İFL 2020-XI



101) Justice League Dark Apokolips War/Matt Peters-Christina Sotta (2020): 2013 yılından beri devam eden bir yolculuğun sonunu izlemek biraz üzücü oldu açıkçası. Bir “DC” sever olarak dürüstçe söylemeliyim ki bu final, benim açımdan “Endgame”den daha yıkıcı oldu. Aslında çok şey söylemek istiyorum ama cümleleri toparlayamıyorum. Öncelikle efsane bir final oldu; bu su götürmez bir gerçek. “Darkseid” amacına ulaştı ve dünyayı ele geçirip milyarlarca insanı katletti; “Justice League” üyelerinin birçoğu ya öldürüldü ya da köle haline getirildi. Dünyayı kurtarmak ise “Justice League Dark”a kaldı. Peki ekipte kimler var? Darkseid’ın vücuduna yerleştirdiği sıvı “kriptonit” sebebiyle güçsüz bir “Superman”, babası “Trıgon”un kontrolünü kaybetmek üzere olan bir “Raven”, sevdiği kadını ölüme terk edip kaçan bir “John Constantine”, hiçbir şeye heyecanı kalmamış olan bir “Etrigan” ve “Suikastçiler Birliği”nin başına geçmiş bir “Damien Wayne/Robin”. Uyumsuz gibi görünen ama oldukça sağlam bir ekip. Sanırım serinin en vahşet dolu filmi bu olabilir; kahramanların ölüm sahneleri seyirciye gayet kanlı bir şekilde sunuluyor ve bunca yıldır izleyip sevdiğim tüm o kahramanların vahşice katledilişlerini izlemek oldukça zordu. Ancak filmde hayran olunası durumlar da vardı. Örneğin “Harley Quinn” liderliğindeki “Suicide Squad”ın ekibe yardım etmesi ve hep birlikte “Lexcorp” kulesini istila etmeleri, “Lex Luthor”un ikili oynayıp hem Darkseid’a hem ekibe çalışması ve sonunda dünya için savaşırken Squad ile birlikte can vermesi, “Lois Lane”in bir gazeteciden adeta bir devrim liderine dönüşmesi, önceki 15 filmde gördüğümüz hemen hemen tüm karakterlerin öyle ya da böyle hikayeye dahil olması ve adeta iyilerin tarafında çatışması, “Batman”ın “Mobius Chair”a oturuyor olması ve her zaman başka bir planı olduğu gerçeğinin bir kez daha karşımıza çıkması ve elbette Trigon ile Darkseid’ın “Apokolips”te birbiriyle savaşması. Tüm bu hüzünlü ve bir o kadar fantastik olayların arasında belki savaş kazanıldı ve Darkseid yenildi ancak dünya kurtarılamadı. Bu durum ise bizi tek ve kaçınılmaz sonuca götürdü; “Flashpoint”. 2013 yılında çıkan ilk film, “Justice League The Flashpoint Paradox” adlı yapımdı ve bu filmde geçmişe gidip annesini kurtaran “Flash”, dünyayı kıyametin eşiğine getirdiği için zamanı sıfırlamak, yeni bir sayfa açmak zorunda kalıyordu ve bu bizi 2014 yılında çıkan “Justice League War” filmindeki taze evrene taşıyan olay olmuştu. Daha o filmden itibaren Darkseid, dünyayı ele geçirmeye çalıştı ama bu yeni evrende ilk defa birlikte savaşan Justice League tarafından yenildi. Ancak bu film itibariyle, öyle ya da böyle Darkseid yapacağını yaptı ve evren bir defa daha sıfırlanmak zorunda kaldı; şimdiye kadar yaşanan her şey, hiç yaşanmamış oldu. Beni en çok üzen de bu. Tamam, gerçek oyuncular ile çekilen filmlerde, hepimizin insan ve ölümlü olmamızdan kaynaklanan bazı durumlar var. Hiçbir insan bir rolü sonsuza kadar sürdüremez fakat bir animasyon seri için böyle net bir sonu bu kadar çabuk ortaya çıkarmak biraz acı verici oldu. Eminim ileride yapacakları filmleri de çok seveceğim ama evren sıfırlandığı için ilişkiler, karakterler ve yaşanan her şey değişecek. Örneğin filmin sonunda bir çift haline gelen Raven ve Robin, belki yeni evrende böyle olmayacak ve belki Damien daha doğmamış bile olacak. Yani haklılar, o kadar karakteri öldürdükten sonra oradan toparlamak, devam etmek zor olurdu ve son zamanda izlediğim en çarpıcı hikayelerden birini sunmuşlardı ama bu sonu bu kadar çabuk getirmeselerdi keşke. Keşke biraz daha “Titans” macerası görseydik, bu evrende geçen bir “Green Lantern” filmi izlemiş olsaydık, Batman ve “Joker” arasındaki mücadeleyi takip edebilseydik ya da “Dick Grayson”dan sonraki ve Damien Wayne’den önceki Robinler hakkında bilgi edinebilseydik. Neyse çok uzattım; daha fazla konuşmanın anlamı yok. Flash, bir kez daha zaman duvarını aşacak kadar hızlı koştu ve sonunda geriye kalan bir avuç kahraman beyaz bir ışığın ardında kayboldular. Şimdi tek bir soru var; bundan sonra bizi ne bekliyor?


