31) Official Secrets/Gavin Hood (2019): Yine biyografik olarak adlandırılabilecek bir film. ABD’nin Irak’ı işgal sürecini ele alan film “Keira Knightley” tarafından canlandırılan İngiliz casusu Katharine Gun’ın ABD ile Birleşik Krallık hükümetleri arasındaki yazışmaları sızdırarak savaşı engelleme çabasını anlatıyor. ABD ve İngiltere’nin Irak işgali sonrasında savaş suçlusu olarak yargılanmamak için Birleşmiş Milletler içerisinde çevirdikleri oyunlara değiniliyor. Ele aldığı konu olarak benim açımdan çarpıcı bir filmdi ama gerçeğe bakarsak değişen bir şey olmadı. Olan sadece ölen ve yaralanan binlerce ve hatta milyonlarca Iraklı’ya ve oraya emir aldıkları için giden ABD ve İngiltere askerlerine oldu. İzlenebilecek bir film.
32) Acı ve Zafer-Dolor y Gloria/Pedro Almodovar (2019): Hikayenin ana karakterinin bir yönetmen oluşu ve yaşadığı tüm olumsuzluklara, fiziksel ve zihinsel acılara rağmen sonunda tekrar hayata tutunup üretmeye başlaması beni filme bağlayan şeydi. Sakin akan bir havayla, yaşlı bir adamın geçmişi ile hesaplaşması şeklinde ilerleyen bir filmdi. “Antonio Banderas”, benim için her zaman “Zoro” olarak kalacak ama bu filmde de bir harikaydı. Filmin renk seçimleri, arkaplan düzenlemeleri ve kostüm seçimleri de başarılıydı bence; aslında dram yüklü bir hikaye var karşımızda bir yönüyle ancak film bize bunu kasvet dolu bir şekilde sunmuyor. İzlediğimiz rengarenk bir dram; bu renk kullanımı izleyeni umutlu bir ruh haline sokuyor bana göre. Her ne kadar filmin adı da sonunun mutlu biteceğini duyuruyor olsa dahi kullanılan ton da bunu baştan sona destekliyor. Yine güzel bir film.
33) Repilicas-Replikalar/Jeffrey Nachmanoff (2018): “Keanu Reeves” son yıllarda o kadar fazla “John Wick” karakteri ile özdeşleştiki film boyunca ondan sürekli bir aksiyon bekledim. Yani, film çok farklı, hiç yapılmamış bir şey vadetmiyor; Hollywood tarihinde birçok örnekleri bulunan yapay zeka, insan klonlama gibi konular etrafında dönen filmler halkasına bir yenisini ekliyor. Keanu Reeves severlerin izleyebileceği bir film.
34) LEGO DC Comics Super Heroes Aquaman: Rage of Atlantis/Matt Peters (2018): Sonunda izledim. Yani “Jason Momoa” Aquaman’inden sonra tekrar sarışın orjinaline dönmek bir garipti. Bir oyuncu, bir karakterin yıllardır süregelen görünümünü kolayca etkileyip değiştirebiliyor. Bu filmde de Aquaman ve kardeşi Orm’un taht mücadelesi işlenmiş; tabi Justice League ve Lanternlar da olaya dahil edilip güzel bir hikaye sunulmuş. Batman yine bir şahane. Bir LEGO filminden beklenebilecek standartta bir film.
35) Ying-Shadow-Gölge Savaşçı/Yimou Zhang (2018): Tam anlamıyla bir görsel şölen. Filmin final sahnesine kadar olan tüm sahneler adeta bir tablo büyüleyiciliğinde ilerliyor. Filmin en güçlü yönü kesinlikle bize sunduğu görsel arkaplan ve bu görselliğin çekim yöntemleriyle şekillendirilmesi. Hikaye kısmı ise taht oyunları ve saray entrikaları etrafında şekilleniyor. Herkesin birbirinin kuyusunu kazdığı bir hikaye. Final sahnesinde tüm esas karakterlerin hesaplaşma anı filmin bir resim kıvamında ilerleyen dingin temposuna bambaşka bir aksiyon getiriyor. Film boyu, savaş sahneleri dahil, bizi ele geçiren o dinginlik ve o estetik hava bir anda yerini şiddete bırakıyor. Çince olarak bir film izlemek aslında yer yer yorucu bir etkinlik oldu çünkü neredeyse hiç kulak aşinalığımın olmadığı bir dil bu ama yine de filmi çok beğendim. Çin Sineması’na daha çok şans vermem gerekiyor sanırım.
