İFL 2020 (İZLEDİĞİM FİLMLER LİSTESİ 2020)-IX



81) The Two Popes/Fernando Meirelles (2019): Başrol oyuncuları saygıyı hak eden isimler oldukları için filmi izleme ihtiyacı duydum ve oyunculuklar gerçekten iyi sergilenmişti ancak konu itibariyle çok çekici gelmedi. Papalık, Hristiyanlık gibi kavram, kurum ve inanışlar üzerine çok düşündüğüm ya da merak ettiğim alanlar değil açıkçası. Oyunculuklar harikaydı ama film kültürel açıdan beni yakalayamadı ve yer yer gerçekten sıkıldım ama hep dediğim gibi, ne olursa olsun, biyografik filmleri seviyorum. Farklı bir alanda bir bakış açısı edinmemi sağlayan bir film oldu.


82) White Lily-Howaito riri/Hideo Nakata (2016): +18! “Nikkatsu Roman Porno Reboot” serisinden bir film daha. Filmin hikayesi, sevdiği adam öldükten sonra değişen, hayatı umursamayan ve cinsel arzuların peşinden koşan seramik ustası bir kadın ve ona saplantılı bir şekilde bağlı ve aşık kadın çırağı hakkında. Genç çırak, ustasını erkekler ile paylaşmak zorunda kalmanın verdiği acı ile başa çıkmaya çalışırken aynı zamanda onun her türlü arzusunu tatmin etme konusunda da bir köle gibi çalışmaktadır ve hayatları bir denge halinde ilerlemektedir. Ancak bir gün hayatlarına genç bir erkek dahil olur ve bu sefer durum tek gecelik bir ilişkiden fazlasına dönüşmeye başlayınca karakterler arasında gerilimler tırmanır. Bu film, genç bir kadının kendini bulma yolculuğudur ancak bol bol cinsellik ile süslenmiş bir halde sunularak albenisi arttırılır. Film çokça sevişme sahnesi içerir. Bu sebeple çocuk izleyiciler için uygun bir içerik değildir.


83) Dolittle/Stephen Gaghan (2020): Fazla söylenecek bir şey yok “Iron Man” ile gönümüzde taht kuran “Robert Downey Jr.” ve aslında eski ama onunla yeniden doğan bir karakter. Eğlenceli bir film; yani düşünsene, hayvanlar ile konuşabilen bir doktor ve yine o hayvanlardan oluşan tayfası ile çıktığı maceralar. Fantastik şeyler sevenler ya da sadece RDJ sevenler, fark etmez; bu filmde eğlenceli bir şeyler bulacağınıza eminim. Sadece RDJ değil, hayvan karakterler de oldukça ilgi çekici ve hepsi birbirinden farklı. Ben filmi beğendim.


84) Sergio/Greg Barker (2020): Biyografik bir film oluşu bir artı ancak genel manada, film beni çok çekmedi. Hikayeye çok dahil olamadım. Filmin en ilgi çekici yanı, hikayeyi geriye ve ileriye dönüşlerle anlatan kurgusuydu. Bu yapım bir defa daha “Irak Savaşı” ya da “Irak’ın İşgali”nin getirdiği sonuçlara ışık tutuyor. Rio sahillerinde sevdiği kadın ile yüzmenin ve güneşlenmenin hayalini kuran bir adam, Bağdat’ta bomba saldırısı sonucu yıkılan bir otelin enkazında iç kanama yüzünden ölüyor. Savaş acımasız ve zararları ulus ötesi.