102) Deli Deli Küpeli/Kartal Tibet (1986): “Kemal Sunal” filmlerini tekrar tekrar izlediğim zaman hissettiğim belli bir duygu var; ister 70’li yıllarda olsun, ister 80’ler ya da şimdi, şu an yani 2020, değişen hiçbir şey yok. Adaletsizlik, düzensizlik ve yozlaşmışlık hala aynı. Onlarca yılda, kelimenin tam anlamıyla bir arpa boyu yol alamamışız. Bu ülkede biri gücü ele geçirdiği vakit her daim önce ben diyor; devletin malı deniz yemeyen keriz mantığı ile hareket edip ceplerini, yanındakilerin ceplerini dolduruyor. Kanunlar sadece güçlüyü koruyan bir silah halini alıyor çoğu zaman. Tüm bunları düşününce, bu filmin söylediği şey doğru sanırım; bu ülkenin adil ve dürüst bir şekilde yönetilmesi için başa geçenlerin biraz deli olması lazım çünkü akıllıların aklı önce kendilerine çalışıyor. Devlet denen yapı, kendini koruyamayacak olanları korumak için vardır; biz halk olarak bunun için bazı haklarımızı ona devrederiz, bizi korusun diye. Ancak bizim ülkemizde öyle zamanlar oldu ve oluyor ki devlet korumak bir yana sadece bizi ezmek ve sömürmek için varlığını sürdürür bir hal alıyor. Neyse, fazla siyasi oldu ama özellikle benim kuşağımdan olan insanlara söylüyorum; çocukken izleyip, gülüp geçtiğiniz o filmlere tekrar bir dönüp bakın. Bazıları, güldürü denen maskenin ardına çok acı gerçekler saklamışlar. Gülmek ve güldürmek önemli bir şey ancak gülerken düşünmek daha da kıymetli. Son söz; keşke bir gün yönetimi bir deli kaymakam devralsa da o karlar bu ülkede hiç erimese...


103) Life/Daniel Espinosa (2017): Üstüne fazla konuşmak isteyeceğim bir film değil. Oldum olası “korku-gerilim” türünde filmleri sevememişimdir. Yani, bence sinema zevk veren, eğlendiren ve elbette düşündüren bir sanat olmalı. Ancak, bir korku filmi izlerken ben bu saydıklarımın hiçbirine sahip olamıyorum. Bir insan korku duygusunu hissetmek için neden bir şeyler izler hiç anlayamadım ya da alışamadım. Üstelik bu film, korku ve gerilim unsurlarını “bilimkurgu” ile buluşturup işi daha da beter bir hale sokuyor. Düşünsene bir; bu filmdeki gibi manyak-katil bir uzaylı yaşam formu dünyaya ulaşıyor; korkunç. Bu filmin güzel bir yanı da vardı elbette; en son kalan iki astronot, dünyaya bakıp haritalarda çizdiğimiz o sınırların nasıl da anlamsız olduğunu bize tekrar hatırlatıyorlardı. Tek bir dünya var ve bu mavi gezegenin üstünde hepimiz birlikte yaşıyoruz. Belki de artık hayali sınırlarımızın ötesine geçmeyi öğrenmeliyiz. Verilen kısa mesaj önemliydi elbette ama ben yine de filmi sevmedim. Yaptıkları öncelikli şey, yaratığın tüm astronotları sırayla öldürmesini sağlamaktı. Yani filmin en başından itibaren hepsinin öleceği belliydi ve bize kalan tek şey sıralamayı tahmin etmek. Sonunda bütün ekip hapı yuttu ve yaratık da tüm çabalara rağmen dünyaya ulaştı. Potansiyel bir devam filmi durumu var ama umarım olmaz.


