KAZAKİSTAN SEYAHATİ/BÖLÜM I


1. ve 2. Gün:

Size 10 Kasım 2024'ten, kar yağışlı bir pazar günü Astana'dan Burabay'a giden bir Kazak treninden yazıyorum. Öncelikle bugün hüzünlü bir gün, bir anma ve minnet duyma günü. Bugün, eğer ben böyle özgür bir birey olarak dünyanın öbür ucuna gidip bambaşka yerleri, kültürleri deneyimleyebiliyorsam ona, Mustafa Kemal ATATÜRK'E çok şey borçluyum. Seni özlem ve minnetle anıyorum Paşam!

Şimdi size kısaca (belki o kadar da kısa olmaz, söz vermiş olmayayım) bu ana kadar olan serüvenimi anlatmak istiyorum. 8 Kasım Cuma günü berbat bir baş ağrısı ile uyanınca ilk başta çok korktum çünkü daha önceki İtalya ve Fransa gezilerimde de hastalıklar yakama yapışan bir lanet gibi olmuştu. Bu yolculuğun da aynı noktaya doğru ilerlediğini hissetsem de yine de pes etmedim ve hemen çantamı hazırlayıp ilaç ve vitamin takviyelerine yüklendim. Sonra Üniversiteye uğrayıp birkaç işimi hallettim ve ardından taksiye atladığım gibi Sivas Şehirlerarası Otobüs Terminali'ne gidip saat 13:00'teki otobüsümü yakaladım. Otobüs yolculuğu nasıldı? Yani Sivas'tan Ankara'ya ulaşmak 7 saat 40 dakika sürdüğü için bu konuda görüşlerim çok olumlu değil. Eskiden Sivas'ta bindiğim otobüs bir Ankara'ya uğrar sonra da İstanbul'a doğru doludizgin yoluna devam ederdi ama bu sefer sanki Sivas-Ankara arası bir dolmuşa binmiş gibi hissettim açıkçası; otobüs sanki denk geldiği her şehirde yolcu indirip bindiriyor gibiydi. Gerçi onları da anlamıyor değilim. Uçak, tren, araç paylaşım uygulamaları derken çok kan kaybettiler ve bir şekilde yeni döneme adapte olmaya, hayatta kalmaya çalışıyorlar. Düşünsenize bindiğim otobüsün son durağı İstanbul Esenler Otogarı değil, Tekirdağ Çorlu'ydu.

Neyse efendim, öyle ya da böyle saat 21:00'e doğru Ankara'ya, AŞTİ'YE vardım. İlk olarak bir yemek molası verip daha önce hiç yemediğim Trabzon'un yumurtalı kaşarlı pidesinden sipariş ettim. Sevdim mi sevmedim mi tam emin değilim. Sanırım otogar lokantasından başka bir yerde tekrar denemek gerekiyor. Belki de bu kadar ağır bir yemek değildir.



Yemek sonrasında AŞTİ'DEN 21:40 servisi ile Esenboğa Havalimanı'na geçtim. Yaklaşık bir saat süren bir yolculuk oldu. Bilmiyorum, belki benim oraya vardığım gün ve saat ile de alakalı olabilir ama yıllarca Sabiha Gökçen'i kullanmış biri olarak ilk defa geldiğim bu havalimanı gözüme çok hoş geldi. Yani ortalığı kasıp kavuran bir insan kalabalığı yoktu. Ortamdaki en büyük kalabalık sanırım hac yolcusu olan bir kafileydi. O yüzden hiç acele etmedim. Sakince gidip yurtdışı çıkış harç pulumu aldım, sonra oturup bir tur daha vitamin takviyesi yaptım ve saatler süren otobüs yolculuğu ve oturma çılgınlığının ardından bulduğum boş bir bankta çantamı yastık yapıp uzandım, uçuş saatimi beklemeye başladım ki bunu Sabiha Gökçen'de yapabilmek adeta bir hayal.

