filmin kesinlikle ve kesinlikle
sadece ticari bir ürün olduğu hissini en derinden hissettim. Fazla da konuşmaya
gerek yok sanırım, zaten sonunu da çok sevmedim. İçeriği ile değil de biçimi
ile ön plana çıkan bir Hollywood aksiyon filmi.
26) Morbious/Daniel Espinosa (2022):
Tek kelime ile vasat bir film. Tamam, çok çok kötü diyemem çünkü temposu aktı
gitti ve beni sıkmadan hikayesini tamamladı ama öyle müthiş bir film de değil;
nasıl demeli sanki bir acelesi varmış gibi hikayeyi kısa sürede sonuca bağladı;
oysa biz artık iki, iki buçuk saatlik süper kahraman filmlerine alışığız ama bu
film, her şeyi ya da en azından ana hikayeyi yaklaşık olarak bir buçuk saatte
anlatıyor ve en temelde kıskanç küçük kardeşin abisinin hayatını mahvetmesini
işliyor. Anladık, “Sonny” öyle ya da böyle kendi “Örümcek Adam”
evrenini yaratmaya kararlı ve iki “Venom” filmi ile de fena bir
başlangıç yapmadı ama bu film gerçekten vasat; bence filmin tek artısı “Morbious”
karakterini beyaz perdeye taşımış olması ve küçük referanslarla Venom ile aynı
evreni paylaştığını belirtmesi. Filme en büyük eleştirim, fragmanlar ilk
çıktığı anda kendisini bir “MCU” filmi olarak pazarlamış olmasıydı.
Ancak fragmanların aksine asıl film tamamen bağımsız ilerledi ve sadece birkaç
Venom referansı verildi. Sanırım bunun sebebi film için yapılan ek çekimler ile
bazı şeylerin değiştirilmesi oldu. Biz, hayranlar olarak, bu ek çekimler ile
birlikte filmde bir Örümcek Adam görmeyi umarken, aksine fragmanda gördüğümüz
her şeyi de kaybettik. MCU ile asıl bağlantı ise “No Way Home (2021)”
filminin finalindeki evrenlerin çarpışması meselesi ile oldu ki MCU “Vulture”nun
Sonny evrenine taşınmış olması birçokları gibi bana da oldukça saçma geldi
ancak şunu söylemem gerekiyor ki ben “Ezgi’nin Kanalı”nın ek sahne
yorumlarına katılmıyorum. Tamam, Vulture bu yeni evrene Örümcek Adam yüzünden
geldiğini düşünüyor veya biliyor ama Morbious’a gel beraber Örümcek Adam’ı
avlayalım demiyor, sadece kötü karakter işleri yürütmek için yeni bir ekip
toplamak istiyor; sonuçta, huylu huyundan vazgeçmez ama evet, Vulture’un
kostümünü yeni baştan inşa edebilmiş olması bence de aydınlatılması gereken bir
sorun. Toparlayacak olursak; evet, Vulture’un bu evrene geçişi oldukça zayıf
kalmış ve hatta görece MCU hikaye akışını ve tutarlılığını da zedeleyici bir
gelişme olmuş ama tabi bu konuda kesin yargıya varmadan önce yeni “Doctor
Strange” filmini de izleyip görmek lazım. Sonuçta, son Örümcek Adam
filminin finalinde yaşananların kesin etkisini şu an bilmiyoruz. Neyse;
şimdilik görece zayıf kalan bu geçişe karşın, bence izlediğim filmin en heyecan
yaratan unsuru ek sahnelerdi. Bakalım Sonny bizim için nasıl bir evren
yaratacak. Bu arada, bu filmi gidip İstasyon Caddesi’ndeki Cinema Nova’da
izledim ve evet salonları AVM sineması kadar iyi değil ama şunu söylemem lazım
ki daha bir sinema havası verdi bana ve hatta bir anlamda İzmit Belsa Plaza
sinemalarını hatırlattı. Sanırım arada sırada bu salonları da tercih edebilirim
ki şöyle de bir gerçek var; biletler
daha ucuz.
