Dediğim gibi, aslında dün Almatı ile ilgili bir
doyum hissi yaşamıştım ve bugün ne yapacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu.
Ancak tüm gün hostelde yatamazdım elbette. O sebeple de Gezimanya'nın verdiği
listenin son maddesi olan "Büyük Almatı Gölü"ne gitmeyi deneyebilirim
diye düşündüm ve konuyla ilgili bilgi alabilmek için resepsiyona indim.
Resepsiyondaki görevli sağ olsun çok yardımcı oldu. Göle gidiş için farklı
alternatifler ve ayrıntılı bir rota verdi ama yaptığımız konuşma sonrasında
anladım ki göle gitmek o kadar da kolay değil. Hele böyle soğuk ve karlı bir
mevsimde hiç değil çünkü otobüsle de gitsen taksi ya da özel aracınla da gitsen
bir noktadan sonra tırmanma ile karışık birkaç kilometrelik bir yürüyüş var. O
sebeple göl fikrinden vazgeçtiğim anda görevli başka bir alternatif ile geldi;
Shymbulak!
Almatı şehir merkezinin dışında, doğusunda
kalan "Shymbulak", bir kayak ve oteller bölgesi. Almatı ile
özdeşleşen unsurlardan olan görkemli dağları bu bölgede deneyimlemek mümkün.
Ben klasikleşen şekilde taksi ile oraya ulaştım ama daha ekonomik olsun
diyenler için 12 numaralı otobüs de aynı noktaya gidiyor. Üç aşamalı bir teleferik
sistemi ile dağlık alanın zirvesine kadar çıkılıyor ama ben bugün için sadece
ikinci aşamaya kadar çıkabildim. Aslında ikinci aşama zirveye oldukça yakın ve
manzarası yeterince nefes kesici ama zirveye yaklaştıkça artan inanılmaz soğuğa
rağmen eğer üçüncü teleferik çalışıyor olsaydı gözümü karartır en tepeye de
çıkardım. Başlangıç noktasından tepeye çıkarken süreyi hesap etmedim ama dönüş
yolu 33 dakika sürdü. Tepeden hızla inmek istemeyenler için birinci teleferik
ile ikincisi arasında bir otel bölgesi ve restoranlar bulunuyor; orada vakit
geçirmeniz mümkün. Ayrıca burası zaten bir kayak merkezi ve o yönüyle de
ilginizi çekebilir. Ben, iki teleferik arasındaki alanda pek vakit geçirmedim
çünkü bir an önce zirveye ulaşmak istiyordum. Bu arada size tavsiyem, otel
alanına ulaşınca soldaki teleferik hattını seçin çünkü sağda kapalı kabin yok
ve özellikle zirveye yaklaştıkça inanılmaz bir soğuk oluyor. Bugün hava zirvede
güneşliydi ama benim seçtiğim hat bazı noktalarda dağların arasında kaldığı
için güneş olup olmaması çok bir anlam ifade etmiyordu. Zaten o sebeple dönüşü
diğer hat ile yaptım.
Zirveye ya da en azından gidebileceğim en üst
noktaya ulaşınca ilk iş orada yer alan kafeye gidip biraz ısındım. Bunu da
dumanı üstünde bir sıcak çikolata ve Floransa'da yediğimden sonraki en lezzetli
tiramisu ile yaptım. Yeterince ısındığımı hissettiğimde ise kendimi tekrar
dışarı atıp bol bol fotoğraf çekip, karlı zeminde yürüyüş yapıp, müthiş
manzaranın tadını çıkardım. Kesinlikle yola ve soğuğa değdi. Hayatımdaki en
güzel deneyimlerden biri olarak her daim zihnimde yer edecek. Hem kim bilir;
belki tekrar gelirim.