Astana'ya uçuşum, Ajet'in 02:35 uçağı ile oldu. Yaklaşık dört buçuk saat süren uçuş ve de iki saatlik zaman farkı sonucunda sabah 09:10 gibi Nursultan Nazarbayev Uluslararası Havalimanı'na vardım. Burada pasaport kontrolü küçük çaplı bir gerginlikti benim için. Kontrol memuru yaklaşık 5 dakika boyunca o lanet mührü pasaporta basmayıp ekranında bir şeyleri kurcalayıp durdu ve bende adeta bir Cem Yılmaz gösterisine konu olmuşum hissi yarattı. En sonunda ise fotoğrafa bakıp ben olup olmadığımı, Kazakistan'a ilk defa mı geldiğimi, ne amaçla geldiğimi sorarak beni azat etti ve ülkeye resmen giriş yaptım.

Kontrolden geçtikten sonra beni arkadaşım Zhuma karşıladı (bu arada adının anlamı da Cuma). Önce hemen bir sim kart alıp internet ve bağlantı sorununu çözdüm. Ardından 150€ bozdurup karşılığında yaklaşık 79500 Kazak Tengesi aldım ve bir taksi çağırıp rezervasyon yaptığım hostele gittik. Böylece çantamı bırakıp yüklerimden arınmış oldum. Bu arada şunu söylemem lazım, Astana'da insanlar genel olarak kolay ve görece uygun fiyatlı olduğu için taksi kullanıyorlar. "Yandex Go" adlı uygulama üzerinden çağrı yaptıklarında mesafe ve fiyat net bir şekilde belirleniyor, şoför sizi tam olarak belirttiğiniz noktaya bırakıyor. Uygulamayı ben de kullanıyorum ve oldukça başarılı. Gerçi birkaç yıla metro hattı tamamlanmış olur ve tekrar gelirsem kesinlikle Gotham City'den fırlama bu metro hattını kullanmak isterim. Bu arada elbette şehir içi ulaşımda otobüsleri de tercih edebilirsiniz ama alfabe farklılığı duraklar konusunda sorun yaşatabilir.



Kaldığım hostelin adı "Friends Hostel". Booking.com üzerinden rezervasyon yaparken puanları, yorumları ve görselleri oldukça iyiydi ama gidince gördüğüm yeri o kadar da beğenmedim. Yine de vaktimi başka bir hostel arayışına da heba etmek istemediğim için orada kaldım. Ancak özellikle odalar çok dağınık ve temizliği de soru işareti. Bir sonraki sefer olursa durağım kesinlikle sen değilsin Friends Hostel.

Hostel meselesini aradan çıkardıktan sonra ilk iş Zhuma beni İşim Nehri kıyısına götürdü ve bir turist olarak hemen birkaç kare fotoğraf çektim. Aslında buraya soğuk mevsimde geldiğime pişman değilim ama tek bir şeye üzüldüm. Yaz aylarında nehirde tekne turları düzenleniyormuş ama 9 Kasım itibariyle nehir buzla kaplı olduğundan bu deneyimi yaşamam pek mümkün değildi. Belki gerçekten de sıcak mevsimde bir gelecek sefer olur; eğer haritamdaki tüm yerler dolar ve de ömrüm yeterse...

Nehirden sonraki durağımız ise "Tary/Tara" adlı restoran oldu. Restorana ismini veren ve yiyeceklerde de bolca kullanılan ürün, bizim bildiğimiz adıyla haşhaş. Anladığım kadarıyla iklimsel sebepler ile Astana'da buğdaydan daha çok arpa ile haşhaş ve bunlardan elde edilen ürünler kullanılıyor. Zhuma, benim için haşhaşlı bir cheesecake, şimdi adını unuttuğum başka peynirli bir ek çeşidi, Bogursak adlı bir pişi türü, at etinden yapılma sosis ve yanında gelen soğan kıtırığı ve pilavlı bir tabak ve de haşhaşla tüketilen sütlü Kazak çayı seçti. At etinden yapılma sosis, Bogursak ve haşhaşlı cheesecake çok güzeldi ama benim açık ara favorim çay oldu ki haşhaşı eksik olsa da bu satırları yazarken yine onu içiyorum Burabay yolunda. Bu arada restoranda tanıştığım Tacettin Bey'e de selam olsun. Tüm gün gördüğüm tek Türkiye Türk'ü oydu. Normalde Bodrum'da işletmeciymiş ama eşi Kazak olduğu için yılda bir aydan fazla bir süre buralardaymış. Bunu da paylaşmış olayım dedim.