85) Antiporno/Sion Sono (2016): +18! Önce uyarımızı yapalım; bu film çıplaklık ve cinsellik içerir. Sion Sono’nun adını çok okumuş, çok duymuştum ama ilk defa bir filmini izleme şansı buldum. Çok etkilendiğimi söylemem lazım. “Antiporno”, daha önce bahsettiğim diğer üç film gibi “Nikkatsu Roman Porno Reboot” filmleri serisinin bir parçası ve temelde bir erotik film, bir seks filmi olması gerekiyordu. Ancak yönetmen, çıplaklık ve cinselliği hikayesine katmış olsa dahi farklılaşmayı başarmış. Film bize Japon kadınının yaşadığı baskıyı ve sıkışmışlığı sunuyor. Yönetmen, bunu kısıtlı mekanlarda yaptığı çekimlerle, kelebekler ve şişeye hapsedilmiş kertenkele gibi sembolik anlamları bulunan hayvalarla ve parçalanmış, kendi benliğini yitirmiş bir karakter ile yapıyor. Ana karakter “Kyoko”, erkeklerin dünyasında sıkışmış bir kadın; öncelikle vurguladıkları nokta Japon kadını, erkeğin onun için belirlediği özgürlüğe mahkum olan Japon kadını ama değindikleri şey her kadın için geçerli olabilecek bir durum. Evde, işte, her alanda erkekten ve erkeğin gücü ile varolan diğer kadınlardan baskı gören kadın. Kendi fikirlerine, kendi bedenine sahip olmasına izin verilmeyen kadın. Film, kendini “bakir(e) fahişe” olarak tanımlayan, sadist ve şizofren özellikler sergileyen ünlü bir sanatçı (yazar ve ressam) ile başlıyor. Ünlü bir dergi için röportaj vereceği bir gün ve bu röportaj sırasında kendi asistanına (bir kadın olan) işkence edişi sunuluyor. Aynı röportaj boyunca da Japon kadınını özgürleştirme fikirlerini sunuyor bu yazar. Ancak bir anda hafif çatlak ve bol özgüvenli yazarımız Kyoko’nun dairesi bir film setine dönüşüp set ekibi kadraja giriyor. O anda her şeyin bir film olduğuna ikna oluyoruz. Kyoko repliği doğru bir duygu ile söyleyemediği için yönetmen sahneyi kesiyor ve o anda odadaki kadınların karakterleri değişiyor. Kyoko özgüvensizleşirken, asistanı ise kelimenin tam anlamıyla bir canavara dönüşüp ona zulmediyor. Artık bunun film içinde bir film olduğuna ikna olduğumuz anda ise set ekibi ortadan kayboluyor. Acaba Kyoko’nun şizofrenisi yüzündn mi oldu bunlar düşüncesi doğuyor; tıpkı ölü kız kardeşinin ona piyano çalması gibi. Kyoko’nun ölen kız kardeşi ile kelebekler özdeşleştiriliyor filmde; kısa ömürlü olan iki canlı. Kız kardeş, bu baskıcı toplumdan kurtulabilmek için ölümü seçiyor. Genel olarak toplum ve özelde aile, film boyunca kadını baskılıyor. Kyoko’nun ailesi ona cinselliği kötü gösterip, onun cinsellik arzularını baskılarken duvarların arkasında hazzın doruklarına ulaşmaya çabalıyorlar. Cinselliği evliliğe şartlayan ve bize de uzak olmayan bir anlayış. Ancak filmin kritk noktası, kesin bir sonu olmayışı ve ortaya attığı sorulara cevaplar sunmaması. Film biterken hala bilmiyoruz hangisi gerçek Kyoko. Baskıcı bir ailede yaşayıp kız kardeşi öldükten sonra duygularını, hırslarını kağıda döken ve ünlü bir sanatçı olan o sadist-şizofren kadın mı gerçek yoksa yine kız kardeşi öldükten sonra ailesine tepki olarak bekaretine yoldan geçen biriyle kaybedip sonra da bir porno filmde oynayan kadın mı? Film belirsiz bir son ve “erkek dünyasında kadın” ile ilgili bolca soru ile bitiyor. Ben bu filmi herkese öneririm. Son zamanlarda izlediğim en iyi filmlerden ve açık ara, yönetmen etkisi ile, en çarpıcı bulduklarımdan biri; hatta belki şimdilik zirvedeki. İzlemiş olmaktan dolayı mutluyum. Ve elbette“Sion Sino”! “Cold Fish” filmini izleme isteğim daha da arttı orası kesin.


86) Emma/Autumn de Wilde (2020): Normalde romantik filmler çok hoşuma gitmez; romantizmi sevmediğimden değil ama genel olarak çok durağan ve fazlasıyla duygular üzerine olduğunu ve sıkılacağımı düşündüğümden. Ancak “Emma” bu fikrimi sarstı. Belki çok önemli bir yazar olan “Jane Austen”in romanından uyarlanmış olduğu için hikayesi daha bir etkileyi olmuş olabilir, bilemiyorum. Yine de bildiğim şey romantik filmlere daha az önyargı ile yaklaşacağım. Emma, nasıl tanımlamalı, İngiliz yüksek sınıfına ait insanların, çoğunlukla kadınların hayatlarına ve bireysel ilişkilerine odaklanıyor. Yaşam tarzları, çatışmaları ve aşk hayatları sunuluyor. Filme adını veren, kendini beğenmiş ve adeta herkese akıl veren bir kadın olan güzeller güzeli Emma, başkalarının aşk hayatlarına müdahale ederken ve mükemmel eş adayını beklerken, gerçek aşkı hiç ummadığı bir şekilde adeta burnunun dibinde buluyor. Güzel bir film daha. Ayrıca Emma karakterine hayat veren “Anya Taylor-Joy” yeni favori oyuncum olabilir; güzelliğinden etkilendiğimi dürüstçe söylemem lazım. Bir yere kadar beni filme bağlı tutan o oldu ancak sonrasında hikayeye de kendimi kaptırdım. Tavsiye edeceğim bir film.


87) Frozen II-Karlar Ülkesi 2/Chris Buck-Jennife Lee (2019): Güzel filmdi tabi ama keşke bu kadar çok şarkı söylemeselerdi. Elbette bu benim kişisel görüşüm ancak şarkılar tempoyu düşürüyor ve filmi sıkıcılaştırıyor. Yani mesele şarkı kısımlarını çıkartıp, en azından bir kısmını, o şarkılarda verilen mesajları normal diyalog halinde sunsalar, benim açımdan daha zevkli bir film seyri olabilirdi. Ya uzun zaman geçtiği için hatırlamıyorum ya da ilk filmde gerçekten bu kadar fazla şarkıya giriş yoktu. Sanırım bu defa olayı biraz abartmışlar. Kısaca filmle ilgili sevmediğim tek şey sürekli ne zaman şarkı söylemeye başlayacaklar hissinden kurtulamamaktı.


