İZLEDİĞİM FİLMLER LİSTESİ 2019-XIII




121) Hoshi wo Ou Kodomo-Children Who Chase Lost Voices/Makato Shinkai: Makato Shinkai denildiği zaman herkesin aklına ilk önce “Kimi no Na wa” filmi gelir ancak yönetmene ait olan bu filmde oldukça başarılı bir yapım. Küçük bir kızın gözünden, özelde Japon Mitolojisi’ne, temelde ise antik mitolojilere bir bakış sunuluyor. Yeraltı dünyası teması/miti üzerinden mitolojik tanrıların dünyadan nasıl yok olduğu sorusuna bir cevap sunmaya çalışılıyor. Bunu yaparken Japon Mitolojisi’nin temellerine iniliyor ve mitolojiye güncel bir yorum da katılıyor. Diğer yandan, kapalı Japon toplumu (geleneksellik) ve modernleşme çatışmasına dolaylı yoldan bir gönderme yapılıyor filmde. Yeryüzü sakinlerinin sürekli olarak yeraltı dünyasına yani filmdeki adıyla Agartha’ya saldırıda bulunuyor ve dışa kapalı Agartha toplumunun kültürünü yok olmanın eşiğine getiriyor. Filme, temelde bir modernleşen Japonya eleştirisi demek yanlış olmaz sanırım. Baba (otorite) eksikliği, annenin (kadının) yoğun iş hayatına atılması ve aile yapısının çöküşü, yalnızlaşan/ötekileşen gençlik (ana karakter Asuna) gibi örnekler film içerisinde net olarak göze çarpıyor. Ancak en güçlü örnek Feodal ya da Eski ya da Geleneksel Japonyayı andıran ve hatta kopyası olan Agartha yani ölüler diyarıdır. Modern öncesi dönemde Japonya’nın kamiler diyarı olduğuna inanılırdı ve film içerisinde kamilerin Agartha içinde adeta cirit attığını görüyoruz. İzanagi-İzanami miti de film içerisinde adeta güncellenmiş oluyor. Hem gerçek hem de fantastik bir hikaye izlemek istiyorsanız bu filme bakın derim. Ben çok beğendim.

122) The Irishman/Martin Scorsese: Modern dönemin “Godfather” filmi. Amerikan tarihine çok hakim değilim ancak verdikleri popüler olaylar sayesinde başarılı bir dönem sunumu yaptıklarını söylemek mümkün. Robert De Niro’nun başrolünde yer alıyor olması filmi izlemek için başlı başına bir sebep zaten. Ancak “3 saat 29 dakika” gibi bir süre eleştirebileceğim bir nokta. Film yer yer çok ağır ilerliyor ve bu ağır ilerleyen sahnelerin çokluğu ve bu uzun süre sıkıcı olma tehlikesini yaratıyor. Yinede oyuncu kadrosu mükemmel, elbette oyuncuların gerçek hayatta çok yaşlı oluşu özellikle gençlik dönemlerinin işlendiği sahnelerde biraz sorun olmuş gibi. Özellikle De Niro’nun tetikçi rolü. Oyuncu mükemmel ancak gerçekçi durmadığı anlar vardı bana göre. Elbbette bu oyuncunun gerçekten yaşlı olduğunu bilmemden de kaynaklanmış olabilir. Neyse, sonuç olarak, bence medyada göklere çıkarılıp abartıldığı kadar olmasa bile başarılı bir film. Gerçekten boş zamanınız olduğu bir vakitte izlemeye değer. Güzel hikaye.

123) The Book of Life/Jorge R. Gutierrez: Güzel filmmiş. Yine izlemem için yıllar geçmesi gereken bir fil daha. Bu film 2014 yılında vizyona girdiğinde ben hala lisedeydim. Şimdi ise yüksek lisansta tez yazıyorum. Zaman acımasız doğrusu ve böyle güzel bir filmi bu kadar zaman ötelemiş olmam da ayıp. Neyse...film klasik bir aşk üçgeni sunuyor bize. Bir kadın ve ona aşık iki erkek. Ancak işin içine fantastik unsurlar girince bu hikaye çok daha renkli bir hal alıyor. Film, Meksikalılar’ın “ölüler günü” festivalini ve Meksika mitolojisinin unsurlarını içeriyor. Ölüler günü konsepti denilince eminim çoğu kişinin aklına “Coco” filmi geliyordur. Ancak bu film aynı konuyu daha önce işlemiş ve güzel bir anlatım sağlamış. Ancak bu noktada “Disney”in pazarlama başarısı karşımıza çıkıyor. Belki onların filmi, bu filmden etkilendi ancak onlar ürünlerini daha iyi sattığı için bu proje gölgede kaldı. Ama sanırım ben bunu daha çok beğendim. Ha bu arada filmin yapımcısı, ünlü yönetmen “Guillermo Del Toro”. Bunu da belirtmiş olayım. Şimdiden iyi seyirler.

