İFL 2020-X



91) Honey Boy/Alma Har’el (2019): “Shia Labeouf”un geçmişi ve babası ile olan ilişkisine yönelik bir hesaplaşma filmi bu. Yani illa oturun izleyin demem; kendi adıma sıkıcı bulduğumu söylemem de mümkün.


92) If Beale Street Could Talk/Barry Jenkins (2018): ABD’de Siyahilerin yüzleşmek zorunda kaldığı ırkçılığı yansıtan bir film daha. Açıkçası ben bu filmi, çok sevdiğim filmlerden biri olan 2016 yapımı “Race” filminin başrolü olan “Stephan James” sebebiyle izledim. Şunu kabul etmem lazım; kullandığı dil ile Race filminden daha politik, daha net ve daha sert bir yapım. Ancak temposu düşük ve yer yer sıkıcı oluyor. Uzun zaman sonra ilk defa bir filmi tek seferde bitiremedim ki ben “The Irıshman”i bile tek seferde izlemiştim. Şöyle söylenebilir; güçlü bir hikaye ancak zayıf bir anlatım. Filmin ağır temposu beni yormuş olsa bile hikayesini beğendim. Geçmiş ve şimdiki zamanın birbirine paralel ilerlediği hikayede Stephan James’in karakteri, işlemediği bir tecavüz suçundan içeri atılıyor. Sonrasında ise kız arkadaşı ve doğacak çocuğunun annesi olan Tish karakteri ve her ikisinin ailelerinin çabaları ile kurtarılmaya çalışılıyor. Ancak ne yaptıklarının ya da yapmadıklarının bir önemi yok; onlar zaten suçlular çünkü onlar siyahlar. Son bir şey; filmde “Pedro Paskal”ın küçük de olsa bir rolle karşımıza çıkması hoş bir sürprizdi.


93) Jexi/Jon Lucas-Scott Moore (2019): Eğlenceli bir film. “Adam Devine” yine eğlenceli bir karakter sunmuş ve film son yıllarda büyük bir çoğunluğumuzun sahip olduğu akıllı telefon bağımlılığına değiniyor. Kafamızı telefonlarımıza gömerken gerçek hayatı ve güzelliklerini kaçırdığımız gerçeği. Biliyorum ki ben de bunları yapanlardan biriyim ama sanırım hepimiz biraz daha çabalamalıyız. Örneğin gün batımının ya da gülümseyen bir çocuğun fotoğrafını çekip “Instagram”a atmak yerine anın tadını çıkarmayı bilmeliyiz. Bazen en güzel anlar kendimize sakladıklarımızdır. Neyse işte; ben filmi izlerken çok eğlendim ama az biraz da tırsmadım dersem yalan olur. Önereceğim bir film.


94) Tatlım Tatlım/Yılmaz Erdoğan (2017): En başta şunu dürüstçe söylemem lazım; filmi izlerken gerçekten eğlendim ve çoğu sahnede de güldüm. “Yılmaz Erdoğan”, kadın-erkek ilişkileri üzerine çok güzel gözlemler sunmuş ve bunu komedi ile başarılı bir şekilde harmanlamış ama zaten ben “Çok Güzel Hareketler” ve “Güldür Güldür” izlerken de çok gülüyorum. Bu film adeta skeçlerden oluşan bir durum komedisi. Karakterlerin bir adı, bir sanı yok gibi; onlar sadece ilişkinin kadın ve erkek yüzleri. Ayrıca senaryoda net bir devamlılık yok. Her şey karakterlerin anlık çatışmaları ile alakalı. Film bize net bir serüven değil, çiftlerin hayatlarından alakasız parçalar sunarak kadın-erkek çatışmasını işliyor. Çok güldüm, çok eğlendim ama bu filmi gidip sinemada izlemezdim ki izemedim de. “Serpil Hoca”mızın, kulakları çınlasın, söylediği, değindiği bir şey vardı; bu film örneğinde de olduğu gibi. Türk Sineması skeçleşiyor. Tamam komedide insanları güldürmek başat unsur ama bu izlediğimiz şeye sinema filmi değeri veren nedir? Çok Güzel Hareketler içinde bize sunulabilecek skeçleri sinema salonunda göstermiş olmaları mı? Bu izlediğim şeyi saf komedi olarak beğendim ama bir sinema filmi olarak değil. Umarım Yılmaz Erdoğan’ın kaleminden daha başka “Vizontele”ler izleyeceğimiz günler çok uzak değildir.


