İFL 2022-IV



31) Grand Hotel-Büyük Otel/Edmund Goulding (1932): İnsanlar veya herhangi bir canlı varlık yerine bizzat mekanın ana karakter olduğu filmlere erken dönemden bir örnek. Film, Almanya Berlin’de yer aldığı söylenen “Grand Hotel” adlı lüks bir oteli merkezine alıp birçok farklı karakteri bu mekanda topluyor. Bir noktaya kadar Baron olarak anılan karakteri filmin baş rolü gibi algılasak bile, yönetmenin bu karakteri filmin sonuna gelmeden öldürmeyi seçmesi bize gösteriyor ki önemli olan kişiler değil, bizzat mekanın kendisi. Bunu da en son sahnede daha net görüyoruz. Film boyu bize sunulan hemen hemen tüm karakterler oteli terk ederken, yepyeni müşteriler de aynı anda giriş yaparak yeni bir süreci başlatıyorlar. Film bize Baron’u öldüren Holding Sahibi’nin sonunu ya da eski Rus asilzadesi, şimdilerin ünlü balerini ve Baron’un sevgilisi olan kadının otelden ayrıldıktan sonra Baron’un sonunu öğrenip öğrenmediğini veya birkaç haftalık ömrü kalan o orta sınıf müşterinin ölüp ölmeyeceğini söylemiyor. Zaten film boyunca kesinlikle otel sınırlarından ayrılamıyoruz. Karakterler, otel içinde oldukları sürece bizim için kıymetli oluyorlar ve ne ayrıntılı bir geçmiş hikayesine sahip oluyoruz ne de sonrasında neler yaşandığına. Kısacası her daim kısıtlı bir bakış açısı ile filmi takip edip tüm hikayeye hakim olamıyoruz. Bu bakımdan filmi çok sevdiğimi ve beni biraz afallattığını söyleyebilirim. Eski dönem filmi sevenlere önerebileceğim bir yapım.



32) Sin City: A Dame to Kill For-Günah Şehri: Uğruna Öldürülecek Kadın/Frank Miller & Robert Rodriguez (2014): İlk filmden dört yıl sonrasını anlatan bu devam filminde, eski ekibi tekrar gördüğümüz gibi, hikayeye yeni yüzler de dahil oluyor ve üstelik bazı karakterleri canlandıran oyuncular da değişmiş durumda. Ancak ilk filmin o karanlık ve çizgi roman vari havası korunduğu için yaşanan değişimler o kadar da rahatsız edici olmuyor. Sadece tek bir noktaya takıldım ki ilk filmde öldüğünü bildiğim Goldie adlı kadın karakterin bu filmde hala hayatta olmasıydı. Küçücük bir sahnedeydi ama işte aklım takıldı. Ancak bir beyin fırtınası yapmak gerekirse; bu filmde de tek bir hikaye anlatılmıyordu ve üç farklı hikaye, bazı ortak karakterler ve mekanlar üzerinden işleniyordu. Biliyorum ki Nancy ve Johnny’nin hikayeleri kesinlikle ilk filmden dört yıl sonra geçiyor çünkü her iki hikayede de geçmiş olaylara doğrudan değiniliyor ancak Dwight’ın hikayesinden tam olarak emin olamıyorum ve Goldie’nin hayatta olması da bu bağlamda Dwight’ın hikayesini ilk filmden önceki bir tarihe alıyor ama neyse çok da kafa yormaya gerek yok.  Nancy il başlayıp yine Nancy ile biten iki filmlik karanlık, çizgi romanlardan fırlamış güzel bir seri izlemiş oldum ve tavsiye de ederim.



33) Fantastic Beasts: The Secrets of Dumbledore-Fantastik Canavarlar: Dumbledore’un Sırları/David Yates (2022): Öncelikle şunu belirtmeliyim ki ben filme vizyona girdikten tam bir hafta sonra gidebildim ve bu bir haftalık süreçte de filmle ilgili olarak büyük oranda olumsuz yorumlar aldım. Filmi izledikten sonra ne düşünüyorum peki? Bence öyle yerden yere vurulacak kadar kötü bir hikaye değil ve aslında ben izlerken zevk aldım. Öncelikle film adının hakkını veriyor. Filmin esas önemli unsuru, “Qillin” adlı geyik benzeri bir fantastik canavardı. Gerçi o şeye canavar demek biraz zor ama olsun. Dumbledore ile Grindelwald’ın aşk hikayesinin de daha doğrudan işlenmiş olmasını sevdim ki ayrıca yine “Harry Potter” zamanında yarım kalan Dumbledore aile geçmişini de daha fazla görme şansı elde ettik. Erkek kardeşi Aberforth ile arasının nasıl açıldığını ve de kız kardeşinin nasıl öldüğünü öğrenmek benim açımdan tatmin ediciydi. Belki bu bilgiler kitaplarda zaten mevcuttur ama ben bu seriyi kitaplardan hiç takip edemedim ve edeceğimi de sanmıyorum. Üstelik büyücüler evreninin İngiltere dışına taşması fikrini de sevdim. Tamam, önceki filmler bizi ABD topraklarına taşıdı ama sonuçta iki İngilizce konuşan ülkeden ve tarihi bağlarından bahsediyoruz. Bu film bize daha küresel bir hikaye sunuyor; bunu gerçekten sevdim ama şunu net olarak söylemeliyim ki Almanya büyücülerinin de tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi iki savaş arası dönemde faşist liderlere meyilli çizilmesi meselesini sevmedim. Tamam, anladık, Naziler Almanya’dan çıktı, çok kötü şeyler yaptılar ama yıl olmuş 2022 ve hala bir ırkı bu olanlar ile eşleyip duruyoruz. Nedir yani? Almanlar her diyarda faşist midir? Filmle ilgili sanırım sadece bunu sevmedim ama bence hikaye gayet iyiydi. Fazla spoiler vermek istemiyorum fakat şunu söylemeliyim ki bu filme bir şans verin ve Harry Potter filmleri ile de kıyaslamayı lütfen bırakın. Ha, bu arada aklıma bir eleştiri noktası daha geldi; Nagini’ye ne oldu? İkinci filmde bir anda insan formunda hayatımıza sokup üçüncü filmde ise tamamen görmezden geldiler. Sebebi neydi?