Dağdan indikten sonra hem telefonumun çekmeme
gibi bir problemi olması sebebiyle taksi çağıramadığım hem de farklı bir
deneyim olması için şehir merkezine otobüs ile döndüm ama araca bindikten sonra
öğrendim ki temassız kart ile ödeme yapılmıyormuş. Ya otobüs kartın olacak ya
da bir uygulamaları var, onu indirip QR kod taratarak ödeme yapacaksın. Bende o
an için iki seçenek de olmadığından otobüse bedava binmiş gibi oldum ama sonra
telafi için metroda iki jeton aldım; bence ödeştik. Bu arada otobüste başka bir
Türk ile karşılaştım. Kayserili Orhan Bey, Shymbulak'ta bir otel inşaatının
mermer işini yapıyormuş ve birkaç yıldır da bu ülkedeymiş. Kendisini tanıdığıma
memnunum, güzel bir sohbet oldu.
Orhan Bey'e Yeşil Pazar'a gitmek istediğimi söyleyince onunla aynı durakta inmemi söyledi ve sonrasında da bana bineceğim otobüsleri gösterdi, böylece vedalaştık. O gittikten sonra biraz düşündüm ve otobüse binmekten vazgeçtim; sonuçta hala ödeme yapamıyordum ve üstelik Almatı'daki son saatlerimdi. O sebeple en yakındaki metro durağına doğru yürümeye başladım. Anladığım kadarıyla şehrin tek bir metro hattı var şimdilik. Onu da kullanmış oldum ki ben metro hattı severim; gereksiz bir mutluluk yaşadım, keyif aldım. Neyse, pazar yerine olabilecek en yakın durakta metroyu terk ettim. Hava kararmış ve hafif hafif kar yağarken Almatı sokaklarında ve caddelerinde dolaşmaya başladım; hiçbir endişem ya da acelem olmadan. Sanırım yarım saat kadar sokaklarda dolaştıktan sonra pazar yerine ulaştım. Orada ailem için birkaç ufak tefek hediyelik eşya aldım, dükkânları dolaştım ve bir bakıma şehre veda ettim. İşim bittikten sonra ise bir başka taksi çağırıp favori mekânıma; Modi'ye geldim. Yine lezzetli bir yemeğin ardından çayımın tadına varırken bugünün özetini de tamamlamış oldum. Buradan sonra hostele dönüp çantamı hazırlayacağım. Sabaha doğru da havalimanına gidip hem şehre hem de ülkeye veda edeceğim. Bir sorun olmazsa yarın öğlen gibi Ankara'da olurum.
8. 9. ve 10. Gün:
Shymbulak, Yeşil
Pazar ve Modi ile bitirdiğim yedinci günün ardından hostele dönüp erkenden
uyudum çünkü sonraki sabah çok erken saatte Ankara’ya uçuşum vardı. Sabah 04:00’de
uyanıp çantamı topladım, uygulamadan taksi çağırdım, yirmili yaşlarının başında
genç bir şoför gelip beni aldı ve havalimanına bıraktı. Ancak yolculuk az biraz
da olsa gergindi benim için çünkü şansıma şoförüm biraz acemiydi ve yolda her
an direksiyon kontrolünü kaybedecekmiş gibi bir havası vardı. Havalimanına vardığımızda
ise önce kapıyı kaçırdığı için alandan çıkıp biraz yol gidip geri dönmek
zorunda kaldık. Ardından da beni yanlış kapıda indirdiğini öğrendim ama canı sağ
olsun, sonuçta havalimanına sağ salim ulaşmak en önemlisiydi.