27) City Lights-Şehir Işıkları/Charles Chaplin (1931): Ben “Kemal Sunal”ı çok severim; şimdi ne alaka diyenler olabilir ama ne demek istediğimi, neden konuya onunla giriş yaptığımı açıklayacağım. Dediğim gibi, Kemal Sunal’ı çok severim ama onun başrolde olduğu ve bu filmin Türk versiyonu olan filmini o kadar da sevmem. Gerçi aynı kıyaslamayı “Chaplin”in “The Kid (1921)” filmi için de yapabilirim. Evet, belki Kemal Sunal, görece, Türkiye’nin Chaplin’i olarak okunabilir ama bu iki filmde yapılmaya çalışılan bu denli açık eşleme beni bir noktada rahatsız etmiştir hep. Popülarite olarak iki ismi kıyaslamak ve eşlemek anlaşılabilir ama Kemal Sunal’ı bir Chaplin gölgesi gibi konumlandırmak rahatsız edici. Neyse, bu uzun bir tartışma konusu olabilir ama onun yeri burası değil. Gelelim “City Lights (1931)” filmine! Sizin de görebileceğiniz gibi filmin yılı 1931; sesin sinemaya dahil oluşu ise 1927 ve aradan geçen dört yıla rağmen hala konuşmaya direnen bir Chaplin’i bize sunuyor bu film ama görüyoruz ki her ne kadar direnç gösteriyor olsa bile, Chaplin’in de konuşması yakındır ki bu filmde yuttuğu düdük nedeniyle ıslık çaldığı bir sahne de görüyoruz. Buna rağmen, aktör hala konuşmanın “Şarlo” büyüsünü bozacağını düşündüğü bir dönemde ve belki de haklıdır. Gerçi diyaloglu filmlerinin de kötü olduğunu iddia edecek pek fazla kişinin çıkacağını düşünmem ama şu bir gerçek ki konuşmak Şarlo’nun evrensel bir figür oluşunu zedelemiş ve onu tek bir milletin diline mahkum etmiştir. Toparlamak gerekirse; her sinema severe mutlaka önereceğim başarılı bir film ve komedi ile dramın harman olduğu bir hikaye. Kemal Sunal’a saygısızlık yapmak istemem ancak bu hikayeyi izlemek istiyorsanız, kesinlikle Chaplin versiyonunu izleyin derim. Şimdiden iyi seyirler.
28) Her Şey Her Yerde Aynı Anda-Everything Everywhere All at Once/Daniel Scheinert & Daniel Kwan (2022): Belki kimileri bu söylediğimi abartılı bulacak ama son zamanlarda ve hatta son yıllarda izlediğim en iyi film; kesinlikle en iyisi çünkü bu filmin bana yaşattığı tatmini uzun zamandır yaşamamıştım. Öyle ki filmi IMDb üzerinden oyluyor olsam; mutlaka 10 üzerinden 10 verirdim ama hadi illa bir şeyler bulayım, buluttan nem kapayım bile desem en az 9 olur, daha da aşağı düşmem. Bir defa bu film, benim yıllardır özlemini çektiğim “melez sinema” durumunu örneklendiren bir çalışma. Hem “düşünce yoğun” hem de “duygu yoğun” tarafları olan, bunları birlikte harmanlayan bir film.
Sinema dediğimiz sanat, diğer sanat dalları ile kıyaslandığında, yuvarlak hesapla 127 yıllık ömrü ile bebek sayılacak bir konumda ama daha şimdiden birçok akımı, birçok kuramı ve de ayrışmayı içinde barındırıyor. Sinemanın bu ayrışmasını ise en kaba haliyle popüler (ticari) ve sanat (festival) şeklinde yapabiliriz; bir diğer deyişle de duygu yoğun sinema ve düşünce yoğun sinema.
Düşünce yoğun sinema, bir derdi, bir mesajı olan filmler üreterek seyircisini düşünmeye ve harekete geçirmeye çalışmakta ve bu yönüyle de bir sanat olarak kıymet görmektedir ama bu idealist yönüne karşın, elbette bu benim şahsi görüşüm olmakla birlikte, festivallere ve festivallerin kısıtlı izleyici kesimine mahkum olmuş bir sinemadır. Toplumdaki, doğadaki, tarihteki vs bir soruna parmak basar ama sorunun asıl muhatabı konumundaki geniş halk kitlelerinden kopuktur; yani bir noktada sadece kendini avutan veya tatmin eden bir sinemadır. Diğer yandan duygu yoğun sinema ise bir afyondur. Düşünce yoğun sinemanın dert edindiği ama ulaşamadığı kesimlere asıl ulaşan ama onları sorunları görmezden gelmeye çağıran bir sinemadır. Duygu yoğun sinema filmleri, bize haz verir; içimizdeki şiddet, cinsellik vs. duyguları tatmin edip bizi bir hayaller dünyasına çekerek özdeşlikler kurdurur ama gerçek problemleri sorgulamaya çok yanaşmaz.
