111) Teen Titans Go Vs. Teen Titans/Jeff Mednikow:
Cartoon Network üzerinden izlemeyi sevdiğin eğlenceli bir çizgi
film serisinin ikinci filmi. Yaklaşık bir saatlik eğlenceli bir
bölüm aslında bu film. Titanların birçok farklı versiyonunu
görmek güzeldi, özellikle DCAU’e çakılan selam ve o evrenin
kahramanlarını çok az bile olsa görmek beni mutlu etti. Eğlenceli
bir film.
112) X-Men Dark Phoenix/Simon Kingberg: Yani benim
açımdan kötüydü. Birçok hatası olmasına rağmen yinede
“X-Men” güzel bir seriydi ve bu serinin sonu bu film ile
gelmemeliydi. Yazık olmuş denecek bir son. Zaten “Last Stand”
filminde işlenmiş olan Dark Phoenix meselesi tekrar işleniyor ve
2006 yapımı filmden daha kötü bir şekilde. Karakter gelişimleri
açısından da yetersiz bir son, özellikle Raven karakteri
açısından. Üzüldüm ve sıkıldım bu filmi izlerken.
113) Anna/Luc Besson: Casus filmlerini severim ve bu
film benim açımdan başarılı bir iş. Her ne kadar Luc Besson
benim için “Taxi” serisi demek olsa da yönetmeni artık
bu film ile de sık sık hatırlayacağım. İki taraflı ajan
kavramını sonuna kadar en iyi şekilde işlemiş olan bir hikaye
var karşımızda. Son ana kadar ana karakterimizin kime çalıştığı
netlik kazanmıyor. Yani sürpriz olgusunu başından sonuna kadar
canlı tutuyor film. Tamam bir “John Wick” aksiyonu yok
ama yer yer çok iyi dövüş sahneleri sunuyor bize özellikle
fragmanda da yer alan restorant sahnesi gerçekten iyi. Filmi sevdim
ama şunu da söylemem lazım; bir ABD-Rusya klişesi izliyoruz. Daha
önce hiç denenmemiş bir şey sunmuyor bize Besson. Garanti oynamış
yani. Ancak bu klişeyi sağlam bir ana karakter ile izlenebilir bir
hale sokmuş. Gerçi ben bir defa da ilk ihanet edenin bir Amerikan
ajanı olduğu bir hikaye görmek isterdim ama neyse sonuçta bu
Besson’ın hikayesi. Casus filmi seviyorsa bir kişi, bu film
izlenir. Ha bu arada Türk oyuncu “Cansu Tosun”da filmde
Amerikan ajanı olarak rol alıyor. Zaten film onunla başlıyor.
Haliyle ister istemez bir heyecan falan ama başladığı gibi
bitiyor işte. Ruslar tüm Amerikan ajanlarını haklıyor.
114) Bumblebee/Travis Knight: Açıkçası ilk başta
çok önyargılıydım bu filme karşı ve hatta gereksiz bir proje
olduğunu düşünüyordum. Hollywood’un hep yaptığı bir şeydi
benim için bu film. Tutan bir işi ekonomik olarak daha iyi
sömürebilmek adına yapılmış bir film. Ama yanılmışım. İlk
filmde dünyada olan sarı arkadaşımızın buraya nasıl geldiğini
izlemek güzeldi ve son “Transformers” filmini
hatırlayınca, bu film baya iyi. Çok büyük bir olay işlemiyor,
çok şaşalı değil ama elindekini güzel işliyor. İzlememiş
olanlara tavsiye edilir.
115) Cinayet Süsü/Ali Atay: Belli bir standardın
üstünde bir film olduğunu kabul ederek başlamam lazım. Türk
filmlerinin çoğunluğuna bakınca kaliteli bir iş var ortada; bunu
kimse inkar edemez. İyi bir hikaye ve iyi oyuncular sunuyor bize. Bu
bir komedi filmi ve yer yer gerçekten katıla katıla güldüm de.
İşte bunlar iyi yanları ama eksik yönleri de var elbette. Çok
güldüğüm doğru ama güldüğüm her şey durum komedileriydi.
