121) Hoshi wo Ou Kodomo-Children Who Chase Lost
Voices/Makato Shinkai: Makato Shinkai denildiği zaman herkesin
aklına ilk önce “Kimi no Na wa” filmi gelir ancak
yönetmene ait olan bu filmde oldukça başarılı bir yapım. Küçük
bir kızın gözünden, özelde Japon Mitolojisi’ne, temelde ise
antik mitolojilere bir bakış sunuluyor. Yeraltı dünyası
teması/miti üzerinden mitolojik tanrıların dünyadan nasıl yok
olduğu sorusuna bir cevap sunmaya çalışılıyor. Bunu yaparken
Japon Mitolojisi’nin temellerine iniliyor ve mitolojiye güncel bir
yorum da katılıyor. Diğer yandan, kapalı Japon toplumu
(geleneksellik) ve modernleşme çatışmasına dolaylı yoldan bir
gönderme yapılıyor filmde. Yeryüzü sakinlerinin sürekli olarak
yeraltı dünyasına yani filmdeki adıyla Agartha’ya saldırıda
bulunuyor ve dışa kapalı Agartha toplumunun kültürünü yok
olmanın eşiğine getiriyor. Filme, temelde bir modernleşen Japonya
eleştirisi demek yanlış olmaz sanırım. Baba (otorite) eksikliği,
annenin (kadının) yoğun iş hayatına atılması ve aile yapısının
çöküşü, yalnızlaşan/ötekileşen gençlik (ana karakter Asuna)
gibi örnekler film içerisinde net olarak göze çarpıyor. Ancak en
güçlü örnek Feodal ya da Eski ya da Geleneksel Japonyayı andıran
ve hatta kopyası olan Agartha yani ölüler diyarıdır. Modern
öncesi dönemde Japonya’nın kamiler diyarı olduğuna inanılırdı
ve film içerisinde kamilerin Agartha içinde adeta cirit attığını
görüyoruz. İzanagi-İzanami miti de film içerisinde adeta
güncellenmiş oluyor. Hem gerçek hem de fantastik bir hikaye
izlemek istiyorsanız bu filme bakın derim. Ben çok beğendim.
122) The Irishman/Martin Scorsese: Modern dönemin
“Godfather” filmi. Amerikan tarihine çok hakim değilim
ancak verdikleri popüler olaylar sayesinde başarılı bir dönem
sunumu yaptıklarını söylemek mümkün. Robert De Niro’nun
başrolünde yer alıyor olması filmi izlemek için başlı başına
bir sebep zaten. Ancak “3 saat 29 dakika” gibi bir süre
eleştirebileceğim bir nokta. Film yer yer çok ağır ilerliyor ve
bu ağır ilerleyen sahnelerin çokluğu ve bu uzun süre sıkıcı
olma tehlikesini yaratıyor. Yinede oyuncu kadrosu mükemmel, elbette
oyuncuların gerçek hayatta çok yaşlı oluşu özellikle gençlik
dönemlerinin işlendiği sahnelerde biraz sorun olmuş gibi.
Özellikle De Niro’nun tetikçi rolü. Oyuncu mükemmel ancak
gerçekçi durmadığı anlar vardı bana göre. Elbbette bu
oyuncunun gerçekten yaşlı olduğunu bilmemden de kaynaklanmış
olabilir. Neyse, sonuç olarak, bence medyada göklere çıkarılıp
abartıldığı kadar olmasa bile başarılı bir film. Gerçekten
boş zamanınız olduğu bir vakitte izlemeye değer. Güzel hikaye.
123) The Book of Life/Jorge R. Gutierrez: Güzel
filmmiş. Yine izlemem için yıllar geçmesi gereken bir fil daha.
Bu film 2014 yılında vizyona girdiğinde ben hala lisedeydim. Şimdi
ise yüksek lisansta tez yazıyorum. Zaman acımasız doğrusu ve
böyle güzel bir filmi bu kadar zaman ötelemiş olmam da ayıp.
Neyse...film klasik bir aşk üçgeni sunuyor bize. Bir kadın ve ona
aşık iki erkek. Ancak işin içine fantastik unsurlar girince bu
hikaye çok daha renkli bir hal alıyor. Film, Meksikalılar’ın
“ölüler günü” festivalini ve Meksika mitolojisinin
unsurlarını içeriyor. Ölüler günü konsepti denilince eminim
çoğu kişinin aklına “Coco” filmi geliyordur. Ancak bu
film aynı konuyu daha önce işlemiş ve güzel bir anlatım
sağlamış. Ancak bu noktada “Disney”in pazarlama
başarısı karşımıza çıkıyor. Belki onların filmi, bu filmden
etkilendi ancak onlar ürünlerini daha iyi sattığı için bu proje
gölgede kaldı. Ama sanırım ben bunu daha çok beğendim. Ha bu
arada filmin yapımcısı, ünlü yönetmen “Guillermo Del
Toro”. Bunu da belirtmiş olayım. Şimdiden iyi seyirler.