95) Şaban Oğlu Şaban/Ertem Eğilmez (1977): Fazla söze gerek yok sanırım; hepimizin tekrar tekrar izlediği güzel bir komedi. O yüzden üstüne fazla düşünüp hatalar aramaya ya da gözüme batan şeyleri konuşmaya gerek yok. Arada güzel bir kaçamak oldu diyelim.


96) Cebimdeki Yabancı/Serra Yılmaz (2018): Filmi beğendim; sürpriz sonlu oluşu ayrıca güzeldi. Ancak şu nokta var ki orijinal bir yapım olmayışı üzücü. Son yıllarda ortaya konan eli yüzü düzgün işler ya biyografik oluyor ya da uyarlama. Kendi başımıza üretmek konusunda ciddi bir sıkıntı yaşadığımız ortada. Bu filmde o örneklerden birisi maalesef. Gerçi uyarlama senaryolarda da kendi kültürel dokumuzu kattığımız zaman çok başarılı işler olabiliyor. Bu filmin asıl versiyonunu izlemediğim için kıyaslama yapmam mümkün değil. Ancak, örneğin “7. Koğuştaki Mucize” çok başarılı bir uyarlamaydı; bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Hem Türk uyarlamasını hem de Kore yapımını görme imkanı bulmak bende bu hissi uyandırdı. Temel fikir alınmış ama gayet bizden olacak bir şekilde uyarlanmış. Belki bu filmde öyledir, bilemiyorum. Neyse, filmimiz, ilişkiler, yalanlar ve gelişen teknolojinin bir ürünü olan cep telefonlarımız hakkında. Artık günümüzde telefonlar bizim en büyük sırdaşımız ve potansiyel olarak en büyük düşmanlarımız oldular. Bütün ilişkilerimizi, hayatımızı, bu cihazlar üzerinden idare ediyoruz. Telofonumuz, tüm sırlarımızı bilen tek şey; varın siz düşünün! Soru şu; bu sırları açık edip üzülmek mi yoksa yalanlar üzerine kurulu bir mutluluk ile yaşamaya devam etmek mi? Ayrıca, herkes yalan söyler mi? Herkesin mi bir sırrı vardır? Benim anladığım bu film herkes yalan söyler görüşünde...


97) Roma/Alfonso Cuaron (2018): Bu film 2018-2019 arasında çok övüldü, çok konuşuldu. Niyetim kimsenin filmini kötülemek değil. Böyle bir şey hiçbir zaman haddime değil çünkü ortada bir emek var film üretilirken. Ayrıca bu film güzel de bir yapım. Ancak şu var ki medya ve seyircinin doldurup şişirdiği bir gaz balonuna sıkışmış bir proje bence bu. Maalesef ana akım medya bunu sık sık yaparak birçok filmi, pazarlamak adına, olduğundan daha öte bir şekilde sunuyor. “Roma” da öyle bir film. Tamam, 70’lerde Meksika’nın içinde olduğu siyasi karışıklıklar, sınıf farklılıkları gibi önemli konulara değinen bir yapım ama bize de hiç yapılmamış bir şey sunmuyor. Güzel film ama özel değil! İki yıl sonra izlediğime pişman etmedi. Bilmiyorum belki de özel olduğu yanı ben kaçırıyorumdur. Neyse, ne anlatıyor bu film? Meksika’nın, şimdi onları tanımlayan kavramı unuttum, Avrupa kökenli üst ya da orta-üst sınıf ama parçalanmakta olan bir ailesinin yanında hizmetçi olarak çalışan Cloe adlı yerli kökenli bir kızın hikayesi diyebilirim. Cloe, onun terk eden sevgilisinden hamile kalmıştır ve bu süreçte patronları ona sahip çıkarlar ve böyle söyleyince sanki hizmetçi patron ilişkisinden öte bir şey varmış gibi geliyor kulağa. Ancak evlerinde yaşıyor olman aileden olduğun anlamına gelmez. Çocuklar seviyor, yani şimdilik; ebeveynler ise seviyormuş gibi yapıyor ancak her fırsatta Cloe’ye yerini hatırlatacak bir harekette bulunuyorlar. Neyse, şimdi tüm filmi anlatmaya başlamanın manası yok. Tekrar söylüyorum; bu film hem ön planda hem de arkaplanda işlediği konular ile güzel bir film ama o kadar da özel bir film değil. Benim bireysel olarak en çok beğendiğim yanı ise siyah-beyaz bir film olmasıydı. Adeta her karesi bir fotoğraf tadındaydı; siyah-beyaz filmleri seviyorum. Bu filmler, renklerin karmaşasında boğulmadıkları için izlerken odağını kaybetmiyorsun, sadece eyleme odaklanıyorsun; yani en azından benim düşüncem bu. Siyah-beyaz filmler, izlerken daha az yoruyor. Roma’nın en çok sevdiğim yönü renk seçimiydi.