36) Toy Story 4-Oyuncak Hikayesi 4/Josh Cooley (2019): “Oyuncak Hikayesi” serisi bence her çocuk daha doğrusu her insan için özeldir. Öyle ya da böyle hepimizin adına oyuncak dediği bir eşyası olmuştur. Belki bir ayıcık, belki bir araba ve belki de sadece bir çatal ama sonuçta bizim için önem arz eden bir nesnemiz olmuştur. Bu filmler, oyuncaklar ile olan ilişkimize sunduğu bakış ile çok değerlidir ve bence izleyen herkesin gözünde özel bir yeri olacaktır. Son filme gelirsek; Woody’nin hikayesinin sonu mutlu bitti, kendine bir amaç buldu. Son film bize bir aşk hikayesi sundu aslında ve hikayeyi mutlu bitirdi. Woody, yıllar önce kaybettiği aşkı Bo’ya kavuştu. Andy’yi kaybetmenin üstesinden geldi ve kayıp bir oyuncak olarak kendine yeni bir yol seçti. Buzz ve diğerlerini geride bırakması ve yollarının ayrılması üzücü kısımdı ama yine de sonunu sevdim. Özellikle seriye yeni katılan iki karakter, peluş oyuncaklar “Duck” ve “Bunny” film boyunca benim favorilerim oldu. Sırf onları tekrar görmek için yeni bir film daha bekler durumdayım ama sanırım bu sondu; artık büyüdük.
37) Unbreakable/M. Night Shyamalan (2000): Bu filmi yıllar önce izlemiştim ama her şey zihnimde yarım yamalak haldeydi. “Split” filmini izledikten sonra, bu film ile bağlantılı oluşu ve sonrasında ise “Glass” filminin gelişi beni tekrar bu filmi izlemeye itti. Glass öncesi bu filmi yeniden izlediğime memnunum. Üçlemenin sahip olduğu fikir güzel; gerçek hayatta süper kahramanlar! Düşük bütçe ile fena olmayan bir film ortaya koymuş yönetmen. Split kadar başarılı bulduğumu söyleyemem ve belki Glass’ı izledikten sonra serinin en zayıf halkası olarak bu filmi göreceğim ama yine de saygıyı hak ediyor çünkü bir başlangıç noktası ortaya koyuyor.
38) Vice/Adam McKay (2018): “Dick Cheney” adlı adamdan kesinlikle nefret ettim. Bir ABD vatandaşı bu filmi izledikten sonra ne düşünmüştür bilemiyorum ama ben kesinlikle bu adamdan nefret ettim. Film bize “gücü kötüye kullanım” denildiğinde ne kastedildiğini en acı şekliyle sunuyor. Her ne kadar biyografik bir film olsa dahi sonuçta bu bir kurgu; elbette bunu unutmamak lazım. Ancak filmin bana düşündürdükleri tüyler ürpertici. Irak petrolünü ele geçirmek için “11 Eylül” olayını bir araç olarak kullanmaları ve Amerikan halkını işgali desteklemeleri için manipüle etmeleri dehşet vericiydi. Bir avuç insanın hırsları için kurban giden yüz binlerce insan. Bu film bir kez daha gösteriyor ne kadar acımasız ve adil olmayan bir dünyada yaşadığımızı. Filler tepişir, olan yine çimenlere olur.
39) The Handmaiden (Ah-ga-sshi)-Hizmetçi/Park Chan-Wook (2016): Öncelikle film +18, hiç olmadı en az +15. Sevişme sahneleri oldukça uzun ve de net. O yüzden en azından çocuklar için bir uyarı koymak sanırım doğru olacaktır. Gerçi bu uyarının ters psikoloji yapma ihtimali de var. Konuya dönecek olursak; filmle ilgili en sevdiğim kısım kurgusuydu. Aynı hikaye, farklı bakış açılarıyla ve geriye dönüşlerle anlatılmış. İlk anlatıda oluşan kimi boşluklar dolarken doğru olduğunu düşündüğünüz ya da hissettiğiniz yanlışlar yavaş yavaş gün yüzüne çıkıyor. Sürekli olarak kim kime ihanet ediyor düşüncesi ile başa çıkmak zorunda kalıyorsunuz. Bence bu filmi değerli kılan şey bu kurgu, bu anlatım yolu. Daha düz bir biçimde, doğrudan anlatım yoluyla kurgulanmış bir film olsaydı, sevişme sahnelerine rağmen, çok tutmayacak bir hikaye ortaya koyacaktı bu proje ama parçalı anlatım filmi çok daha değerli bir yere koymuş. İzlediğime pişman olmadım.
40) Zulu/Jerome Salle (2013): Bu kadar uzun zamandır izlemediğim için pişman olduğum bir film daha. Tamam çok aman aman değil ama arka planına ırkçılığı alan başarılı bir polisiye film. Orlando Bloom’u çoğunlukla görmeye alışık olduğumuz iyi çocuk tiplemelerinin dışında görmek de güzeldi. Irkçılık ve polisiye sinemada ilk defa olan şeyler değil. Ancak benim açımdan, ırkçılık denince ABD’li Siyahiler ya da II. Dünya Savaşı zamanında Yahudiler temalarının dışında bir şey izlemek yenilikçi bir süreç oldu sanırım. Irkçılık her yerde her ülkede maalesef. Bu film ise bizi Güney Afrika’ya ve orada yaşananlara götürüyor.
Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.
Yorumlar
Yorum Gönder