71) 21 Bridges/Brian Kirk (2019): Şimdi açıkçası bu filmi “Spenser Kanunları” ile kıyaslamak zorundayım. Mevzu aynı; yozlaşmış polisler. Ancak bu filmin hikayesi çok daha sağlam. Geceden sabaha süren bir kovalamaca ve bol bol çatışma. Filmin adı, “Manhattan” adasını ana karaya bağlayan 21 geçitten geliyor. Filmin başında iki eski asker, bir uyuşturucu zulasını patlatıp, kaçarken 8 polis öldürüyorlar. Sonrasında kovalamaca başlıyor ve polisler, kaçakları Manhattan’da kıstırıyor ve sabah 05:00’e kadar tüm geçişler kapatılıp ada tecrit altına alınıyor. Ana karakterimiz Andre, geceden sabaha hem kaçak katilleri yakalıyor hem de uyuşturucu karteline dönüşen polis teşkilatını temizliyor. Aksiyonu fazlasıyla bol bir film. Aksiyon severlere önerilir.
72) Arctic/Joe Penna (2018): Az diyalog, çok hareket. İlk bakışta sıkıcı olacakmış hissi uyandıran bir film ama izlemeye başladıktan sonra kendine bağlamayı başarıyor. Film, insanın doğa ile olan mücadelesini en acımasız haliyle gözler önüne seriyor. Elbbette sadece bu da değil. Ana karakterimiz, sadece doğa ile değil, aynı zamanda toplumsal bir varlık olmak ile ilkel hayatta kalma dürtüleri arasında da mücadele veriyor. Buzullarda uçak kazası geçirmiş olan ana karakter, o soğukta hayatta kalma mücadelesi verirken; bir de üstüne kendisi gibi kaza geçiren ve ağır yaralanan bir kadını da kurtarmaya ve medeniyete ulaştırmaya çalışıyor. Güzel bir film. Önerilir.
73) Madagaskar 2-Madagascar: Escape 2 Africa/Eric Darnell-Tom McGrath (2008): Yine, yeni ve yeniden. Şimdiye kadar bu filmi kaç defa seyretmişimdir kim bilir ama her defasında kendini yeni baştan izletmesini beceren bir film; gerçi üçlemenin tamamı için bunu söylemek mümkün. 14 yaşımdayken de inanılmaz zevk alarak izlemiştim, 25 yaşımda da aynı hazzı alabiliyorum bu filmden. Zaten her hayvan apayrı bir karakter bu yapımda. Hikaye kötü bile olsa, bu karakterler durmu toparlayabilecek potansiyele sahipler. Acaba dördüncü bir film gelir mi?
74) Wet Woman in the Wind-Kaze ni nureta onna/Akihiko Shiota (2016): +18! Nikkatsu şirketinin “Roman Porno Reboot” serisinin bir filmi. Japonların özellikle 70’lerde yarattıkları “Pink” film akımının bir yeniden çekimi. Bunu nasıl tanımlamalı; saf porno filmden çok, bir hikaye üzerine bolca serpiştirilmiş cinsel sahneler ile dolu bir yapım. Bol bol çıplaklık ve sevişme sahnesi içeriyor ve çocuklar için uygun bir içerik değil. Tam anlamıyla porno film diyemememize sebep olan iki unsura sahip; oyuncuların cinsel organları kesinlikle gösterilmiyor ve karakterler daha gerçekçi yansıtılıyor. Porno filmin sahip olduğu o rahatsız edici sahtelik yok. Her ne kadar işin sonu cinselliğe bağlanıyor olsa bile, karakterlerin çok başka dertleri de var. Örneğin, filmin erkek başrolü bir oyun yazarı ve hem medeniyetten hem de kadınlardan uzaklaşarak ormanda tek başına bir hayat kurmuş. Sağlam bir hikaye olduğunu söylemiyorum ama en azından bir hikaye. Oyuncular birer seks makinesi olmaktan öte, daha derinlikli karakterler ortaya koyuyorlar. Herkese illa izleyin diye önerilebilecek bir film değil açıkçası ancak porno izleyeceğinize bunu izleyin. Merak etmeyin bu filmde de bolca sevişiyorlar ama sadece sevişmiyorlar; iyi ya da kötü bir hikaye de işliyorlar. Tekrar hatırlatıyorum bol bol +18’li bir film bu.
75) Bloodshot/David S. F. Wilson (2020): “Vin Diesel” seven bir insan izlesin ama öyle aman aman da bir film değil. Özellikle dövüş sahnelerindeki görsel efektler çok kötüydü. Gerçekçilik hiç yoktu. Hikayesi ise adeta bir video oyununda avatarınızın canını fullemişsiniz de geleni geçeni toz ederken size hiç bir şey olmuyormuş gibi; bunun Vin Diesel’li versiyonu olan bir film. İzlemeyenin bir şey kaybedeceğini düşünmüyorum açıkçası ama sen dersen ki bana fark etmez, ben bir mesaj almak değil sadece vakit öldürmek istiyorum; tamam o zaman, bu tam senlik bir aksiyon filmi. E tabi yine de propaganda yapan bir yönü var; ABD ve ordu gücü ile ilgili. Amerikalılar ve aşırı üstün teknolojileri. Bu filmde de ölüyü diriltiyorlar, ne de olsa onlar Amerikalı ve bu da bir Amerikan filmi. O yüzden çok da yadırgamamak lazım.
