41) Superman Red Son/Sam Liu (2020): 2020’nin ilk filmi. Superman’i Sovyet lideri olarak izlemek değişikti ama sonuçta yine komünizm kötü ve kapitalist ABD iyidir şeklinde biten bir hikaye sunuldu. Film boyunca Sovyet Superman ile Lex Luthor arasında bir satranç maçı vardı ve sonunda kazanan Luthor oldu. Superman ve Lex birlikte çalışıp Brainiac’ı yendiklerinde film güzel bir sona doğru gidiyor diye düşündüm. Herkesin diktatör olarak andığı Superman, Brainiac’ın gemisini, patlamadan önce uzaya fırlatıyor ve tüm dünyayı kurtarıyor ama sonrasında kendini ölü olarak gösterip her şeyi ABD’nin eline bırakıyor. Eğer ABD’li değilsen Superman olman bile yetmez dünyayı gerçekten kurtarmak için. Tam bir propaganda filmi. Yıl olmuş 2020 ama ABD hala geçmişin hayaletleri ile savaşıp, kendi kurgu savaşlarında kazanarak, yine kendini dünyanın koruyucusu ilan ediyor. Film biterken Lex Luthor da onu söylüyor; dünya birleşik devletler olarak tek bir çatı altında toplanacak. Amerika Birleşik Devletleri’nden Dünya Birleşik Devletleri’ne! ABD, dünyaya demokrasi götürecekmiş; filmin mesajı bu. Peki ama ABD gerçekten kaç ülkeye demokrasi götürdü bu güne kadar?
42) Jumanji The Next Level/Jake Kasdan (2019): Açıkçası ben ilk filmde daha çok eğlenmiştim. Şimdi ikinci filme gerek var mıydı diye düşünüyorum ama maalesef tüketim kültürü bize bunu yapıyor; hep daha fazlası olmak zorunda. Film kötü demiyorum bu arada; sıkılmadan izledim ama sonuçta ilk filmin ötesine geçen bir şey ortaya koymuş değiller. Aynı sakarlıklar, aynı söz dalaşları vs. ilk filmin popülerliğinin doğurduğu bir proje sadece. Umarım böyle devam etmez ve üçüncü film gerçekten ilk iki filmden daha farklı ilerler. Gerçi Jumanji’nin gerçek dünyaya gelmesi bir farklılık yaratır ancak sonuçta bunu da daha önce orjinal filmde görmüştük.
43) Allied-Müttefik/Robert Zemeckis (2016): Güzel filmdi. “Marion Cotillard” ve “Brad Pitt”in oyunculuklarını beğendim. “Casablanca” filmini çağrıştıran ilk yarıda oldukça güzeldi ve aksiyon kısmını yüklenmişti film adına. İkinci kısım ise daha çok psikolojik bir gerilim havasındaydı. Kadın casus mu değil mi? Adam ne yapacak? Ülkesini mi yoksa sevdiği kadını mı seçecek? Aşk ve casusluk filmi severlere önerebileceğim bir yapım.
44) Brazil/Terry Gilliam (1985): Distopyalar mutlu sonla bitmez. Bu filmle bunu tekrar hatırlamış olduk. “Brazil”, fazlasıyla “1984” havasında bir film, bir distopya. Film bize tüketim kültürü üzerine kurulu distopik bir şehir sunuyor. Tüketim o kadar ileri bir safhadaki Hristiyanlık ve Kapitalizm aynı anlama gelmiş adeta. Tüketimi aşılayan her yerde haç işareti gözümüze çarpıyor. İşlenen bir suçun karşılığı bile tüketmek üzerine kurulu. İnsanlar kredi çekmek zorunda bırakılarak cezalandırılıyor. Ayrıca inanılmaz boğucu bir bürokrasi işlemler zinciri var. Yılına göre oldukça başarılı ve üstüne çokça konuşulabilecek bir film. Ütopya-distopya severlere tavsiye edilir.