Yani nasıl demeli; o sahnelere, filmden ve hikayeden bağımsız bir
şekilde de gülerim ve bence bu herkes için geçerli bir durum
ancak film bu güldürü unsurları, anları dışında, aslında
başından sonuna kadar çok durağan ilerliyor ve bazı sahneler
komik olması amacıyla gereksiz uzatılıp filmi sıkıcı bir hale
sokuyor. En büyük eleştirim ise filmin sonuç bölümüne. Belki
filmin finali daha iyi hazırlanmış olsa şimdi çok daha iyi bir
şekilde hatırlayabiliridim bu yapımı. Filmin sonlarına doğru
bir sorgu sahnesi var ve bu sahne filmin temel meselesini çok güzel
anlatıyor ve yapmaya çalıştığı, vermeye çalıştığı mesaj
aslında çok etkili ancak öncesinde de bahsettiğim şu komik olma
çabasıyla uzatılan sahneler durumu burada da yaşanıyor.
Karakterler komik olmaya çalışırken sinir bozucu bir hal
alıyorlar ve çok vurucu olabilecek bir sahne sırf komik olma
çabası uğruna bence ziyan ediliyor. Kendi adıma, bu sinir bozucu
çıkışlar sebebiyle bir türlü sahnenin verdiği mesaja
odaklanamadım. Tamam kabul, bu biir komedi filmi ama bu sahne çok
önemli bir mesaj içeriyor. Zaten şu ana kadar öyle ya da böyle
insanlar güldüler. Bu sahnede ciddiyeti bir doz arttırıp
amaçlanan mesaj çok daha güçlü verilebilirdi. Ben bu hikayenin
çok daha iyi işlenebileceğini düşünmekle birlikte maalesef
böyle bir şansım olmadığını bilerek üzülüyorum. Ali Atay’ın
üçüncü filmi benim için üçüncü sırada kalıyor.
116) Climax/Gaspar Noé: Farklı bir film, yani sanırım
böyle söylemek hafif olur ama benim için daha çok rahatsız edici
ve sıkıcıydı. Neredeyse tek plan gibi görünen uzun planlarla
çekilmiş bir film olması ilgi çekiciydi ancak özellikle danslar
ve müzikler oldukça rahatsız ediciydi benim açımdan. Belki
yönetmenin amacı da bu yöndeydi, bilemiyorum. Filmin sonuna
geldiğimizde herkesi ilaçlayanın Alman kız olması oldukça
manidar olmakla birlikte filmin ana düşüncesi neydi, bu film 90
dakikadan uzun bir sürede bana ne anlattı; inanın bir fikrim yok.
Mesaj “uyşturucu kötüdür” gibi basit bir şey mi yoksa
çok daha karmaşık mı bilemiyorum. Zaten o kadar sıkıldım ki
süreyi kontrol etmekten başka şeylere net bir şekilde
odaklanamadım. Tek mekan olayına bayılmakla birlikte, kafayı
bulup sapıtan gençleri izlemek o kadar da ilgi çekici değildi.
Belki filmi sevmiş olsam karakter diyalogları üzerinden bir
değerlendirme yapabilirdim ama ben bu filmi hiç sevmedim ve keşke
bu süreyi başka bir filme ayırsaydım. Tabi bu işler temelde zevk
meselesi. Gaspar Noé herkese hitap edecek diye bir şey yok.
117) Youjuu Toshi-Wicked City/Kawajiri Yoshiaki: Hentai
olarak anılan pornografik yapımlara oldukça yakın bir anime
filmiydi. Cinsel birleşme anlarını net olarak göstermemesi
dışında bolca sevişme ve tecavüz sahnesi içeren bir yapım.
Cinsellik üzerine kurulu bir yapım olarak kadına bakışı da
oldukça sorunlu olan bir proje. Femme Fetale yani Vamp Kadın yani
erkekleri baştan çıkaran kötü kadın tipleri ile dolu bir film
bizi bekleyen. Filmin başından sonuna kadar, başrol Makie dışına,
gördüğümüz tüm kadınlar vamp kadın ve Makie’de dahil hepsi
şeytan. Kadın şeytanlık, cinsellik ve kötülük ile özdeşleşen
bir varlık konumunda. Bu konumdan ise, Makie örneğinde olduğu
gibi, bir anne olarak ve bir erkeğin koruması altına girerek
kurtulabiliyor. Yani kadının iyi olması anne olmasına bağlanıyor
bir yerde. Kadının iyi olma koşulu, erkeğinin gölgesinde,
çocuğunun anası şeklinde kodlanıyor. Öteki türlü cinsel bir
obje ve kötü. Ataerkil düzenimizin kadına bakışına Japonya’dan
bir örnek.