76) Charlie’s Angels/Elizabeth Banks (2019): Açıkçası bir enkaz beklentisi ile filmi izlemeye başladığımı itiraf etmem lazım. Ben tam anlamıyla bir sömürü filmi bekliyordum. Eski filmlere gönderme yaparak, başrol oyuncularının güzelliklerini sergileyerek ve “kadınlar güçlüdür” sloganını gözümüze sokarak ama aslında berbat bir hikayeyi bize satarak iki saati geçireceklerini düşünüyordum ki aslında ilk yirmi dakika ya da yarım saatlik bölüm bu izlenimimi korudu. Güçlü kadınların hikayesini izlemek ve bu hikayelerin birilerine ilham vereceğini düşünmek güzel ama benim bu filmle ilgili asıl çekincem farklıydı; bir devam filmi ve son yıllardaki bu tarz uyarlamalar pek de hoş örnekler sunmadı açıkçası. Özellikle hafızamdan silmek istediğim “Ocean’s 8” ve “Ghostbusters” filmleri çok çok kötü örneklerdi. Ayrıca bu filmin riski daha da büyüktü; diğerleri daha önce erkek oyuncular ile iyi yapılmış filmerin kötüsünü yaptılar ancak “Charlie’s Angels” zaten kadın başrollerin işin hakkını verdiği, sinemada kendine öyle ya da böyle bir yer edinmiş bir seriydi. Şimdi bu film bize kötü bir hikaye sunsaydı, düşüneceğim tek şey bunun bir para tuzağı olduğu olacaktı ama öyle olmadı. Bahsettiğim güzel ve güçlü kadınlar, eski filmlere yapılan göndermeler ve kadınlar her şeyi yapabilir vurgusunun yanında ayrıca güzel de bir hikaye sunmuşlar. Beğendim. Kadınların erkeklerden aşağı ya da güçsüz olmadıklarını hatırlatan, gösteren, öğreten filmlere daha çok ihtiyacımız var. Filmin hakkını vermem lazım, sıkılmadan izledim ve tavsiye ederim. Ha bu arada, film İstanbul sahnelerinde de fena bir tanıtım yapmamış; yani en azından şehrimizin adını doğru söylüyorlar. Elbette, ayrıntılı bir değerlendirmede çok daha geniş kapsamlı incelenebilir İstanbul sahneleri ama ben yine de bu filmin bizi olduğumuzdan çok farklı sunmaya çalışmadığını düşünüyorum fakat yine de eleştiriye açık sahneler. Neyse işte; temposu iyi olan bir film. Sıkıcı değil.
77) Meraklı Köfteci/Ergin Orbey (1976): Bir filmin başrolü “Kemal Sunal” olunca kaç defa izlemiş olursan ol, yine de tekrar tekrar dönüp izlersin. Sanırım hiçbir Türk izleyici bunu reddedemez. Bir bakışı, bir gülüşü yeter bizi filme bağlamaya. Biz o filmi, o hikayeyi, yönetmenin çekim açılarını değil; sadece Kemal Sunal’ı izleriz. Bu böyledir! “Meraklı Köfteci” de yine böyle bir film; bıkmadan izler, güleriz Meraklı Köfteci Zühtü’nün haline...
78) The Hangover-Felekten Bir Gece/Todd Phillips (2009): Tekrar tekrar izlenen bir film daha. 2009 yılında gösterime giren bu yapım öyle bir etki yarattı ki tüm dünya tarafından taklit edildi ve edilmeye de devam ediyor; Türkiye’de buna dahil. “Leyla il Mecnun”un malum sezon finali bile bir “The Hangover” uyarlamasıydı. Bu film hakkında söylenecek pek bir şey yok; ilkler her zaman çok değerlidir. Ancak yine de benim favorim serinin ikinci filmi.
79) The Hangover Part II-Felekten Bir Gece Daha/Todd Phillips (2011): Fazla söze gerek yok; açık ara benim bu üçlemedeki favorim. Hiç eskimeyen, her defasında eğlendirmeyi başaran bir film.
80) The Hangover Part III-Felekten Bir Gece III-Todd Phillips (2013): Ne diyebilirim ki, üçlemeyi tamamlamak gerekiyordu. Ayrıca bu seriyi yeni baştan izlemek ve üstelik bunu ebeveynlerim ile yapmak farklı bir deneyim oldu. Üç gün peş peşe güzel vakit geçirdik bu karantina günlerinde.
Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.
Yorumlar
Yorum Gönder