124) The Founder/John Lee Hancock: Dünyayı ele
geçiren fastfood zincirinin kuruluş hikayesi. Gerçek bir öykü.
Filmi izlerken belki de ilk defa bir ana karakterden nefret ettim ama
bir yandan da düşündüm, bu dünyanın ne kadar acımasız
olduğunu düşündüm. Bu film, bize yeteneğin tek başına anlamı
olmadığını söylüyor. Açıkça, hırslı olan kazanır diyor ve
öyle de oluyor. Bu dünya böyle maalesef. Şimdi yanlış
anlaşılmasın; hayallerin konusunda hırslı olmalısın elbbette.
Yoksa onları gerçeğe dönüştüremezsin ve sadece hayal olarak
kalırlar ama bu filmin anlattığı şey bambaşka. Saf kapitalizm.
Belki saf hırs, saf kötülük. İş yaptığı bir adamın eşi ile
evlenmek, en zor zamanlarında yanında olan ve bütün
saçmalıklarına katlanan bir kadını her şey yoluna girdiğinde
arkada bırakmak, hızlı yemek sistemini kuran insanların fikrini
gasp etmek; bunları izlemek benim açımdan çok rahatsız ediciydi.
Ancak çok da iyi bir dersti. McDonald kardeşlere üzüldüm ama
hayatın gerçeği bir kez daha yüzüme çarpmış oldu. Bana göre
bu film bir başarı hikayesi değil, vahşi kapitalizmin bir resmi.
125) The Ballad of Buster Scruggs/Joel Coen-Ethan Coen:
Bütün “Western” klişeleri tek bir filmde birleşmiş
adeta. Kovboy düellosu, banka soygunu, kasaba panayırı, altın
arayışı, Batı’ya kervanlar ile göç ve posta arabası. Bir
Western filmi izlerken denk gelebileceğiniz her şey. Coen
Kardeşler, seyirciye 6 kısa filmden oluşan başarılı bir yapım
sunuyor. Film bir kitap kapağının açılışı ile başlıyor ve
kitapta yazılı olan her hikayeyi biz bir film olarak izliyoruz.
Benim favorilerim, “James Franco”nun banka soyguncusu olduğu ve
yaşlı adamın vahşi doğada altın aradığı filmler. Ancak genel
olarak hepsi güzeldi. Sıkılmadan izledim. Western hakkında
hızlandırılmış bir tur isteyen herkese tavsiye edilebilecek bir
film.
126) The Professor/Wayne Roberts: Hayatın ne kadar
kısa ve ölümün nasıl ani, nasıl önlenemez bir gerçek olduğunu
tekrar bize hatırlatan bir film. Bu kısacık ömrü,
yapabileceğimizin en iyisi olarak yaşamamız gerek. Film bunu
yaşayamamış bir karakter üzerinden, içine düşülecek
pişmanlığı bize sunmaya çalışıyor. Ömrümüz kısa, sonrası
belirsiz ama hayallerimiz çok fazla. Bunları düşünmek ve
pişmanlık duymayacağımız ya da en azından içinde sadece
pişmanlıklar olan anılar biriktirmeyeceğimiz bir hayat
yaşamalıyız. Filmi herkese tavsiye ederim. Özellikle Johnny Depp
bir harika zaten. Filmdeki homofobiklik ve eşcinsellik sunuşları
da üzerine konuşulabilecek bir alan olabilir ancak benim önceliğim
hayatın geçiciliği üzerine oldu. Elbette, her seyirci, başka bir
pencereden bakacaktır bu filme. Şimdiden iyi seyirler.
127) Let’s Go Jets/Hayato Kawai: Benim için, Japon
Sineması dendiğinde ilk akla gelen şey animasyon filmleri, yani
animelerdir ancak bugün “Japon Filmleri Festivali” bünyesinde
bu filmi izleme şansını buldum ve beğendim. Yani filmin
bitiminde, salondan mutlu bir şekilde ayrıldım. Elbette
eleştirilebilecek yönleri mutlaka vardır ama günümüzde,
özellikle Hollywood sayesinde, büyük bütçeli yapımlar ortalığı
sarmışken, bu 2017 yapımı film bana bir şeyi tekrar hatırlattı.
