1) Polizei/Şerif Gören
(1988): Kemal Sunal denildiği zaman, insan sanki
onun tüm filmlerini seyretmiş gibi hissediyor ama bazen böyle
olmadığı ortaya çıkıyor. Ben “Polizei” filmini ilk
defa izledim. Bence film daha iyi bir sonu hak ediyordu ama yine de
başarılı olduğunu söylemem lazım. Kemal Sunal gibi bir komedi
üstadını da dram karakteri olarak izlemek ilginç bir tecrübe
oldu. Film, Türk erkeğinin kadına bakışını ve yine Türk’ün
Alman kültürü ile çatışmasını çok iyi ortaya koymuş ama
Aliekber’in sevdiğine kavuştuğu bir son yerine, daha gerçekçi,
daha vurucu bir son üretilebilirdi. Bence bu giriş ve gelişmenin
sonucu hüzünlü olmalıydı. Aliekber, Fatma’ya attığı tokadın
sonuçları ile yüzleşmeliydi.
2)
Gurbetçi Şaban/Kartal Tibet (1985): Aynı
gün içinde iki Kemal Sunal filmi ve ikisinin de ana konusu
Almanya’daki Türkler. “Polizei”, Türkler’in içine
düştüğü kültür çatışmasını yansıtan bir filmdi ve daha
dram yüklüydü. “Gurbetçi Şaban” ise bir komedi filmi
ama yoğun bir Batı düşmanlığı filmin diline hakim. Almanya ve
Almanlar ve hatta filmin ilk kısmında gösterilen Yunanlar, her
zaman olumsuz bir gösterimle bize sunuluyor. Almanlar, Nazi olarak
kodlanırken, Türkler sürekli mazlum konumda ve filmin ikinci
yarısında Şaban’ın gerçekleştirdiği tüm aksiyonlar seyirci
tarafından olumlu karşılanıyor bu sebeple. Filmde yer alan
neredeyse bütün Alman karakterler kötü ve iyi olan herkes Türk.
Açıkçası bu filmi daha önce, çocukluk yıllarımda izlemiştim
ancak o zamanlar böyle bir gözle bakmayıp sadece gülmüştüm.
Şimdi ise, film birçok açıdan sorunlu göründü bana. Özellikle
Şaban’ın, Almanların domuz yediği için pis olduğu, yönündeki
söylemi oldukça ırkçı bir yaklaşım barındırıyor temelinde.
Yani, bana göre, bu film, Almanları ırkçı olarak kodlarken, arka
planda kendisi de ırkçı bir dil oluşturuyor.
3)
Pianist-Piyanist/Roman Polanski (2002): Yahudi
Soykırımı’nı gerçek bir hikaye üzerinden ve Polonyalı bir
yönetmenin gözünden izlemek oldukça etkileyiciydi. Neredeyse 20
yıllık olacak bir filmi bu kadar geç izlediğim için biraz
pişmanım. Filmin en beğendiğim yönü, tüm Almanların Nazi
olmadığı vurgusunun çok hoş bir şekilde yapılmış olmasıydı.
Ayrıca Yahudilerin yüzleştiği zorluklar çok vurucu sahneler ile
seyirciye sunuluyor. Sadece biyografik bir hikaye olması benim
açımdan başlı başına vurucu bir nokta. Ayrıca bu film ile
birlikte Roman Polanski filmleri ilgi alanıma girmedi dersem yalan
olur. Son yıllarda, II.Dünya Savaşı ve Yahudi Soykırımı
filmleri genelde çok ABD övücü tonlar içeriyor. Amerikan
propagandası ile boğulmadığı için de oldukça beğendim bu
filmi. Ayrıca Adrian Brody’nin oyunculuğunu izlemek büyük bir
zevkti.