45) Chocalat-Çikolata/Lasse Hallström (2000): İnsanın ağzını sulandıran bir film. Öyle bir çikolata dükkanında çalışmayı çok isterdim. Film, gösterdiği birbirinden leziz çikolataların yanında hikayesi ile de oldukça lezzetli. Nasıl demeli; gericilik, tutuculuk, yobazlık her yerde aynı. Bunun bir İslam ülkesi ya da Hristiyan bir ülke olması fark etmez. Küçük bir yerleşim yeri, din ve bir topluluk olduğu sürece hikaye hep aynıdır. Yeniliklere karşı korkutulan insanlar. Film bu korkuları aşan mutlu bir sonla biterek umut veriyor. Bir diğer yandan film bize anaerkil bir yapılanma sunuyor. Anneden kıza geçen bir gelenek; çikolata ile mutluluk dağıtan gezgin ve hünerli kadınlar. Belki de anaerkil yapılanma örneklerini, güçlü kadınları daha çok görmeliyiz filmlerde; özellikle insanların bir şeyleri filmlerden ve dizilerden öğrenmeyi seçtiği bir çağda.
46) Kaijuu no Kodomo-Children of the Sea/Ayumu Watanabe (2019): Film yapma sürecinde animasyonun verdiği özgürlüğe bir kere daha hayran olmamak elde değil. Film, ergenlik döneminin başlarındaki Ruka adlı bir kızın, yaz tatilinde, denizden gelen Sora ve Umi adlı iki çocukla, iki tanrısal varlıkla yaşadıklarını anlatıyor. İnsan ve evren ilişkisini sorgulayan film uzay-zaman akışlarının yaşandığı sahnelerdeki efektlerinin büyüleyiciliği ve kocaman gözlerle çizilmiş karakterleriyle kendini izletmesini başarıyor. Ayrıca filmin başından sonuna kadar tanıttığı birçok deniz canlısıyla birlikte öğretici, bilgi verici bir misyon da üstleniyor. İzleyenin pişman olmayacağı ve üzerine daha da konuşulabilecek bir film.
47) Donnie Brasco-Köstebek/Mike Newell (1997): Johnny Depp’in “Kaptan Jack Sparrow” olmadan önceki döneme ait filmlerini izlemeye devam. Filmin gerçek olaylara, bir FBI dosyasına dayanıyor oluşu ilgi çekiciydi. Bir ajan olan Donnie Brasco’nun çökertmek için sızdığı mafyada Al Pacino’nun karakteri Lefty ile kurduğu arkadaşlık ve görevi arasında kalışı güzel bir hikayeydi doğrusu. Al Pacino ve Johnny Depp ikilisinin uyumu da bence oldukça iyi olmuştu. “Godfather” tarzı mafya filmlerini severlere önerebileceğim bir film. Ve bu arada, sanki Al Pacino sadece bu filmlerde oynuyormuş gibi bir hisse kapıldım izlerken; “Godfather”, “Scarface” ve “Irisman” de benzer işlerdi sonuçta. Neyse bunun konuyla alakası yok. Donnie Brasco, mayfa-gangster filmi severlere gelsin.
48) Bottle Rocket/Wes Anderson (1996): Yani açıkçası biraz hayal kırıklığı yaşadım. “The Grand Budapest Hotel” gibi bir şaheserden sonra bu film oldukça sıradandı. Ne hikaye ne de karakterler ile bir bağ kuramadım film boyunca. Elbbete bunlar benim bireysel görüşlerim ama filmin renkleri ve çekim açıları oldukça basitti. B kalite bir film. Ama bunun Wes Anderson’ın ilk uzun metrajı olduğu gerçeğini göz ardı etmemek lazım. Budapeşte’ye giden yol elbette kolay olmayacaktı. Böyle bir eser zaman ve tecrübe ister. Ben de aynı standardı beklemiyordum elbette bu filmden ama tarz olarak bu kadar da farklı bir iş ile karşılaşacağımı düşünmemiştim. “Bottle Rocket” gayet düz bir zamansal çizgi ile ilerleyen, karakterler farklı olsa bile abartıdan uzak bir hikaye sunuyor bize. Düşük bütçeli, basit bir film. Yönetmenin ismine aldanarak, filme karşı beklentiyi çok yükseltmeden izlemeye başlamak lazım.