98) Çiçero/Serdar Akar (2019): Filmin hikayesini beğendiğimi söylemem gerek ama bazı biçimsel hatalar oldukça can sıkıcıydı. Yani mesela savaş uçaklarının havalandığı sahne; uçakların tamamı animasyon ve kötüsünden hem de. Çok gözü yoran bir sahneydi. Bazı şeyleri yapamıyorsak yapmamalı ve aynı imayı verecek farklı yollar aranmalı bence. Sonra bir de dil, dublaj sorunu! Bence filmi bitiren asıl nokta o. Karakterler Türkçe konuşurken sıkıntı yok elbette ama İngilizce ya da Almanca konuştuklarında inanılmaz kötü bir senkronizasyon çıkıyor karşımıza. Oysa biz dublaj işinde de iyiyizdir hani. Ancak bazı sahnelerde özellikle dikkat ettim; kimi karakterlerin ağız hareketleri, jestleri ve mimikleri duyduğumuz sesten oldukça bağımsız. Fazla da çamur atmayayım diyorum çünkü kostümler, mekanlar vs. bir dönem işi çekmek oldukça zor ama bu kadar emek harcanan bir işte böyle teknik meselelere de dikkat etmek lazım. Tamam, filmin iyi bir içeriğe sahip olması önemli; genel izleyici ona göre seçiyor izleyeceği şeyi ama sen biçime önem vermezsen bir süreden sonra içerik seni kurtarmaya yetmez. Belki bu yapım şirketinin filmlerindeki izleyici sayısının düşmesindeki sebeplerden birisi de bu biçimsel eksikliklerdir. Yani bu da bir fikir.


99) Lego DC Batman Family Matters/Matt Peters (2019): “Jason Todd” yani namı diğer “İkinci Robin”in “Red Hood” hikayesini işleyen ama bunu 2010 yapımı animasyon filme kıyasla daha çocuksu ve yüzeysel bir şekilde yapan “Lego DC” animasyon filmi. “Bat Family”nin hep birlikte suçla savaşmasını izlemek güzeldi ama şöyle demeli; lego versiyonları, asıl filmlerin adeta birer şaka hali. O yüzden çok büyük beklenti içinde olmamak lazım. Ancak çok kötü bir film de diyemem. Yine de çok sıkı bir DC sever değilsen izlemek için zorlamana gerek yok sanırım.


100) Kick-Ass-Göster Gününü/MatthewVaughn (2010): Bu filmde de yakın zamanda izlediğim “Glass” filmi ile benzer bir doku var; gerçekçi süper kahraman macerası. Yıllarca “Kick-Ass” filmlerini izlememiştim çünkü gördüğüm fragmanlar, bende bu filmlerin bir çeşit parodi olduğu izlenimini uyandırmıştı ama haksızlık etmişim. Dürüst olalım, hayatımızın bir bölümünde, bir an için bile olsa hepimiz bir kahraman olmayı istemişizdir bu film tam olarak bunu anlatıyor işte. Toplumun içindeki herhangi bir kişi olan ana karakterimiz, bir gün süper kahraman olmaya karar veriyor ve kendine bir kostüm ediniyor. Ancak şöyle bir durum var ki onu süper yapacak bir gücü yok ve gerçek dünyada işler hiç de çizgi roman sayfalarında olduğu gibi ilerlemiyor. Ben sevdim; henüz izlememiş ve klasik süper kahraman filmlerinden sıkılmış olanlar varsa öneririm. Son bir not: Filmle ilgili tek keşkem, “Nicholas Cage”in “Big Daddy” karakterini daha fazla izleyememiş olmak. O karakterin içinde bulunduğu daha fazla aksiyon sahnesi olmasını isterdim.


Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.


Kazan

Yorumlar