34) Marvel One-Shot: Agent Carter-Marvel Tek Sayı: Ajan Carter/Louis D’Esposito (2013): Bu kısa film, “Captain America: The First Avengers (2011)” filminden ve dolayısıyla da II. Dünya Savaşı’ndan bir yıl sonrasında geçiyor. Sevgili “Ajan Carter”, sevdiği adamı kaybettikten sonra, bir bakıma kariyerini de yitirmiş ve kimsenin umursamadığı bir masa başı ajanına dönüşmüş. Erkekler ile dolu bir ofiste, görmezden gelinen bir kadın olmuş. Aslında baya depresif ama sonuçta Ajan Carter’dan bahsediyoruz; ne derler, altına çamura düşmek ile değerini yitirmez. Her ne kadar amiri Carter’a hiçbir önemli görev vermek istemese bile, bir gece ofiste fazla mesai yaparken bir terörist saldırı ihbarı alan Carter, inisiyatif kullanır ve operasyona tek başına çıkıp suçluları etkisiz hale getirir ve açıkçası güzel bir sekanstı. Ancak, her ne kadar başarılı bir operasyon yürütmüş bile olsa, bu hareketi amirini çok kızdırır ve amir, Carter’ın canını yakmak için onu sadece “Kaptan Amerika”nın sevgilisi olarak gördüklerini söyler ki hepimiz onun bundan çok daha fazlası olduğunu biliyoruz ve işte hayat; bu inisiyatif ve başarı, Ajan Cater’a “S.H.I.E.L.D.” yolunu açar. “Howard Stark”, yönetici olması için Ajan Carter’ı Washington’a çağırır. Açıkçası bu kısada Ajan Carter’ı yeniden izledikten sonra iki sezonluk diziye başlamalı mıyım diye fazlasıyla düşünüyorum.



35) Marvel One-Shot: The Consultant-Marvel Tek Sayı: Danışman/Leythum (2011): Bilenler bilir, “The Incredible Hulk (2008)” filminin sonunda bir ek sahne vardır. “Hulk”u yakalama konusunda başarısız olan “Albay Ross”, bir barda efkarlı efkarlı içmektedir ve mekana biri giriş yapar; elbette bu kişi “Tony Stark”tır. İşte bu kısa, o görüşme sürecinin nasıl geliştiğini anlatıyor. Açıkçası bazı kısımları tam olarak anlamadım ama sanırım devlet kademesinden birileri kurulacak kahraman ekibine “Abomination”ın alınmasını talep ediyor ama elbette “S.H.I.E.L.D.” bu talebi onaylamak istemiyor. “Ajan Coulson” ve “Ajan Sitwell” ki kendisi aslında “H.Y.D.R.A.” için çalışıyor. Bunun önüne geçmek için Albay Ross ile görüşme yapacak birini seçmeye karar veriyorlar ki Albay’ın bu girişimi onaylaması engellensin. İşte, Stark’ın neden o bara gittiğini anlatan birkaç dakikalık bir bağlantı hikayesiydi. Stark bara gidip ekipten bahsediyor ama oraya gitme sebebi Hulk değil, Abomination ve elbette temel amaç da onu ekibe dahil etmek yerine engel olmak.