118) Dolemite Is My Name/Craig Brewer: Biyografik
filmleri çok severim; bunu hep söylemişimdir ve bu filmi de o
yönüyle severek izledim. Ancak buraya yazacağım birkaç cümle
filmdeki siyah-beyaz çatışması ve ırkçılık gibi konular
üzerine olmayacak. Tamam bu konular da önemli ama benim açımdan,
özel olarak, en önemli yanı, bu filmin “film yapmak”
üzerine olması. Taşradan çıkan bir adamın beyaz perdeye uzanan
yolculuğu. Bir azim ve hayal öyküsü; en vurucu kısmı ise
temelinde bir gerçek yatması. Bir sinema öğrencisi olarak beni
çok etkileyen bir film oldu. Yer yer kaybetmeye başladığım
hayallerim ve azmim, abartmadan söylüyorum, tekrar alevlendi adeta.
Dolemite, hayal kurmanın ve kurduğun hayallere giden yolda azimli
olmanın öyküsü. Filmin ana karakteri Rudy’nin de dediği gibi
“Hedefiniz ay olsun ama, ıskalarsanız bir yıldıza sarılın.”
Hayal kurmaktan, hayaller kurmaktan korkmayın. Azimli olduğunuz
sürece biri gerçekleşmese bile diğeri sizi güldürecektir.
119) Bokemono no Ko-The Boy and The Beast/Mamoru Hosoda:
Uzun zamandır anime olarak TV dizilerini izliyordum ama işin sinema
kısmının da oldukça iyi olduğunu unutmuşum dürüst olmak
gerekirse. Genel olarak uzun soluklu serüvenleri seviyorum
animelerde ama başarılı sinema filmleri, iki saatlik bir süre
içinde de çok güzel bir hikaye sunabiliyor. Bu filmde onlardan
birisi. Bir yandan canavarlar dünyası gibi fantastik öğeleri işin
içine katarak albenisini arttırırken, diğer yandan da oldukça
güzel eleştiriler sunuyor. Örneğin Japon eğitim sistemindeki
olumsuzluklar ve öğrencilerin baskı altında kalması; diğer
taraftan, Japon aile sistemindeki değişim ve belki de çöküş.
Ayrıca II. Dünya Savaşı sonrasında oluşan ve etkilerinin halen
devam ettiği anlaşılan otorite/baba figürü eksikliği gibi.
Ancak bunları göze sokarak değil, arka planda hafif dokunuşlar
ile yapıyor. Ayrıca film Japon mitolojisi ile de kendine bir temel
oluşturuyor. Güzel bir baba-oğul ilişkisi izlemek isteyen ve
anime seven herkese öneririm bu filmi.
120) Black Fox/Keisuke Shinohara-Kazuya Nomura:
Aksiyonlu başlayan ancak sonrasında ritmini kaybeden bir film. Bir
buçuk saate sığdırmak için hikayenin bazı kısımları çok
aceleye gelmiş bana göre. Ana karakter Lily’nin büyümesi ve
Brad ve Lauren adlı kötü karakterlerin motivasyonları konusu daha
derinlemesine sunulabilirdi. İkilinin Allen (Lily’nin babası) ile
olan geçmişleri sadece diyaloglar üzerinden veriliyor ve bize
sadece sonuç gösteriliyor. Filmin sonu da açık uçlu bırakılıyor.
Devam filmi gelecek gibi. Filmin beğendiğim tarafı ise; çatışmayı
çok iyi kurmaları. Modern ve geleneksel arasındaki çatışma
Lily’nin babası (bilim insanı) ve dedesi (ninja) üzerinden çok
net bir şekilde sunulup filmin sonunda da Lily (Teknolojik ninja)
karakteri üzerinden bu çatışmaya yine çok güzel bir çözüm
sunuluyor. Geleneğe sahip çıkıp, modernleşmeyi de kabullenmek.
Aslında filmin bu çatışması Meiji dönemindeki modernleşme
hareketlerinden beri Japon toplumunda var olan temel bir çatışma
ve film bu çatışmaya kendince güzel bir cevap buluyor. Çatışmayı
beğenmekle birlikte filmi genel olarak çok beğenmedim. Kimseye
illa izleyin diye bir öneride bulunmam. Ortalama bir filmdi.
Yorumlar
Yorum Gönder