Melez sinema olarak adlandırılabilecek girişim ise hem düşünceyi hem de duyguyu içinde birlikte barındırır. Bu sinemada, izlediğimiz film bizi eğlendirir ki bence de öyle olmalıdır. Evet, akımlar ve de kuramlar, sinemayı bir sanat mertebesine yükseltmiştir ama unutulmamalıdır ki sinema ilk gücünü geniş halk kitlelerini eğlendirerek kazanmıştır. Üstelik, ben sanat için sanat mantığını, sinema özelinde, hiçbir zaman doğru bulmam. Sinema, halkındır. Halktan, geniş kitlelerden kopan bir sinema, özünü kaybeder; yani izleyemediğim filmin benim için bir değeri var mıdır? Veya sen, bir yönetmen olarak beni anlatıyorsan, beni bana anlatmanın da bir yolunu bulmalısın; bir şeyleri gerçekten değiştirmek istiyorsan, bunu yapmalısın. Yoksa sadece var olan bir problemden bahsetmek ile hiçbir şeyi değiştiremezsin. Neyse; ne diyordum? Evet, melez sinema diyordum. Düşünce yoğun filmler üzerinden gidecek olursak; bir mesaj içermeleri, bir şeyleri dert edinmeleri veya bir şeyler ile hesaplaşmaları ile kıymetliler ama bunu geniş kitlelere ulaştıramadıkları sürece, güçlü değiller ancak günümüz dünyasında; sanıyorum ki düşünce yoğun sinema yönetmenlerine, sadece festivallerde, elit bir zümre tarafından övülmek yeterli geliyor. Şimdi ne festival düşmanı çıktın diyeceksiniz ama hayır; kabul ediyorum duygu yoğun sinema, toplumları uyutması ile düşünce yoğun sinemadan daha da sorunlu ama işte bu noktada melezleşme önemli. Duygu yoğun sinemanın temel kodlarını anlamak ve düşünce yoğun filmlere bu temel kodları yedirebilmek lazım.
İşte bu film (sonunda sadede geliyorum gibi), belki kesin anlamıyla düşüncelerimi toparlayamadım ama, bize tam olarak bahsettiğim melezliği veriyor. Nasıl mı? Öncelikle, içerisinde bir mesaj kaygısı ve de gözlem barındırıyor. ABD’de yaşayan Çinli bir aileyi merkezine alan film, geleneksel kültür ile modern kültür çatışmasını, aile bireyleri arasındaki kuşak çatışmasını, öteki olma meselesini etkili bir şekilde hikayesinin içerisine yerleştiriyor. Tüm bu çatışmaları ise sonunda verdiği sevgi mesajı ile bir sonuca bağlıyor. İnsanlık olarak tüm sorunlarımızı çözmenin yolunun iletişim kurmak, konuşmak, dinlemek ve birbirimizi anlayarak sevgimizi göstermek olduğunu işaret ediyor. Aslında hepimizin bildiği ama sık sık unuttuğumuz veya unutmanın işimize geldiği bir mesaj. Basit mi? Aslında basit ama bunu duygu yoğun sinemanın kodları ile birleştirerek anlatınca, etki oranı daha yüksek oluyor. Pekala bu hikaye bir festival filmi olarak da işlenebilirdi ama kaç kişiye ulaşırdı verilen mesaj? Tamam, böyle olduğunda da gişe rekorları kıran bir film olmadı; yani düşünsenize, Sivas’ta gösterime girdikten sadece bir hafta sonra kaldırıldı ama yine de bir AVM sinemasında gösterildi ve o seyirciye de ulaşma şansı buldu çünkü düşüncenin yanı sıra duyguyu da vaat etti salona gelenlere. Bunu nasıl yaptı? Günümüzün toplumsal sorunlarını alıp klasik anlatılı bir tür filminin içine yedirdi. Bize fantastik ve bilim-kurgu karışımı bir paralel evren konsepti ve de bol aksiyon sahneleri sundu. İşte melez sinemanın güzelliği de burada bence. Bize aksiyonu, fantastiği, şiddeti ve de hazzı vaat edip hikayesine çekip sonrasında da her şeyi düşünmemizi istediği mesele ile bitirdi. Evet bize şiddeti ve o şiddetin hazzını sundu ki ailenin babasının vergi dairesindeki dövüş sekansı Hong Kong filmlerinden fırlamış gibi etkileyiciydi ama çözümü şiddet ile sağlamadı; yani bu film, ana karakterin kaba gücüne güvenip önüne geleni toz ettiği bir “John Wick” filmi değil; yalan yok onu da yerine göre severim ama her şeyin fazlası zarar. Ben şahsen böyle orta yolcu, melez diyebileceğim filmleri her zaman daha etkileyici buluyorum.