104) Missing Link/Chris Butler (2019): Kaliteli bir animasyon film. Seslendirme kadrosunda “Hugh Jakman”ın oluşu da filmi ayrıca dikkat çekici kılıyor. Film, bize bir yol hikayesi sunuyor ve tam anlamıyla dünyayı dolaşıyor diyebilirim; asıl hikaye İngiltere-ABD-Hindistan hattında geçse bile aradaki yolculuk güzergahlarının harita ürerinde gösterilişi hem süre kullanımı hem de dikkat çekme açısından çok iyi kurgulanmış. Üstelik konu efsanevi saklı medeniyetler, kaşiflik, koca ayak ve yetiler üzerine. Sanırım filme bir göz atmak için yeterince ilginç öğelere sahip bir hikaye var karşımızda. Film temelde ise yabancılaşma konusunu ele alıyor. “Missing Link” yani koca ayak, “medenileşen”, “modernleşen” dünyaya yabancılaşmış ve uyum sağlayabileceği bir yer ararken; “Lional Frost (adını doğru yazdığımdan emin değilim ama ana karakter)” ise sahip olduğu fikirler ile kendi toplumuna yabancılaşmış ve aynı şekilde kendine bir yer edinme çabası içerisinde. Bu film adı geçen karakterlerin arayışlarına cevap bulma macerasını sunuyor. Ben beğendim ve hiç sıkılmadan izledim. Öneririm.


105) Dawn of the Felines/Kazuya Shiraishi (2017): +18! Yine belirtmiş olayım; bu film bolca sevişme sahnesi ve çıplaklık içerir. “Nikkatsu Roman Porno Reboot” serisinin bildiğim kadarıyla son filmi. Fena film değildi ancak izlediğim beş yapım arasında benim favorim, açık ara, hala “Antiporno”. Peki bu film neyi anlatıyor? Hikaye, bir eskort ajansında çalışan üç kadın ve müşterileri ile olan ilişkileri etrafında şekilleniyor. İçlerinden birinin bir çocuğu var ve annelik yapmak konusunda sorunlar yaşıyor; bir diğerinin evliliği sorunlu ve gizlice eskortluk yapıyor; sonuncusu ise kalacak yeri olmayan, internet kafelerde ve motellerde yatan birisi. Her biri farklı bir müşteri ile farklı bir ilişki kuruyor. Anne olan, bir komedyen ile tanışıp ilişki yaşamaya başlıyor; evli olanın ise cinsel ilişkiye giremediği halde sürekli olarak onunla görüşmeye devam eden yaşlı ve yalnız bir müşterisi var; sonuncu ise 10 yıldır evinden hiç dışarı çıkmamış, zengin bir “neet” müşteriye sahip ve ilişkileri giderek karmaşıklaşıyor. Yani açıkçası bu film beni Antiporno kadar etkilemedi. Keşke önce bunu izlemiş olsaydım dedim film boyunca. Mesajı neydi çok emin olamıyorum. “Seks/Gece İşçileri”nin hayatlarından kareler sunuyor ama tam olarak bize bir şey söylüyor mu emin değilim. Belki de ben göremedim. Neyse, böylece bir serinin daha sonuna gelmiş oldum en azından. Şunu söyleyebilirim; bu beş filmin dördünü bir keseye, “Sion Sono”nun filmini ise başka bir keseye koyarım. Film hakkında da hiçbir şey demeden bitirmek istemiyorum ama ne söylemeli onu bilemiyorum. Tamam diyaloglar yoluyla bize kadınların bu işi yaparken karşılaştıkları rahatsız edici olaylar ve kişiler hakkında bilgi veriliyor; yaptıkları işin ve ajanslarının yasal olmayışı gibi süreçlere değiniliyor. Ancak karakterlerin hikayelerinde mükemmel olmasalar bile yine de düzgün sayılabilecek ve görece onlara kendilerince değer veren müşteriler ile yaşadıkları ilişki aktarılıyor. Yani bana göre yönetmen, etliye sütlüye pek bulaşmadan içine bol bol sevişme sahnesi koyabileceği bir hikaye kurgulamış, filmini çekmiş ve yoluna bakmış; hala Sion Sono diyorum o yüzden. Serinin en iyi filmi ona ait.