Havalimanına
giriş yapıp dış hatlara geçiş yaptıktan sonra ilk iş elimdeki paraları
değiştirmek oldu lakin döviz bürosunda Dolar ya da Euro kalmadığından Kazak Tengesi
ile Türk Lirası değişimi yaptırdım. Ardından bilet kontrolünden hızla geçip
uçağın kapısına ulaştım ve bir hafta sonra ilk defa bu kadar fazla Türkiye Türkü
ile karşılaştım. Sanırım çoğu buradaki Türk firmalarının inşaatlarında çalışan
işçilerdi ama bilemiyorum. Aç ve uykulu olduğumdan önceliğimi sohbet yerine bir
şeyler atıştırıp gözlerimi dinlendirmeye verdim. Uçağa binmemizin ardından ise
bir bakıma şans yüzüme güldü. Koltuğum koridor tarafındaydı, orta koltuk da
boştu. Pencere tarafında ise yaşlı bir amca oturuyordu ve bana yer değiştirip
değiştirmek istemediğimi sordu. Kendisi pencere kenarı sevmiyormuş. Hal böyle
olunca teklife hemen atlayıp yer değiştirdim. Aslında çok erken kalktığım için
deli gibi uykum vardı ama pencere kenarına geçtikten sonra hemen hemen hiç
uyumadan Almatı’dan Ankara’ya geldim ve yol boyu inanılmaz dağ, çöl, göl, orman
ve deniz manzaralarına şahit oldum. En çok Hazar Denizi’ni beğendim diyebilirim
ve en kısa zamanda kıyısına da varmak istiyorum. Param, zamanım, imkânım ve
enerjim olduğu sürece de gökyüzünden gördüğüm Gürcistan, Azerbaycan, Türkmenistan
ve Özbekistan gibi tüm Kafkasya ve Türkistan coğrafyasını gezmek istiyorum.
Ankara’ya vardıktan sonrası ise kolaydı. Doğrudan servise atlayıp Kızılay’a geldim ama işte yorgunluk burada vurdu beni. Havalimanına vardıktan sonra zaten ağır olan yüküme bir de şarap ve viski alışverişi eklenince Kızılay’da yükün altında ezilmeye başladığımı hissettim çünkü hem uykusuzdum hem de bir önceki akşamdan beri doğru dürüst yemek yememiş sadece sabah bir kek dilimi atıştırmıştım. Dolayısıyla pilim o noktada bitti. Teyzemin evine gitmeye gücüm olmadığını anlayınca önce hemen bir burgercide karnımı doyurup ardından da bir kahvecide biraz soluklandım. Kuzenim bana evin konumunu atıp eniştem de yolu tarif ettikten sonra da toplanıp eve gittim ve bir bakıma bu günü tamamlamış oldum. Günün kalanı evde, teyzem, eniştem ve kuzenlerim ile sohbet halinde geçti.
Dokuzuncu günü ise Ankara’ya ayırdım. Aslında niyetim önce Anıtkabir’i
ziyaret edip ardından da kaleye çıkmaktı çünkü kaleye daha önce hiç gitmemiştim
fakat bu sefer de gidemedim. Gün yetmedi. Önce Anıtkabir’e ulaştım ve daha ilk
girişteki kalabalık beni hem şaşırttı hem de çok mutlu etti. 10 Kasım ya da
başka bir özel gün olmamasına rağmen Anıtkabir yolunda adeta bir insan seli
vardı ki bundan daha da fazlası Anıtkabir meydanındaydı. Kalabalık ve kuyruk
sebebiyle müzeye giremedim ama en azından mozoleye uğramak istedim ki bu da
başka bir kalabalık ve kuyruktu. Mozole alanına girmek de çıkmak da birbirinden
zordu. Evet, Atamıza saygı ve sevgi takdire şayan ama bu sevgi seli neredeyse
bizi boğacak düzeydeydi. Neyse, sonuç olarak uzun sürse bile kazasız belasız
girip çıkmayı başardım. Ardından da biraz Anıtkabir’e akan insan selini izleyip
sonraki hedefime doğru yola çıktım.