Neyse; uzun zaman sonra ilk defa bu kez gerçekten çok uzattım ama ne yapayım; bu film beni gerçekten çok heyecanlandırdı. İzlerken hem biçiminden, hem içeriğinden; hem zihnimi hem de arzularımı doyurmasından ve melez sinemaya yönelik umudumu yeni baştan canlandırmasından çok çok etkilendim. Eğer yazdıklarımı gerçekten okuyup takip eden birisiyseniz, lütfen bu filmi ilk fırsatta izleyin ama mutlaka bir arkadaşınız ile izleyin çünkü film bittiğinde uzun ve zevkli bir sinema sohbeti sizi bekliyor olacak.
29) Kirpi Sonic 2-Sonic the Hedgehog 2/Jeff Fowler (2022): Bir önceki filmden sonra bu yapım baya bir hafif geldi ama kafa dağıtmak için eğlenceli. Üstelik ilk filme göre daha iyi olduğunu düşünüyorum ama kabul etmem lazım ki çok kötü bile olsa sanırım yine de izlerdim; sonuçta bu filmde “Jim Carrey” var ve bize harika bir “Dr. Robotnik” performansı sunuyor. Bu adama kesinlikle bayılıyorum. Onu “The Office”de minicik bir sahnede bile görmek beni heyecanlandırıyor. Kesinlikle izlemeyi reddedemeyeceğim birkaç aktörden birisi. Ayrıca bu “Sonic” serisi, bana yıllar önce izlediğim anime serisini hatırlatıyor. Sanki bu film evreni kurulurken o seri güçlü bir referans noktası gibi ama elbette filmin birçok sahnesi bizi alıp sanki bir video oyunundaymışız hissine götürüyor. Toparlayacak olursam; Sonic severim ve diğer sevenlere de tavsiye ederim.
30) The Man Who Knew Infinity-Sonsuzluk
Teorisi/Matt Brown (2015): Hep söylemişimdir; biyografik filmleri
severim ama nedendir bilmem, bu filmi izlemek konusunda bir türlü o şevki
kendimde bulamamıştım yıllardır ama görüldüğü üzere sonunda izledim ve sanırım
fena değildi diye yorum yapabilirim. Film, “Srinivasa Ramanujan” adlı
Hindu bir matematik dehasının hayatına odaklanıyor. Herhangi bir akademik
eğitimi olmamasına karşın, Ramanujan tam
bir dahidir ve matematik denklemleri ve de formülleri üzerine
çalışmaktadır. Açıkçası matematiğim her daim kötü olduğu için beni o kadar da
heyecanlandıran bir yaşam öyküsü diyemem (sanırım bunca yıldır izlememiş
olmamın asıl sebebi de bu) ama film, bu matematik dahisinin Hindistan’dan
İngiltere’ye geliş ve burada matematik çalışmaları yapış sürecini aktarırken,
aynı zamanda da ırk ve ırkçılık meselesini de paralel olarak işliyor. Beyaz
ırkın kendini üstün görmesi durumu, tarihimiz boyunca karşılaştığımız en büyük
birkaç sorundan birisi ve bu ırkçı tutum, hem birçok felaketin kaynağı hem de
birçok başarının ve gelişimin de engeli çünkü bir şeyi ya beyazlar yapar ya da
hiç yapılamaz. Neyse işte, uzun bir tahlile gerek yok. Biyografik film
severlerin listesinde yer alabilecek öğretici bir film.
Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de şuradan ulaşabilirsiniz.
Yorumlar
Yorum Gönder