Bazen sadece güzel bir hikaye yeterlidir; bir grup liseli genç
kızın amigo dansı yarışmasında zafere giden yolculuğunu
izlemek keyif verebilir seyirciye. Yine söylüyorum, üzerine uzun
uzun düşünürsek eminim birçok eleştirilecek nokta bulunabilir
ama ilk anda insanı sıkmadan ilerleyen bir hikaye sunuyor. Bir
hayal kurma, azmetme ve kazanma hikayesi. Tabi filmin yer yer anime
vari halleri de beğenimde bir etken olmuş olabilir.
128) 6 Underground/Michael Bay: Klasik bir Amerikan aksiyon
filmi. Ortadoğu’da bir devlet var; adı “Turgistan” ve
Türk mü yoksa Arap mı olduğu belli olmayan ama Türk’e,
Türkmen’e yakın, kısaca Müslüman bir milleti, toplumu var.
Devletin başında ise bir diktatör. Ana karakterler, bu diktatörü
yerinden edip, öldürüp, yerine demokrasi yanlısı kardeşini
geçiriyorlar. Yine, gariban, fakir Doğu toplumlarına barış
getiren Amerikalılar; hep aynı mesele, fazla da konuşmaya gerek
yok. Açıkçası fragmanları gördüğüm zaman filmi merak
etmiştim ama şimdi ufak bir hayal kırıklığı yaşıyorum.
İzlediğim şey, vasat bir Hollywood aksiyon filmiydi. Tamam
diktatörü yok ettiniz ama asıl o diktatörü yaratanlar ne olacak?
129) Mirai no Mirai-Mirai of the Future/Hosoda
Mamoru: Küçük bir çocuğun yeni doğan kardeşini kabullenme,
kıskançlık gibi yeni duyguları öğrenme sürecini fantastik bir
şekilde işleyen bir yapım. Küçük Kun’un sevgi dolu yaşamı,
kardeşi Mirai’nin eve gelişi ile tepetaklak olur. Ebeveynlerinin
tüm ilgisi, sevgisi kardeşinin üstüne kayar ve bu durum onu
saldırganlaştırır. İçine düştüğü bu öfke ve kıskançlık
çukurundan ise onu, geleceğin Mirai’si, köpeği Yukko ve
geçmişten ya da gelecekten gelen aile üyeleri kurtarır. Her
yaşanan krizde biri Kun’u ziyeret eder. Yaşananların Kun’un
hayalgücü mü yoksa gerçek mi olduğu ise yönetmen tarafından
belirsiz bırakılır. Yönetmen Mamoru’nun izlediğim ikinci
filmi. Daha önce “Bakemono no Ko” adlı filmi de
izlemiştim ve onu da çok beğenmiştim. Diğer iki filmini de en
yakın zamanda izleyeceğim. Bu filmi ve yönetmeni de anime
severlere ve sinema severlere öneririm.
130) Ookami Kodomo no Ame to Yuki-Wolf Children/Hasoda
Mamoru: Aynı yönetmenden bir başka başarılı film daha.
“Bakemono no Ko” ve “Mirai no Mirai”
filmlerinden sonra bu filmini de beğendim. Yine fantastik öğeler
ile zenginleştirilmiş bir hikaye sunuyor bize yönetmen bu filmde
de. Şekil değiştiren yaratıklar, Japon Mitolojisi’nde önemli
bir yere sahiptir ve bu filmde de bu hayvanlardan biri olan kurtları
görüyoruz. İsmini hiç öğrenemediğimiz bir kurt baba ve Hana
isimli bir insan anneden olan Ame ve Yuki isimli iki kurt çocuğun
büyüme ve benliklerini bulma hikayesi. Yönetmen, filmde, iki
kardeş üzerinden bize bir doğa-medeniyet çatışması sunuyor; ya
da şöyle okuyabiliriz, bir geleneksel (doğa) ve modern (medeniyet)
çatışması. Geleneksel Japonya, doğa ile uyum içindedir ancak
Modern Japonya, doğayı inciten, ona efendi olmaya çalışan bir
kültürdür. Çocuklar, bu çatışma içinde, asıl benliklerinin
ne olduğuna karar vermek zorundadır; kurt mu yoksa insan mı? Daha
fazla konuşmaya gerek yok. Ben filmi gerçekten beğendim ve herkese
de öneririrm. Hatta yönetmenin ismini verdiğim üç filmini de
tavsiye ederim. Sadece anime severlere değil; tüm sinema severlere.
Yorumlar
Yorum Gönder