11) Rambo Last Blood/Adrian Grünberg (2019): Şimdi, “Rambo” serisini baştan sona düzenli izledim desem yalan olur. Kopuk kopuk her şey. Çok fazla Amerikan propagandası olarak gözümüze gözümüze sokulan bir proje olarak düşünmüşümdür hep ki fikrim hala aynı. Yine de şöyle bir bakacak olursak; sanırım ilk film Vietnam Savaşı’ndan dönen sorunlu bir askerin ABD’de güvenlik güçleri ile mücadelesini anlatıyordu. Aynı asker yani Rambo, ikinci filmde Asganistan, üçüncü filmde de Vietnam’da “kötülere” karşı mücadele ediyordu. İkinci ve üçüncü filmlerin ülke sıralamaları tam tersi olabilir emin değilim. Dördüncü filmde ise Rambo, Vietnam olduğunu tahmin ettiğim bir Güneydoğu Asya ülkesinde balıkçılık gibi bir iş yapıyordu ve bölgeye yardım için gelen Batılı/Amerikalı insanları terörist bir grubun elinden kurtarıyordu. Yani konular çok net değil kafamda ama net olan tek bir şey var; Rambo koyun sürüsüne dalan kurt gibi insanları öldürüyordu. Bu filmde de değişen bir şey yok. Rambo’ya intikam alması için bir sebep verildi ve sonucunda Rambo onlarca insanı tek başına katletti. Yıllar geçse bile Rambo için değişen bir şey yok. İyi Rambo, kötü Vietnamlıları, Afganları ve Meksikalıları ortadan kaldırıyor. Bu defa iyi ABD karşısına Meksika konulmuş ve kötü sensin denilmiş. Sanki kadın ticareti yapan çeteler ABD’de hiç yokmuş gibi Meksika’dan Rambo için kötüler getirmişler. Film boyunca Meksika, uyuşturucu, hayat kadınları, insan kaçakçıları, silahlı çeteler ve yozlaşmış polisler ile özdeşleştiriliyor ve Rambo tüm bu olumsuzlukların sebebini Amerikan ruhu ile sonlandırıyor. Neredeyse 40 yıl geçmesine rağmen Rambo için değişen bir şey yok. Hala bir ölüm makinesi tabi sadece ABD’li olmayanlar için.
12)
One Piece Movie 14: Stampade/Sotozaki Haruo-Ootsuka Takashi
(2019): One Piece! Benim bireysel olarak anime izlemeye başlama
sebebim. Şimdiye kadar 917 TV bölümü, onlarca OVA ve Special
bölüm, 1000. sayıya yaklaşan manga, video oyunları ve daha bir
sürü yan ürün. Kendi başına koca bir dünya bu seri ve 20.
yılında 14. sinema filmiyle karşımızda. Şimdiye kadar tüm
filmleri izlemiştim ve favorim “Film Z” projesiydi. Ancak
Stampade tahtı bugün itibariyle aldı. Film bize adeta 20 yıllık
bir görsel şölen sundu. Film boyunca, TV serisinde yıllar içinde
karşılaştığımız karakterler irili ufaklı rollerle boy
gösterdiler. Bu yönü çok hoştu ve bazı karakterleri tekrar
görmek güzel bir duygu uyandırdı. Baş kötü zaten efsaneydi
ancak “Hasır Şapka Korsanları”nın
“Douglas Bullet” adlı kötüyü yenmek için hiç
beklenmedik ittifaklar kurması daha şahaneydi. Devrim Ordusu,
Denizciler, Korsalar ve Savaş Lordlarının tek ve kaçınılmaz
düşmana karşı ittifakı şahaneydi. Ben filmi çok beğenerek
izledim ve One Piece külliyatına hakim herkese de şiddetle
öneririm. Tek bir eleştirim var ancak bu film özelinde değil
genel olarak One Piece sinema filmlerinin üretim tarzı hakkında.
Filmlerin çok güzel hikayeleri var ancak manga ve TV serisinde
ilerleyen ana hikayeden çok bağımsız olmaları rahatsız edici
bir yönüyle. Örneğin tam bu günlerde Hasır Şapkalar, Kaido
adlı Yonko ile savaşmak için Wano adasında bulunuyor ve 2019 yılı
boyunca bu durum bu şekildeydi ama filme dönüp baktığımızda
hangi zaman diliminde geçtiği belli olmayan bir hikaye var. Luffy,
Big Mom’ın adasından ayrıldıktan sonra 1,5 milyar ödüle sahip
oldu ancak oradan ayrılır ayrılmaz Wano’ya, Kaido’nun
bölgesine girdi. Yine de filmde bu ödüle sahip olduğu söyleniyor.
Neyse çok uzattım. Belki de en iyisi Marvel-DC mantığı ile bu
sinema filmlerinin paralel bir evrende geçtiğini düşünüp
izlemeye devam etmek.
13)
Victoria and Abdul/Stephen Frears (2017): Bulgaristan
yollarında izlediğim ilk film (bu arada Bulgaristan’a girişim
engelendi. Gidemedim yani. Elimde kalan tek şey o yolda gidip
gelerek 3 film bitirmek oldu). Film güzel bir biyografik yapımdı.
Hükmetmenin ağırlığı ve İngiltere-Hindistan ilişkisi üzerine
güzel bir bakış açısı sunmuş. Sıkılmadan izlediğim bir film
oldu.
14)
The Big Short/Adam McKay (2015): Bulgaristan yolları vol. 2.
2008 ABD krizini sebeplerine odaklanan ve yine biyografik olan bir
film. Açıkçası filmin içinde dolandığı borsa dili bana çok
uzak olsada yine de genel hatlarıyla dünyayı sarsan bu “Mortgage
Krizi” mevzusunu anlamamı sağladı; yani hemen hemen. Konusu
bir yana oyuncu kadrosu oldukça güçlü. Hollywood’un birçok
yıldızı kadroda. Oyuncuya göre film izleyenler için önerilir.
15)
Identity Thief-Kimlik Hırsız/Seth Gordon (2013):
Bulgaristan yolları vol. 3. Klasik bir Amerikan komedi filmi ve bir
yol hikayesi. Fazla bir şey vaat etmiyor ama sıkıcı bir film de
değil. Başrollerin önceki filmlerini sevdiğim için izledim.
“Jason Bateman” ve “Melissa McCarthy” ikilisi
iyilerdi. Jason Bateman’ın “Game Night” ve Melissa
McCarthy’nin “Spy” filmleri favorilerim. Komedi
severlere önerilir.
16)
Parasite/Bong Joon Ho (2019): Zengin-fakir çatışmasını
çok iyi sunan ve bunu güçlü hikaye akışıyla sağlayan bir
film; kabul etmeliyim. Ancak ben kendi adıma sonunu beğenmedim. Bay
Park’ın tek suçu zengin olmak olmamalıydı. Elbette “Parazit”
ailenin sonu da yeterince vurucu değildi. Tamam, kızları öldü
ama onlar yüzünden üç ve hatta belki dört kişi daha hayatını
kaybetti. Buna rağmen cezalandırılmadılar. Belli ki Kore hukuku
farklı işliyor ancak anne, öldürdüğü adam yüzünden ceza
almadı. Sadece baba, Bay Park’ı öldürdüğü için aranıyor
ancak o da saklandı ve kimse tarafından bulunamadı. Filmin sonunda
erkek çocuğun çalışıp, mücadele ederek bir yerlere varmak
istemesi güzel bir mesajdı ama bu filmin mağdurları açıkça
zengin aile. Zengin olmaları başlarına gelenlerin cezasız
kalmasını gerektirmezdi. Bana göre, giriş ve gelişme başarılı
ancak sonuç benim açımdan yetersiz. Neyse ne; bu filmi Bong Joon
Ho yönetmiş ve bu onun filmi. Bize düşen izleyip zevk almak.
Sonuçta bu filmi değiştiremem. Yine de umarım Oscar kazanan bir
yapım olur.
17)
Borg vs. McEnroe/Janus Metz (2017): “Battle of Sexes”
filminden sonra tekrar biyografik bir tenis hikayesi izlemek bu spora
ilgimi giderek arttırdı diyebilirim; tabi sadece seyirci olarak.
Spor müsabakaları birçoğumuz için yani taraftar-izleyici
açısından bir eğlence aracıdır ancak bu film, sporun kendisinin
ve seyircinin sporcu üstünde ne denli büyük bir baskı kaynağı
olduğunu oldukça güçlü şekilde yansıtıyor. Kazanmak ayrı,
kaybetmek ayrı zor. Kaybettiğinde hiçsin ama kazandığında da
bir önemi yok çünkü bir gün kaybedeceksin ve insanlar önce ve
belki sadece o kaybı hatırlayacak. Filmin bize sunduğu hikayenin
biyografik, yani gerçek kaynaklı olması ise vuruculuğunu daha da
arttırıyor. Biyografik filmleri gerçekten seviyorum; kurmaca ile
belgeselin müthiş melezi bana göre. Bu filmi de herkese öneririm.
Sıkılmadan izlenebilecek oldukça iyi bir film.
18)
City of Lies/Brad Furman (2018): Özellikle 90’larda
polis tarafından işlenen siyahi cinayetlerine odaklanan biyografik
bir yapım. “Tupac Shakur” ve “The Notorious B.I.G”
gibi iki siyahi repçinin ölümlerinin perde arkasına odaklanan bir
yapım. Ben açıkçası filmi “Johnny Depp” için izledim
ama çok zevk aldığım söylenemez. Bahsi geçen repçiler hakkında
bilgim olmaması beni biraz hikayeden uzaklaştırdı ancak
ilgililerin izleyebileceği bir yapım.
19)
Dunkirk/Christopher Nolan (2017): Elbette hikayesi de
oldukça vurucu ancak filmi asıl ön plana çıkaran zamansal
kurgusu. Üç farklı zaman çizgisi ile başlayan film, seyirciyi
sürekli bir merak halinde tutuyor. Zaman çizgilerinin ne vakit
birleşeceği düşüncesi izleyeni sürekli olarak aktif, odaklanmış
bir şekilde bırakıyor. Öte yandan II. Dünya Savaşı’ndaki
“Dunkirk Olayı” üzerinden savaş psikolojisine,
özellikle er olarak adlandırılan en alt kademe askerlerin durumuna
odaklanmak iyi bir seçim olmuş. Rütbeliler karar verir ve olan
erlere olur. Askerlerin hayatta kalma mücadelesinde her yola
başvurmaları, savaşın vahşetini adeta tokat gibi yüzümüze
çarpıyor. İngilizler kurtulurken Fransız askerin boğulmuş
olmasında bir simgesellik aranmalı mı acaba bilemiyorum. Ancak
Gibson (Fransız) karakterinin İngilizleri her fırsatta
kurtarmasına rağmen ilk fırsatta harcanmak istenen kişi olması
ve sonunda yine onun ölmesi de acı ve adaletsizdi ama maalesef
hayatın kendisi de öyle.
20)
Earthquake Bird/Wash Westmoreland (2019): Nasıl demeli
bilemiyorum ama sanırım çok uzatmaya gerek yok; ben bu filmi
beğendim. Severek izledim. Hikayesi güzeldi. İçe kapanık,
geçmişinde hayaletler ve sorunlar olan bir kız, tanıştığı
yakışıklı, gizemli ama tedirgin edici adam ve kayıp bir başka
kadın. Hikaye bizi adım adım cinayete doğru sürüklüyor ama
bunu telaşla değil durağan adımlarla yapıyor. Aslında
fotoğrafçı elemanın yani Teiji’nin katil olduğundan emin bir
şekilde izlerken yine de kendini Lucy’nin de cinayeti işlemiş
kişi olabileceğine hazırlıyorsun. Ama her şey abartısız bir
şekilde yaşanıyor; son ana kadar şiddet dozu diplerde. Benim
açımdan filmi çekici kılan ise ana karakterin Japonya’da bir
yabancı olması ve oraya dışardan bir bakış sunması. Arka
planda Japon doğası, mimarisi, toplumu, kültürü, vs. çok güzel
bir şekilde ve yine telaşa düşmeden seyirciye sunulmuş.
Japonya’ya gitme isteğimi körükleyen bir yapım oldu.
Yorumlar
Yorum Gönder