Yemekten sonra başka bir taksiye atlayıp Astana Ulusal Müzesi'ne gittik. Burada hem modern dönem Kazakistan hem de geçmiş dönemlere ait birçok farklı türde sanat eseri, silahlar, kostümler, alet edevat bulmak mümkün. Yani kısaca Kazak kültürünü anlamak açısından iyi bir durak. Ben özellikle eski dönem ev aletlerinin ve de halıların sergilendiği bölüme bayıldım çünkü gördüğüm aletler ve halılar çok da uzak olmayan bir geçmişte benim Sivas'taki köyümde de babaannem ve onun kuşağındaki kadınların kullandığı aletlerin ve ördüğü halıların aynısıydı. Kazakistan'a gelişimdeki temel sebep aslında bir arayış, geçmişle ve köken ile bir bağ kurma çabası ki bir yönüyle belki basit bir yayık ya da bir halı, o an o müzede benim için çok şey ifade etti. Ülkemin giderek Araplaştığı bir dönemde böyle bir gezi bana çok iyi geldi, geliyor açıkçası. Mesela Kazakistan da nüfusunun çoğunluğu Müslüman bir ülke ancak şimdiye kadar gördüğüm şey Arap etkisinden daha uzak bir kültür ve bu yönüyle çok hoşuma gitti. Şimdi onlarda da Rus etkisi var denilebilir, mutlaka diyenler de olacaktır ama elbette bu başka bir tartışma konusu. Müzeye dönmek gerekirse; özellikle halılar beni mest etti ve bir süre sadece karşılarında oturup onları izledim, elbette sevgili arkadaşım ve biricik rehberim Zhuma da bana eşlik etti. Müzede gezerken bir yandan eserleri inceleyip bir yandan da ortaklıklarımız ve farklılıklarımız hakkında konuştuk. Benim için çok öğreticiydi. Özellikle diller arası ortaklık inanılmaz. Aslında bence eğitim sistemi düzenlenirken, planlama yapılırken öğrencilere İngilizce ve ikinci bir Batı dilinin yanı sıra bir tane de Türk dili öğretilmeli. Böylece dünya ile olduğu kadar kendi milletimiz ile de bağ kurmamız daha kolay olur, olacaktır.

Müzeden sonraki durağımız ise "Bayterek Kulesi" oldu. Bu yapı, Astana için bir sembol olarak tasarlanmış. En üst kata çıktığınızda tüm Astana'yı görebileceğiniz muhteşem manzaranın yanı sıra ülkenin kurucu lideri Nursultan Nazarbayev'in el izi de sizi bekliyor. Kuledeyken hem şehri tepeden seyredip birkaç kare güzel fotoğraf çekebildim hem de el izini de deneme fırsatım oldu. Kurucu liderin başparmağı benimkinden uzun çıktı. Kulenin tepesindeyken seyrettiğim manzara, daha önce müzede gördüğüm şehir maketi ve de gün boyu taksi ile şehri dolaşmalarımız bana şunu gösterdi; Astana modern bir şehir. Devasa binaları, geniş yolları, hızla sürüp giden altyapı çalışmaları ile daha da modern ve konforlu olacağının sinyallerini şimdiden veriyor ama dürüst olmam gerek, pek benlik bir şehir değil. Benim aradığım o kültürel ruhtan, tarihsel dokudan yoksun bir şehir. O sebeple de daha her şeyi görmemiş olsam dahi bir sonraki gün Burabay'a doğru yola çıkmak benim için daha heyecan verici. Ha bu arada kuleyle ilgili tek bir pişmanlığım var; küçük biblosunu almadım çünkü oraya çıkana kadar şehir için önemini anlayamamıştım ve müzede uğradığımız hediyelik eşya dükkânında Bayterek biblosu yerine bir Kazak savaşçı figürü aldım. Figürümü seviyorum ama siz Astana'ya gelirseniz size tavsiyem kuleyi alın, gerçi 10$ gibi bir fiyatı var. Bunu da belirtmem lazım.