49) Guns Akimbo/Jason Lei Howden (2019): Sanırım artık birçok insan “Daniel Radcliffe”i “Harry Potter” olarak değil de Daniel Radcliffe olarak görmeye başlamıştır. Son yıllarda gerçekten çok iyi projelerde yer alıyor ve oldukça iyi bir kariyer geçmişi oluşturdu filmografi olarak. Festival filmlerinden popüler gişe filmlerine kadar geniş bir yelpaze içerisinde oyunculuk sergiliyor ve kendi adıma oyunculuğunu gerçekten beğeniyorum. Başarılı bir isim ve artık küçük Harry’den çok daha fazlası. Filme gelecek olursak; hikayede güzel bir eleştiri var. Giderek sanallaşan günümüz dünyasının gidebileceği potansiyel yollardan birini sunuyor bize bu film. Kapitalizm ve insanın şiddete olan yoğun merakı ve arzusu. Kapitalizm bize yıllardır şiddeti satıyor ki bunu bu filmde de yapıyor ama hikayenin anlattığı şey bunun bir üst kademesi. Video oyunlarından ya da aksiyon filmlerinden çok daha öte bir şiddet. İnternet üzerinden canlı yayınla insan avı. Gerçi benzer örnekler içeren “Ölüm Yarışı” ve adını hatırlamadığım bir film daha izlemiştim ama buradaki mesele fikrin orjinal olup olmaması değil. Mesele ana fikrin korkunçluğu. Şiddete olan bu yatkınlığımız ve arzumuzun bu KAPİTALİST sistemi nelere gebe bırakabileceğini kestirmemiz çok güç. Gelecek her zaman belirsiz bir kavram olmuştur ancak günümz dünyasında giderek belirsizleşiyor. Hız arttıkça belirsizlikdaha da yoğun oluyor. Belirsizlik ise karamsarlığı ve karanlığı doğurur. Karanlık geleceklerden korunmak ümidiyle...
50) Rushmore/Wes Anderson (1998): “Bottle Rocket”tan kısa süre sonra bu filmi izlediğim için rahatlıkla söyleyebilirim ki “The Grand Budapest Hotel” filminin izlerini bu filmde görebildim. Filmin kurgusu olsun, çekim açıları olsun, aykırı karakterleri olsun; Wes Anderson sinemasına beni hayran bırakan tarzın ilk ışıklarını bu filmde net bir şekilde gördüm. İlk uzun metrajına kıyasla, yönetmen bu filmde kurguyu daha cesur ve yoğun kullanmış ve bence sinemayı sanat yapan kurgudur. Filmin farkı kurgusunda çıkar. Filmi sevdim; özellikle ana karakter Max’in rahatsız edici bir sempatikliği vardı. Elbette bir parantez de “Bill Murray” için açmak lazım. Canlandırdığı karaktere çok şey kattığı aşikar. Aynı anda hem komedi hem de dram karakteri olan bir kişi sunuyordu bize. Ayrıca ilk filmde yer almış bazı oyunculara ufak roller verilmiş olması da hoş bir sürprizdi. Wes Anderson sinemasının kemikleşmiş oyuncu kadrosunun oluşumuna şahitlik etmek oldukça hoş bir duygu. Umarım son filmi vizyona girmeden kalan filmleri de bitirebilirim. Ha bu arada, film neyi anlatıyor? En basit şekliyle, okulundan bir öğretmene aşık olan, oldukça farklı bir kişiliğe sahip Max adlı bir lise öğrencisinin bir okul dönemi boyunca yaşadıklarını izliyoruz.
Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.
Yorumlar
Yorum Gönder