Bu arada, daha önce birçok defa gelmiş olsam bile Anıtkabir’de
ilk defa denk geldiğim bir andan da bahsetmek istiyorum. Benim Anıtkabir’e
gittiğim sırada iki farklı grubun mozoleye çelenk bırakma töreni vardı. Her iki
tören sırasında da saygı duruşu için her yerden duyulan siren çalındı ve sadece
tören alanındakiler değil, Anıtkabir’de bulunan herkes saygı duruşuna geçti. Belki
kiminiz için bu çok anlatılası bir şey olmayabilir ve evet ikinci sefer ilki
kadar büyülü değildi ama ilk siren anında o mahşeri kalabalığın tek beden, tek
nefesmişçesine anında tüm hareketi kesip saygı duruşuna geçişi, siren bitene
kadar alanda çıt çıkmayışı, tüylerimi diken diken etti. Bazen bu ülkeye ve
geleceğe dair umutlarımıza, hayallerimize gölge düşüyor olsa dahi, o an, o anın
verdiği his, işte gölgeler içinde bir ışık huzmesi gibi aydınlattı içimi. Hissettiğim
gururu, hayranlığı ve mutluluğu sözcüklere dökmek imkânsız. Yine de biliyorum,
umut orada; Atatürk ve Cumhuriyet, orada!
İçimdeki Atatürk sevgisi ve Cumhuriyet inancı coşmuş bir şekilde
Anıtkabir’den ayrılıp kaleye gidebilmek için Ulus’a geçtim ama Anıtkabir süreci
tahmin ettiğimden çok daha uzun sürdüğü için geç kalmıştım. Ulus’ta kaleye
giden servisler varmış ama ben sonuncusunu kaçırmışım. Servis durağında bir
süre Azerbaycan’dan gelen iki turist arkadaş ile araç bekledik ama baktık gelen
giden yok, çevre esnafa sorduk ve son servisin kalktığını öğrendik. Hal böyle
olunca ben arkadaşlara veda edip teyzemlere döndüm. Ancak bir sonraki Ankara
ziyaretimde bir günü Ulus metro durağından Ankara Kalesi’ne giden rotaya
ayıracağım ve yol üstündeki tüm müzeleri gezdikten sonra günü kalede
bitireceğim.
Teyzemlere dönüş yolunda ise çok kibar bir şoförün taksisine bindim ve yol boyu biraz sohbet ettik. Bana deprem sonrası Ankara’da artan nüfus ve trafik sorunundan bahsedip kale bölgesi hakkında da naçizane uyardı. O tarafa mümkün mertebe gündüz vakti gitmenin daha sağlıklı olacağını anlattı. Sanırım tavsiyesine uyacağım. Neyse, eve döndüm hazırlığımı yaptım ve gece yarısına doğru eniştem beni Mamak Köprüsü’ne götürdü. Orada Sivas otobüsüne binip yola devam ettim.
Onuncu günün sabahında Sivas’a varıp soğuk bir güne merhaba dedim. Otogarda ise bu soğuktan titreye titreye kendimi bir taksiye atıp eve döndüm. Elbette Sivas’a gelmişken yolculuğu yöresel bir kahvaltı ile bitirmek güzel olur diyerek Sivas Katmeri aldım, sıcak bir çay eşliğinde afiyetle yedim. Ardından da kendimi yatağa attım ve bir bakıma Kazakistan yolculuğumu resmi olarak bitirmiş oldum.
Ben bu yolculuktan çok büyük keyif aldım. Son yıllarda yüzümüzü ABD ve Avrupa gibi Batı veya Birleşik Arap Emirlikleri gibi Arap coğrafyalarına fazla dönmüşüz gibi hissediyorum. Elbette oraları da görmek, bilmek kıymetli lakin başka aşklar, yaşantılar peşinde koşarken bizi biz yapan kökleri de unutmamak lazım. Biliyorum, ülkemizin mevcut şartlarında yurtdışı seyahati herkes için çok kolay değil ama bir şansınız varsa Kazakistan gibi Türkistan coğrafyası ülkelerini de seçenekler arasında değerlendirin derim. Bir söz var, çok severim; “yol açık, yola çık.” Yola çıkmaya cesaret eden herkese iyi yolculuklar. Olurda yolunuz Kazakistan’a düşerse, benden de bir selam söyleyin.
Kazakistan Seyahati adlı yazımın dördüncü bölümüne buradan ulaşabilirsiniz.
Yorumlar
Yorum Gönder