4)
Colonia/Florian Gallenberger (2015): 1970’ler Şilisi,
Salvador Allende’yi deviren askeri yönetim ve General Pinochet;
karmaşa içinde, sağ sol çatışmalı, baskı altında bir ülke
ve eşitlik arayan gençler. Bitti mi? Bitmedi; diğer yanda Naziler
ve din sömürüsü temeline oturtulmuş bir distopya ve bir kaçış
öyküsü. Ve sıkı durun; gerçek temelleri bulunan bir hikaye.
Hayatın kendisinin ve insanların ne kadar acımasız olduğunun bir
hatırlatıcısı. Ben bu filmi beğendim ve tavsiye ederim.
5)
Tezuka Osamu no Buddha: Akai Sabaku yo!
Utsukushiku-BUDDHA/Morishita Kouzou (2011): Animenin
gelişimindeki en önemli isimlerden birisi olan Osamu Tezuka’nın
mangasından uyarlanan bir film. Japonya’da da çok önemli bir din
olan Budizm’in başlangıcına yönelik bir hikaye. Film, ilk Buda
olan Siddhartha’nın hayatının ilk aşamasını, yani Buda
olmadan öncesini merkeze alıyor ve Siddhartha’yı bu yola iten
nedenleri ortaya koymaya çalışıyor. Mangayı okumadığım için
net bir şey söylemek zor ancak bana göre filmin çok zayıf bir
yönü var. Anime, başından itibaren bize güçlü karakterler
sunuyor ancak süre biterken karakterlerin çoğunluğunun hikayesi
bir sonuca bağlanmıyor ve film bu yönüyle açık uçlu bitiyor.
Tatta gibi oldukça fantastik bir karakterin bu filmde bulunma amacı
neydi, Siddhartha ile nasıl bir ilişkisi olacak? Bu sorular
cevapsız kalıyor ve daha birçok soru da aynı şekilde. Yine de
bilgi verici yönü olan bir film izlemek faydalı oldu ve Tezuka’nın
iri göz çizim tekniğini bu filmde de görmeye devam etmek garip
bir his uyandırdı. Film karakterleri, 2011 yapımı bir film için
Tezuka sebebiyle çok 60’lar şeklinde kalmışlardı. Çok
uzatmadan; fena film değil, izlenir.
6)
Gemini Man-İkizler Projesi/Ang Lee (2019): Yani, Will
Smith filmlerini severim. İzleyip de sıkıldığım bir filmini
hatırlamıyorum. Ama bu filmin öyle çok büyük bir numarası yok.
Klasik bir aksiyon filmi ve “Suicide Squad” filmiyle göz
aşinalığı oluşturan keskin nişancı tipi bu filmde de Will
Smith’in üstüne tam oturmuş. Yani Will Smith filmi götürüyor.
Boş zamanda izlenilebilecek eğlencelik bir yapım, daha fazlası
değil. Ama her zamanda dünya sorunlarına çare bulamayız, bazen
sadece bir aksiyon seyrederiz, düşünmeye gerek duymadan ya da
zorunda kalmadan. Gerçi yer yer yoğun “güçlü ABD”
propagandası göze batıyor ama sonuçta bir Hollywood filmi.
7)
Cennetin Krallığı-Kingdoom of Heaven/Ridley Scott (2005):
İlkokulda, lisede, lisansta, yüksek lisansta, her zaman ve tekrar
ve tekrar ve tekrar sıkılmadan izlediğim bir film. Hristiyanlık,
Müslümanlık, Haçlı Seferleri ve daha birçok meseleye dair;
insana dair çok fazla çıkarım yapılabilecek bir başyapıt.
Filmin söylediği şey, en azından benim çıkarımım, bu savaşlar
din ya da tanrı uğruna değil, sadece gücü elinde bulunduran
hırslı insanlar uğruna. Klasik hikaye, filler tepişnce çimenler
ezilir. Tarihin başından beri, gücü elinde bulunduran bir avuç
insanın hırsları uğruna milyonlarca, milyarlarca insan ölmüştür
ve hala da ölmeye devam etmekte. Belki bir gün, insanı topraktan,
taştan daha değerli görebilirsek, dünya daha iyi bir yer olabilir
ve gerçekten “Cennetin Krallığı” kurulabilir.