Kuleden ayrıldıktan sonra maalesef adını unuttuğum geleneksel bir Kazak restoranına gittik ve burada "Beshparmak" adlı geleneksel yemeği denedim, tabi ki onu da at eti ile yapıyorlar. Yanında kımız da denedim ama içtiğim kımız sanki bizim ayranın sadece daha ekşi haliydi. Alkole benzer bir tarafı yoktu. Yemek ise farklı usullerle hazırlanmış at eti, bizim hingel hamuruna benzer bir hamur ve patates, havuç, soğan gibi garnitürlerden oluşan bir tabak şeklinde geliyor. Biz elbette çatal bıçak kullandık ama evlerde yapıldığında bu yemek elle yenildiği için ismi "Beshparmak" olmuş. Dürüst olmam lazım, ben at etini sevdim ama çok güçlü, yoğun bir tat. Herkese hitap etmeyebilir. Bir de yediğim iki öğün bana yine köyümü hatırlattı çünkü burada da mutfak ağırlıklı olarak ete, süte ve hamura dayalı bir halde. Belki bu beslenme şekli Türkiye koşullarında insana ağır gelebilir ama Astana gibi sert bir iklimde (düşünün kasım başında kar yağıyor) böyle güçlü öğünler tüketmek oldukça mantıklı. Bu arada yemeğin yanında bir çeşit çorba ve salata da vardı. Bal kabağını salatada kullanma fikrine bayıldım doğrusu ama peynirli çorba pek benim olayım değil.

Aslında Zhuma, yemek sonrası için dönme dolaba binme, farklı bir mimarisi olan fuar merkezine gezi gibi başka planlar da yapmıştı ve ayrıca benim isteğim doğrultusunda birlikte bir Kazak filmi de izlemeye gidecektik ancak yemek ile birlikte yorgunluğum daha da belirgin oldu. Sonuçta cuma sabah uyandığımdan beri neredeyse hiç uyumadan cumartesi akşamına kadar ayakta kalmıştım. Hal böyle olunca ve pazar günü yapacağımız Burabay gezisini de düşünerek pes ettim, üstelik dışarıda da kar yağışı başlamıştı. Uygulamadan taksi çağırdım, Zhuma ile o an için vedalaştım ve hostele döndüm. Sonrasında kendimi erkenden yatağa atıp sonraki gün erken kalkacağım için çabucak uyudum.



Bugün ise kar yağışlı bir güne uyandım. Hazırlığımı yapıp termal içlik giyip (bu çok önemli) taksi çağırdım ve Zhuma ile buluşacağım tren garına geldim. Beni alan taksici Türkçe şarkılar dinliyordu ama konuşmaya çalıştığımda anlamadı; neyse canı sağ olsun... Bu arada kar yağışı sebebiyle otoyollarda kapanma yaşanmış, o sebeple dün hiç karşılaşmadığım bir kalabalık tren garına hücum etmişti. Zhuma'nın dediğine göre uçak biletleri çok uygun olmadığı için o kalabalığın çoğu iki günlük bir tren yolculuğu ile batıya gidiyorlarmış. Bizim yolculuğumuz ise üç, üç buçuk saat kadar sürecek ve ben bu satırları yazarken yolun çoğu bitti bile. Bindiğimiz tren alabildiğine uçsuz bucaksız ve karlı bozkırdan geçerek bizi hedefimize taşıyor. O yüzden şimdilik yazmaya biraz ara verip manzaranın tadını çıkaracağım.



Kazan

Yorumlar