36) Marvel One-Shot: Item 47-Marvel Tek Sayı: 47. Eşya/Louis D’Esposito (2012): Meşhur New York Savaşı’nın sadece birkaç gün sonrasında geçen bir hikaye. Malum, savaş sırasında şehre birçok uzaylı ve de uzaylı teknolojisi giriş yaptı ve New York bir savaş alanına döndüğü için sonrasında da büyük bir enkaz oluştu ki bu enkazın bir kısmı da uzaylı teknolojisinden oluşuyordu. Gerçi sonrasında “S.H.I.E.L.D.” ve “Tony Stark”ın ekipleri alanı kontrol altına aldılar ancak yine de bazı kaçak durumları oluştu; örneğin “Vulture” ve ekibi gibi. İşte bu kısanın kahramanları olan çiftimiz de New York savaşından sonra bir uzaylı teknolojisi, bir silah ele geçiriyor ve ayrıca da tersine mühendislik ile silahı çalıştırmayı başarıp soygunda kullanmaya karar veriyorlar. Birçok soygundan baya sağlam da para kaldırıyorlar. Ancak “Ajan Sitwell” peşlerine düşüp onları yakalıyor fakat gittikleri yer hapis olmuyor; ajan, onlara “S.H.I.EL.D.” içinde iş veriyor. Aslında eğlenceli bir kısa ama favorim diyemem.


37) The Northman-Kuzeyli/Robert Eggers (2022): Açıkçası filmin fragmanını ilk izlediğim zaman, anlattığı hikayeden çok, zengin oyuncu kadrosu ve müthiş fotografisi ile dikkatimi çekmişti; yalan da söyleyemem, özellikle “Anya Taylor-Joy” faktörü beni filme karşı aşırı derecede yükseltti. Ancak filmi sinemada izleyince fark ettim ki bu hikaye, bir bakıma bir “Hamlet” uyarlaması. Açıkçası o tiyatro oyununa yüzde yüz hakim değilim ama her iki eser de İskandinavya topraklarında geçiyor; her iki eserin de ana karakterleri babası amcası tarafından öldürülmüş birer prens; her iki eserde de prens amcasından intikam almaya yemin ediyor vs. Kısacası bu filmi serbest bir Hamlet uyarlaması olarak okumak bence yanlış olmayacaktır. Hikayesinde çok da yeni bir şey yok anlayacağınız ama başta da dediğim gibi; şahane bir oyuncu kadrosu ve de mükemmel fotoğraf kareleri ile dolu bir film. Ben kesinlikle izlemekten zevk aldım. Özellikle filmin yarattığı o büyülü gerçeklik havasına ve de mitolojik göndermelere bayıldım. Tüm sinemaseverlere tavsiye ederim.


38) Marvel One-Shot: A Funny Thing Happened on the Way to Thor’s Hammer-Marvel Tek Sayı: Thor’un Çekici’nin Yolunda Komik Bir Şey/Leythum (2011): Birkaç dakikalık bir “Marvel” kısası. Öyle aman aman bir durum yok. “Ajan Coulson”, “Thor”un çekicinin ilk düştüğü noktaya doğru giderken yolda mola verip bir benzinliğe uğruyor ve o sırada benzinliği soymaya gelen hırsızları yakalıyor. Sadece bu kadar.


39) King Kong/Merian C. Cooper & Ernest B. Schoedsack (1933): İlk “King Kong” filmi; yani bir bakıma, tüm “Kaijuu (canavar)” filmlerinin atası. Belki günümüzde Kaijuu diye adlandırdığımız canavarların en ünlüsü “Godzilla” ama onun bile ilk çıkışında ilham kaynaklarından birisi bu film ve de “Kong” adlı dev primattır. Kong, sinema tarihine görece erken bir tarihte dahil olmasına karşın, günümüze kadar varlığını korumayı başarmış ikonik bir figürdür ve de elbette Amerikan malıdır. Aslında Kaijuu denildiği zaman akla gelecek ikonik canavarlar ve de filmler, büyük oranda Japonya’dan çıkmışlardır; Godzilla gibi. Ancak, Hollywood’un da gücü ile, tüm bu canavarların arasında Kong da hayatta kalmayı başarmıştır. En son çekilen “Kong vs. Godzilla” filmini hatırlayalım. Hadi dürüst olalım; Kong’un Godzilla karşısında pek bir şansı yok ama “Universal” şirketi, kendi yerel kahramanına baya bir kıyak geçmiş. Neyse meselemiz o filmler değil zaten. Peki bu eski film nasıl? Açıkçası bu filmle ilgili benim en çok sevdiğim ve de etkilendiğim şey, o dönem koşulları içinde yaratıcı çözümler bularak bir Kaijuu filmi çekmeyi başarmış olmaları . Kil figürler ile çekilen “stop-motion” animasyon sahneler ile gerçek oyuncular ile çekilen canlı çekim sahneleri birleştirilip bize fantastik bir hikaye sunmuşlar ki bence verilen emeğe hayran olmamak elde değil. Çok büyük bir yaratıcılık örneği. Kısaca sinemayı en başta neden sevdiğimi bana tekrar hatırlatan bir film.


40) Don’t Look Up/Adam McKay (2021): Bizi öldürecek tek şey, yine bizim aç gözlülüğümüzdür; ne küresel salgın, ne küresel ısınma, ne savaşlar, ne felaketler ne de dünyaya çarpacak bir göktaşı. Bu film, kısaca bu mesajı veriyor hepimize.

Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de şuradan ulaşabilirsiniz.


Kazan

Yorumlar