8)
Zombieland: Double Tap-Zombi Ülkesi: Çift Dokunuş/Ruben
Fleischer (2019): Filmi izlemeden önce sosyal medyada birçok
olumsuz yorumla karşılaşmıştım ama ben filmi beğendim. Zombi
filmlerine komedi bakışıyla yaklaşılan bu seriyi seviyorum. İlk
filmi izlediğimde henüz liseye yeni başlamıştım ve “Resident
Evil” (yazılışında hata olabilir) serisinden sonra zombi
filmleri açısından yepyeni bir soluk getirmişti hayatıma ve
amatör sinema tutkuma. Şimdi ise, aradan geçen 10 yılın ardından
bir sinema yüksek lisans öğrencisiyim. Naçizane, bir tez yazmaya
çalışıyorum sinema alanında ve görece profesyonel bir iş artık
sinema benim için. 10 yılda sinema üzerine düşüncelerim ve film
zevklerim elbette değişti ve uzun uzadıya düşünürsek bu film
hakkında da eleştirebilecek çokça şey bulabilirim ama ilk anda
sadece güldüm. Sürekli kahkaha ile olmasa bile tebessümle. Benim
için iyi bir filmdi. Beklediğim ve istediğim şeyi aldım. Bolca
zombi, distopik bir dünya ve aile olmak üzerine bir sorgulama.
Güzeldi. Elbbette filmin sonunda “Bill Murray”ye
bir sahne verip ilk filme gönderme yapmaları da oldukça
eğlenceliydi. Tavsiye edilir.
9)
The Sisters Brothers/Jasques Audiard (2018): Yakın dönem
Western filmi. Başrollerinde güncel “Joker”, “Joaquin
Phoenix” ve “John C. Reilly” “Sisters
Kardeşler” olarak yer alıyorlar. Kovboylar, altın
arayıcılar, ödül avcıları ve daha birçok Western ikonografisi
bu filmde kendine yer buluyor. Ayrıca bu film, bir yol hikayesi; bir
eve dönüş yolculuğu. Çok fazla vaatte bulunmayan ama izleyeni de
sıkmadan ilerleyen bir film. Pazar sabahlarının kovboy filmlerini
özleyenler ya da bu türe ilgi duyanlar varsa izlenebilecek bir
yapım.
10)
Godzilla 1: Kaijuu Wakusei-Godzilla: Planet of the
Monsters/Seshita Hiroyuki (2017): II. Dünya Savaşı sonrası
ilk “live-action” “Godzilla” filminden sonra “kaijuu”
yani canavar filmleri Japon Sineması’nın dünyaya sunduğu en
önemli tatlardan biri olmuştur. Birçok devam filmiyle birlikte
Godzilla’nın yanına çokça başka canavar da eklenmiş ve bu
canavarların ünü Japonya sınırlarını aşıp Hollywood
stüdyolarında da kendine yer bulmuştur. Amerikan toprakları da
birkaç uyarlama filme sahne olmuşturtur. Japonların dev
kertenkelesi, Amerikan topraklarını da yakıp yıkmaya başlamış.
2014 yılında “Warner Bross.” tarafından başlatılan
“canavarlar evreni” konseptinin temel direğini de
Godzilla oluşturmaktadır. Tekrar bu canavarın ana vatanı olan
Japonya’ya dönelim. Japon Sineması çöküşe geçtikten sonra
anime sektörü güç kazandı ve kariyerine live-action filmlerde
başlayan Godzilla da anime filmlere geçiş yaptı. “Godzilla
1” de canavarımızın anime filmi üçlemesinin ilk ayağı.
Godzilla’ya Japon bakışını görmek isteyen ama 2000 öncesi
kaijuu filmlerini izlemeyi göze alamayan sinema severlere önerilir.
İyi seyirler.
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil