21) Fighting With My
Family/Stephen Merchant (2019): 90’ların sonu, 2000’lerin
başı arası bir dönemde televizyonda “Flash TV”de
yayınlanan “Amerikan Güreşi” programı vardı.
Hastasıydım adeta. Sahte ama eğlenceli bir şey olarak düşünürdüm
ve hep ne zaman gerçekten birbirlerini dövmeye başlayacaklarını
merak ederdim. Tabi bir süre sonra Flash TV bu programı yayınlamayı
bıraktı ve ben de unuttum gitti. Sonrasında internet ortamında ya
da farklı kanallarda denk gelsem bile o ilk heyecanı yaşayamadım.
Güreşçiler çoğunlukla farklıydı artık. Neyse, bu filmin
fragmanını ilk izlediğimde gerçekten merakımı uyandırdı ancak
hemen izleyemedim. Şimdi ise iyi ki izlemişim diyorum. Hem geçmiş
anılarım canlandı hem çok güzel bir biyografik yapım izledim
hem de sahte olarak adlandırdığım hareketlerin nasıl
yapıldığını, nasıl ayarlandığını öğrenmiş oldum.
Amerikan Güreşi bir dans ve bu dansta partnerlerin uyumu çok
önemli. En ufak bir hata o sahtelik olarak adlandırdığım şeyi
geri dönülemez bir gerçekliğe çevirebilir. Bu spora merakı
olanların izlemesini tavsiye edebileceğim güzel bir yapım. Çok
iddialı değil ama güzel.
22)
Godzilla 2: Kessen Kidou Zoushoku Toshi-Godzilla: City on the
Edge of Battle/Seshita Hiroyuki-Shizuno Koubun (2018): Öncelikle
“CGI” kullanımının beni çok rahatsız ettiği bir
gerçek. Animenin kendine has o tekniği ortadan kayboluyor gibi.
Ancak yine de Hollywood yapımı “Godzilla” filminden daha
iyi bir hikaye izlediğimi söylemem lazım. Özellikle
“doğa-medeniyet” ve “bilim-din” çatışmalarının
net bir şekilde işleniyor oluşu oldukça güçlü bir hale
getiriyor filmi. Film üzerine uzun uzadıya konuşmaya niyetim yok
ama şunu söylemem lazım; Warner Bros. filmleri hikaye açısından
şu ana kadar zafıy kalmış gibi görünüyor bu iki Godzilla
animesi sonrası, yani en azından benim için. İzlediğim 2014 ve
2019 tarihli filmlerde canavarların savaşması ve ortalığı
yıkması her şeyi gölgede bırakıyor. Oysa bu film, dünya
meselelerine daha eleştirel bakabiliyor. Elbette kendine göre bir
taraftan bakıyor ama yine de daha güçlü bir duruşu var. diğer
yandan sunduğu insan hikayeleri daha güçlü, daha motive
karakterler var. Ben her türlü anime versiyonlarını tercih
ederim. Ah bir de şu yapım teknikleri böyle olmasa...
23)
Godzilla 3: Hoshi wo Kuu Mono-Godzilla: The Planet
Eater/Seshita Hiroyuki-Shizuno Koubun (2018): Üçlemenin son
filmi. Oldukça yoğun bir din ve teknoloji, medeniyet, refah
arayışı, evrenin ve hayatın sonu eleştirisi barındıran bir
filmdi. Film teknolojiyi ve modernleşmeyi değil de doğaya dönüşü
seçerek bitti. Film boyunca insanların din anlayışı üzerine
yapılan tespitler çok iyi seçilmişti. Mesele bir canavar
filminden çok daha fazlasıydı. Hala üretim yöntemi beni rahatsız
ediyor olsa bile çok sevdiğim bir üçleme oldu. Bu film yoğun bir
din eleştirisi sunuyor. İzlenmesini öneririm. İnsanlar, kendi
canavarlarını kendileri yaratır.
24)
Gifted/Marc Webb (2017): Toplum kendinden farklı olanı
her zaman dışlar. Kendinden aşağı gördüğünü de, kendinden
yukarı gördüğünü de. Bunu nasıl demeli bilemiyorum ama toplum
yani çoğunluk, “geri zekalı” dediğini de, “ileri
zekalı” dediğini de öteler. Farklı olmak bir nevi suç bu
denklemde. “Gifted” bize bu durumu 7 yaşında ultra zeki
ama anne-babası olmayan bir kız üzerinden sunuyor. Ebeveynlik
görevini üstlenip onu büyüten dayısı, onun toplumda yer
edinebileceği bir hayat kurmaya çalışırken, anneannesi ise ona
izole bir yaşantı sunmaya çalışıyor. Soru şu; insan topluma
uyum mu sağlamalı yoksa farklılığının peşinden mi koşmalı?
Film sanki bir orta yol bularak bitiyor gibi. Aile olmak üzerine
güzel bir film.
25)
Hustlers/Lorene Scafaria (2019): Bu filmi “Big Short”
filminden sonra izlemiş olmam büyük şans. Her iki film de 2008
ekonomik krizi etrafında şekillenen bir hikayeye sahip. “Big
Short”, Wall Street borsasının çöküşüne odaklanıyordu
ve filmin bir yerinde “Mortgage” yatırımı yapan
“striptiz kulübü” çalışanı olan kadınlara
değiniliyordu. Bu film ise o kadınların borsacılar ile kurdukları
ilişkilere ve krizin ardından neler ile yüzleşmek zorunda
kaldıklarına ve çözüm için ne tür yollara başvurduklarına
bir gazete haberi üzerinden odaklanıyor. 2008 krizini biraz daha
iyi kavramak ve “striptizci” diye adlandırılıp ötelenen
bu kadınları (sanatçıları) daha iyi anlamak için izlenmesi
gereken bir film.