88) Glass/M. Night Shyamalan(2019): Farklı bir süper kahraman üçlemesine mükemmel bir final. Dürüst olmak gerekirse “Unbreakable” filminde “Mr. Glass” karakterini hiç sevmemiştim; tam bir manyaktı ki aslında bu filmde de hala öyle. Ancak neden filme onun adı verilmiş çok iyi anlıyorsunuz her şey biterken. Ayrıca “Split” filmini de unutmamak lazım. Üzerinden yıllar geçip de adeta tarihin tozlu sayfalarına kaldırılan bir filmin adeta küllerinden doğmasını sağladı. Özünde çok bağımsız bir filmdi ancak üçlemeye giden yolda çok önemli bir basamak halini aldı. Şimdi dürüst olmak lazım; son 20 yıldır özellikle, süper kahraman filmleri hayatımızın bir parçası ancak “Shyamalan”ın üçlemesi gerçeğe yakınlığı ile farklılaşmayı başarıyor. Tamam, film bize süper insan olgusunu sunuyor ancak bunu çok uçuk bir şekilde yapmıyor; fiziksel güç ve zeka gibi daha olabilecek güçler veriyor karakterlere. Ancak asıl nokta süper insanın varlığını gizli tutmaya çalışan bir örgüt oluşu. Dünyanın hakimiyetinin insandan daha üstün bir varlığın eline geçmesine engel olmayan çalışan bir örgüt; biraz kafa patlattığımız zaman aslında bu da uçuk bir fikir gibi gelmiyor. Sonuçta dünya tarihi sürekli bir şeyleri engellemeye çalışan, kendilerine göre bir düzeni korumaya çalışan tarikatların varlığı ile dolu. Tabi hiçbir tarikat, hiçbir örgüt Mr. Glass karşısında galip gelemez. Ha bu arada yeni favori yıldızım “Anya Taylor-Joy” bu filmde de rol alıyor; ayrı bir mutluluk sebebi daha!


89) Extraction/Sam Hargrave (2020): Aynen adı gibi ekstra aksiyonlu bir film. Adeta “Counter Strike” oyununda bir mekandaymışsın hissi yaratan “Dakka” şehrinde sıkı bir takip ve bol bol çatışma içeren bir hikaye. Senaryosu “Joe Russo” tarafından bir romandan uyarlanan filmin başrolü ise “Chris Hemsworth”. Eski Hollywood aksiyon filmi severlere önerilecek bir yapım. Popüler, yakışıklı, karizmatik bir Hollywood yıldızının önüne geleni hakladığı o filmlerden işte; en azından temposu hiç düşmediği için izlerken sıkmıyor. Az diyalog, bol aksiyon.


90) Interstellar-Yıldızlararası/Christopher Nolan (2014): Ben üniversiteye 2014 yılında başladım; “Radyo TV ve Sinema” öğrencisi olarak. Okula başladığım o ilk yıldan itibaren hem lisans hem de yüksek lisans eğitimi süresince birçok defa bu film ile yollarımız kesişti. Bazen derste konu oldu, bazen arkadaş sohbetlerinde ancak sürekli bir şekilde kendini bana hatırlatıp durdu. Buna karşılık ben ise, şimdi anlamsız bulduğum, izlememek adına bir direnç ortaya koydum. Sürekli erteledim; bir şeyi sırf herkes yapıyor diye yapmak ya da herkes seviyor diye sevmek zorunda hissetmekten hiçbir zaman hoşlanmadığım için sanırım fakat her kaçışın, her direnişin bir sonu varmış. Sonunda izledim, kız kardeşimin ısrarıyla ve gerçekten sevdim. Uzay, sonsuz ve gizemli evren ve elbette insanın hayatta kalmaya yönelik muhteşem doğası ile ilgili harika bir film. Yönetmenine zaten diyecek bir şey yok; yaptığı her iş öyle ya da böyle ses getirmeyi başarıyor. Sanırım rahatlıkla izlediğim en iyi uzay filmiydi diyebilirim. Takıldığım tek nokta süresinin uzunluğu oldu; neredeyse üç saat. Eminim sinema severler böyle bir filmi çoktan tüketmiştir ama izlememiş olanlara önerilir. Ben mi? Gösterdiğim direnç anlamsız gelse dahi hala bu kadar gecikmeli izlediğim için pişman değilim; izlemem gereken zaman buymuş sadece. İzlenecek o kadar film var ki maalesef onları tüketmeye ömrümüz yetmez ama en azından birini daha listeden düşmüş oldum kendi adıma.


Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.


Kazan

Yorumlar