124) The Founder/John Lee Hancock: Dünyayı ele geçiren fastfood zincirinin kuruluş hikayesi. Gerçek bir öykü. Filmi izlerken belki de ilk defa bir ana karakterden nefret ettim ama bir yandan da düşündüm, bu dünyanın ne kadar acımasız olduğunu düşündüm. Bu film, bize yeteneğin tek başına anlamı olmadığını söylüyor. Açıkça, hırslı olan kazanır diyor ve öyle de oluyor. Bu dünya böyle maalesef. Şimdi yanlış anlaşılmasın; hayallerin konusunda hırslı olmalısın elbbette. Yoksa onları gerçeğe dönüştüremezsin ve sadece hayal olarak kalırlar ama bu filmin anlattığı şey bambaşka. Saf kapitalizm. Belki saf hırs, saf kötülük. İş yaptığı bir adamın eşi ile evlenmek, en zor zamanlarında yanında olan ve bütün saçmalıklarına katlanan bir kadını her şey yoluna girdiğinde arkada bırakmak, hızlı yemek sistemini kuran insanların fikrini gasp etmek; bunları izlemek benim açımdan çok rahatsız ediciydi. Ancak çok da iyi bir dersti. McDonald kardeşlere üzüldüm ama hayatın gerçeği bir kez daha yüzüme çarpmış oldu. Bana göre bu film bir başarı hikayesi değil, vahşi kapitalizmin bir resmi.

125) The Ballad of Buster Scruggs/Joel Coen-Ethan Coen: Bütün “Western” klişeleri tek bir filmde birleşmiş adeta. Kovboy düellosu, banka soygunu, kasaba panayırı, altın arayışı, Batı’ya kervanlar ile göç ve posta arabası. Bir Western filmi izlerken denk gelebileceğiniz her şey. Coen Kardeşler, seyirciye 6 kısa filmden oluşan başarılı bir yapım sunuyor. Film bir kitap kapağının açılışı ile başlıyor ve kitapta yazılı olan her hikayeyi biz bir film olarak izliyoruz. Benim favorilerim, “James Franco”nun banka soyguncusu olduğu ve yaşlı adamın vahşi doğada altın aradığı filmler. Ancak genel olarak hepsi güzeldi. Sıkılmadan izledim. Western hakkında hızlandırılmış bir tur isteyen herkese tavsiye edilebilecek bir film.

126) The Professor/Wayne Roberts: Hayatın ne kadar kısa ve ölümün nasıl ani, nasıl önlenemez bir gerçek olduğunu tekrar bize hatırlatan bir film. Bu kısacık ömrü, yapabileceğimizin en iyisi olarak yaşamamız gerek. Film bunu yaşayamamış bir karakter üzerinden, içine düşülecek pişmanlığı bize sunmaya çalışıyor. Ömrümüz kısa, sonrası belirsiz ama hayallerimiz çok fazla. Bunları düşünmek ve pişmanlık duymayacağımız ya da en azından içinde sadece pişmanlıklar olan anılar biriktirmeyeceğimiz bir hayat yaşamalıyız. Filmi herkese tavsiye ederim. Özellikle Johnny Depp bir harika zaten. Filmdeki homofobiklik ve eşcinsellik sunuşları da üzerine konuşulabilecek bir alan olabilir ancak benim önceliğim hayatın geçiciliği üzerine oldu. Elbette, her seyirci, başka bir pencereden bakacaktır bu filme. Şimdiden iyi seyirler.