26)
I, Tonya/Craig Gillespie (2017): Yine, yeni ve yeniden bir
biyografik film; ayrıca, “Margot Robbie, Margot Robbie, Margot
Robbie”. Birçok kişi onu “The Wolf of The Wall Street”
filmindeki sarışın güzel olarak tanıdı ve belki de bu “güzel”
sıfatı üstüne yapışacak gibiydi ancak, o filmden sonraki her
filmiyle sadece güzel değil, çok çok da yetenekli olduğunu
kanıtlıyor. Bu filmde de bana göre çok başarılı bir oyunculuk
sergilemiş; özellikle filmin sonuna doğru gerçekleşen mahkeme
sahnesinde bir harikaydı. Artık bir filmin afişinde onun adını
görünce iyi bir yapım izleyeceğim hissi oluşuyor içimde. Filmin
konusu ise Tonya adlı patencinin olimpiyatlara ve hayal
kırıklıklarına uzanan macerasının anlatılması şeklindeydi.
Film gerçek bir hikayeyi ve gerçek kişiler ile yapılmış olan
röportajları temel alarak ilerliyor. Gerçek bir hikaye ve başarılı
bir oyuncu ortaya güzel bir film çıkmasını sağlamış.
27)
Jojo Rabbit/Taika Waititi (2019): 10 yaşında fanatik bir
Nazi’nin gözünden II. Dünya Savaşı. Şimdiye kadar çok II.
Dünya Savaşı filmi izledim ama hemen hemen hepsi dram ve aksiyon
içerikli yapımlardı. Ancak bu film o döneme dramın yanı sıra
komedi unsurlarıyla yaklaşmasını başarıyor. Yer yer dramı
yüksek ama yer yer de oldukça eğlenceli; özellikle Waititi’nin
kendisinin canlandırdığı hayali Adolf karakteri ile Jojo arasında
geçen sahneler. Film bize en büyük düşmanımızn önyargılar
olduğunu 10 yaşında bir Nazi ve 17 yaşında bir Yahudi arasında
gelişen ilişki üzerinden sunuyor. Güzel filmdi. Sanırım Taika
Waititi’nin filmlerini artık daha sıkı takip edeceğim.
28)
Klaus/Sergio Pablos (2019): Sanırım bu yıl izlediğim
en iyi animasyon filmiydi. Noel Baba efsanesinin nasıl başladığına
yönelik güzel bir hikaye. Bütün yılbaşı ve Noel Baba (Santa
Klaus) temalı filmlerde yer alan tüm o ikonografik unsurlara
mantıklı birer açıklama getirerek seyirciye sunmuşlar. Bazılar
yine de gerçekçi değil ama kendi içinde tutarlı; örneğin
bacadan eve girmek ve gökyüzünde geyikli kızak ile uçmak gibi.
Normalde Yeni yıl, yılbaşı temalı filmlere pek ilgi duymam.
Sonuçta bu daha çok kültürel bir unsur ama bu filmi izlediğime
hiç pişman olmadım ve hatta bittiğine üzüldüm. İlerleyen
zamanlarda tekrar oturup izlemem bir sürpriz olmaz. Çok güzeldi,
animasyonuna bayıldım zaten; karakter ve çevre tasarımları bence
çok etkileyiciydi. Sanırım aynı senaryo gerçek oyuncular ile
çekilip bir filme dönüştürülseydi bu kadar etkileyici
olmayacaktı. Böyle filmleri izlemek belki ülkemiz yetişkinlerinin
de animasyona karşı bakışını bir nebze olsun değiştirebilir.
Çok yaşa animasyon sineması...
29)
Last Tango In Paris-Paris’te Son Tango/Bernardo Bertolucci
(1972): İntihar etmiş karısıyla hesaplaşmaya çalışan ve
kendini yeni tanıştığı genç bir kadına öldürten bir adamın
hikayesi. İnsanların yaptıkları işleri beğenmemek haddime değil
belki ama naçizane fikrim şu: Bu film sadece bir “tereyağlı
tecavüz”, başka bir şey değil. Filmin kendi hakkında
konuşturacak başka hiçbir yönü yok. Hayatımdan 2 koca saat
çaldığı için üzgünüm.
30)
Marriage Story/Noah Baumbach (2019): Oyunculuklar çok
iyiydi ve oyuncuların hissettirdiği bu evlilik hikayesinin mutsuz
bitmesi üzücüydü. Film boyunca hep bir çıkış yolu bekledim.
Charlie’nin eşini aldatmış olduğu gerçeği çok büyük bir
handikap ama işler her an daha kötüye giderken hiçbiri,
birbirlerine hala aşık oldukları halde, ileri doğru bir adım
atmadı; ne diyebilirim, üzdü. Her zaman her filmin mutlu sonla
bitmesine karşıyım ancak bu hikayede mutlu son istedim, dürüst
olmam lazım. Bu filmi izleyecek olan kişi “Scarlett Johansson”
ve “Adam Driver” oyunculuk performansları için izlemeli.
Ben, kendi adıma, yer yer, izlediğimin bir film olduğu gerçeğinden
koptum ve filmin hikayesi, oyunculuklar sayesinde, bu iki saatlik
süre için benim gerçeğim oldu. Güzel filmdi.
Yorumlar
Yorum Gönder