106) Onward/Dan Scanlon (2020): “Disney-Pixar” ortaklığı, bize yine bir kendini bulma, kim olduğunu keşfetme hikayesi sunmuş; güzel bir hikaye. En başta yarattıkları dünya çok ilgi çekici. Mitolojik yaratıklar, bildiğimiz modern dünya şehirlerinde, ortalıkta cirit atıp, tıpkı insanlar gibi günlük hayat problemleri ile mücadele ediyorlar ve en başta onların varlık sebebi olan büyüden teknoloji sebebiyle uzaklaşmışlar ki tam bu anda büyü tekrar devreye giriyor. Film, iki kardeşin ölen babalarını sihir yardımıyla geri getirmek için çıktıkları yolculuğu; bu yolculuk sırasında ise küçük kardeşin kendini bulmasını ve abisi ile sahip olduğu ilişkinin derinliğini kavramasını anlatıyor. Hiç tanımadığı babasını çaresizce görmek, tanımak isteyen küçük kardeş, babası ile yaşamak istediği her şeyi aslında abisi ile yaşadığını, hep ihtiyaç duyduğu o baba figürünün doğduğu andan beri yanında olduğunu fark ediyor. Güzel bir hikaye bana göre; ayrıca karakterler ile bağ kurmak daha kolaydı çünkü benim de küçük bir erkek kardeşim olduğu için abi kardeşin ikili ilişkilerine daha hızlı adapte olup özdeşleşme sağladım. Pixar filmleri beni yine şaşırtmadı; izlemeye değer bir film.


107) Yoksul/Zeki Ökten (1986): “Zeki Ökten-Kemal Sunal” ortaklığının bir diğer ürünü olan “Davacı” filmini de çok severim, bu filmi de yeniden izleyince aynı şekilde çok sevdim. Fazla söze gerek yok; Türkiye’nin liberal ekonomiye geçtiği 1980’ler ve küçük çaplı bir ülke portresi sunan bir han. Dönemin değerlendirmesini yapan ve hatta günümüze ulaşacak mesajlar bile içeren bir yapım. Zeki Ökten’in “Kapıcılar Kralı” filminde de benzer bir durum vardı; aynı apartmanda bir ülke portresi. Yönetmen bunu her iki filme de başarıyla uygulamış. Ülke gerçeklerini kısıtlı mekanlara monte etmiş. Sinemamızın kıymetli filmlerinden biri bence Yoksul.


108) Vahşi Gelin/Osman F. Seden (1978): Güzel bir romantik komedi filmi ve “Cüneyt Arkın” ile “Gülşen Bubikoğlu”nun uyumu da hoş bir görüntü oluşturuyor. Film hakkında söylenecek fazla bir şey yok, eğlenceli bir yapım. Ancak şunu söylemem lazım; sanırım benim gibi yazarlık konusunda az biraz ilgisi olan herkes, “Murat” karakteri gibi inzivaya çekilip sadece yazarlık ile ilgilenebileceği bir yaşamın hayalini kurmuştur. Açıkçası film boyunca en çok çekimin nerede yapılmış olduğu fikri beni merak içinde tuttu.


109) Maboroshi/Hirokazu Koreeda (1995): Yönetmenin izlediğim ilk filmi. Yani, garip bir büyüsü var bu yapımın. Şöyle ki hem çok çok sıkıldım hem de bir türlü izlemekten kendimi alamadım. Çok durağan ilerleyen bir dram filmi. Henüz oğulları yeni doğmuşken çocukluk aşkı olan kocası intihar eden Yumiko, annesinin desteği ile birkaç yıl çocuğuna bakar ve sonrasında ise görücü usulü bir şekilde kendisi gibi bir dulla evlendirilip Japonya’nın bir sahil kasabasına yerleşir. Adamın da Yumiko’nun oğlundan birkaç yaş büyük bir kızı ve yaşlı bir babası vardır. İlk başta her şey yolundadır; yeni eşi ve kasabalılar ona sevgi gösterip kucak açarlar ve Yumiko da giderek bu yeni yaşam alanına alışır. Ancak 6 ay geçtikten sonra şehre dönüp annesini ziyaret eder, eski dostlara uğrar ve evine tekrar döndüğünde ise eski kocasının neden intihar ettiği sorusu onu yiyip tüketmeye başlar. Film temelde, geçmişi ve şimdiki yaşamı arasında sıkışıp kalmış bir kadının öyküsünü sunuyor bize. Sanırım filmin en dikkat çekici yönü görsel kullanımı. Birçok sahnede, sahil kasabasından manzaralar sunuluyor ve inanılmaz bir görsellik ortaya çıkıyor. İzlenir bir film. Yönetmenin diğer yapımlarını izleme cesareti buldum en azından.


110) Power Rangers/Dean Israelite (2017): Böyle söylemek istemiyorum ama gerçekten kötü bir filmdi; hiç sevmedim ve hatta daha da fazlası nefret ettim. Açıkçası “Cartoon Network” gibi çizgi film kanallarında izlediğim seriler çok çok daha kaliteliydi. Neyse, dürüst olayım; ben zaten filmi “Naomi Scott” için izlemiştim ama diyorum ki keşke bu yapımda rol almasaymış. İyi tarafından bakarsam, bu filmi izlenecekler listesinin dışına atmış oldum artık; sıradaki gelsin...


Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.


Kazan


Yorumlar