127) Let’s Go Jets/Hayato Kawai: Benim için, Japon Sineması dendiğinde ilk akla gelen şey animasyon filmleri, yani animelerdir ancak bugün “Japon Filmleri Festivali” bünyesinde bu filmi izleme şansını buldum ve beğendim. Yani filmin bitiminde, salondan mutlu bir şekilde ayrıldım. Elbette eleştirilebilecek yönleri mutlaka vardır ama günümüzde, özellikle Hollywood sayesinde, büyük bütçeli yapımlar ortalığı sarmışken, bu 2017 yapımı film bana bir şeyi tekrar hatırlattı. Bazen sadece güzel bir hikaye yeterlidir; bir grup liseli genç kızın amigo dansı yarışmasında zafere giden yolculuğunu izlemek keyif verebilir seyirciye. Yine söylüyorum, üzerine uzun uzun düşünürsek eminim birçok eleştirilecek nokta bulunabilir ama ilk anda insanı sıkmadan ilerleyen bir hikaye sunuyor. Bir hayal kurma, azmetme ve kazanma hikayesi. Tabi filmin yer yer anime vari halleri de beğenimde bir etken olmuş olabilir.

128) 6 Underground/Michael Bay: Klasik bir Amerikan aksiyon filmi. Ortadoğu’da bir devlet var; adı “Turgistan” ve Türk mü yoksa Arap mı olduğu belli olmayan ama Türk’e, Türkmen’e yakın, kısaca Müslüman bir milleti, toplumu var. Devletin başında ise bir diktatör. Ana karakterler, bu diktatörü yerinden edip, öldürüp, yerine demokrasi yanlısı kardeşini geçiriyorlar. Yine, gariban, fakir Doğu toplumlarına barış getiren Amerikalılar; hep aynı mesele, fazla da konuşmaya gerek yok. Açıkçası fragmanları gördüğüm zaman filmi merak etmiştim ama şimdi ufak bir hayal kırıklığı yaşıyorum. İzlediğim şey, vasat bir Hollywood aksiyon filmiydi. Tamam diktatörü yok ettiniz ama asıl o diktatörü yaratanlar ne olacak?



129) Mirai no Mirai-Mirai of the Future/Hosoda Mamoru: Küçük bir çocuğun yeni doğan kardeşini kabullenme, kıskançlık gibi yeni duyguları öğrenme sürecini fantastik bir şekilde işleyen bir yapım. Küçük Kun’un sevgi dolu yaşamı, kardeşi Mirai’nin eve gelişi ile tepetaklak olur. Ebeveynlerinin tüm ilgisi, sevgisi kardeşinin üstüne kayar ve bu durum onu saldırganlaştırır. İçine düştüğü bu öfke ve kıskançlık çukurundan ise onu, geleceğin Mirai’si, köpeği Yukko ve geçmişten ya da gelecekten gelen aile üyeleri kurtarır. Her yaşanan krizde biri Kun’u ziyeret eder. Yaşananların Kun’un hayalgücü mü yoksa gerçek mi olduğu ise yönetmen tarafından belirsiz bırakılır. Yönetmen Mamoru’nun izlediğim ikinci filmi. Daha önce “Bakemono no Ko” adlı filmi de izlemiştim ve onu da çok beğenmiştim. Diğer iki filmini de en yakın zamanda izleyeceğim. Bu filmi ve yönetmeni de anime severlere ve sinema severlere öneririm.



130) Ookami Kodomo no Ame to Yuki-Wolf Children/Hasoda Mamoru: Aynı yönetmenden bir başka başarılı film daha. “Bakemono no Ko” ve “Mirai no Mirai” filmlerinden sonra bu filmini de beğendim. Yine fantastik öğeler ile zenginleştirilmiş bir hikaye sunuyor bize yönetmen bu filmde de. Şekil değiştiren yaratıklar, Japon Mitolojisi’nde önemli bir yere sahiptir ve bu filmde de bu hayvanlardan biri olan kurtları görüyoruz. İsmini hiç öğrenemediğimiz bir kurt baba ve Hana isimli bir insan anneden olan Ame ve Yuki isimli iki kurt çocuğun büyüme ve benliklerini bulma hikayesi. Yönetmen, filmde, iki kardeş üzerinden bize bir doğa-medeniyet çatışması sunuyor; ya da şöyle okuyabiliriz, bir geleneksel (doğa) ve modern (medeniyet) çatışması. Geleneksel Japonya, doğa ile uyum içindedir ancak Modern Japonya, doğayı inciten, ona efendi olmaya çalışan bir kültürdür. Çocuklar, bu çatışma içinde, asıl benliklerinin ne olduğuna karar vermek zorundadır; kurt mu yoksa insan mı? Daha fazla konuşmaya gerek yok. Ben filmi gerçekten beğendim ve herkese de öneririrm. Hatta yönetmenin ismini verdiğim üç filmini de tavsiye ederim. Sadece anime severlere değil; tüm sinema severlere.

Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.

Kazan


Yorumlar