111) Red Sparrow/Francis Lawrence (2018): Sevmedim. Baştan aşağı, açık açık bir propaganda filmi. Hollywood filmlerinde her daim vardır bir “mükemmel, en güçlü ABD” propagandası ama bu filmde fazlasıyla abartılmış. Bunları insanın gözüne o kadar fazla sokuyorlar ki hikayeye odaklanamıyorsun. Mesela filmin adı “Red Sparrow” yani “Kızıl Serçe”yi ele alalım. Kızıl ile sadece “Sovyet Rusya” göndermesi yapılmış; yani en azından “Jennifer Lawrence”ın saçlarını sarı yerine kızıla boyayabilirdiniz. Bu o kadar da zor değildi. Diğer yandan sürekli olarak Ruslar kötüdür, güvenilmezdir imaları dolanıp duruyor film boyunca ve hatta Lawrence’ın karakteri olan “Dominika”nın amcası, Ruslar kötüdürün vücut bulmuş hali olarak karşımıza çıkıyor. Kendi yeğenine ensest bir ilgi duyuyor, onu tecavüze uğrayacağı bir otel odasına yolluyor, işkenceye uğrayışını izliyor. Diğer yanda ise iyilik timsali Amerikalılar var. Ruslar arasındaki tek bir muhbirlerini kurtarmak için türlü uğraşlar veriyorlar ve sürekli tek bir kişi bile önemlidir mesajı dönüp duruyor. Öte yandan ise Ruslar patır patır kendi çalışanlarını vuruyor, öldürüyor, işkence ediyor. Anlayacağınız gibi yine bir klişe var ortada; Amerikalıların tarafına geçen Rus ajanı! Açıkçası, bu filmi izledikten sonra söyleyebilirim ki “Anna” çok daha iyi bir film. Aynı klişeyi o film de işliyor ama en azından daha özgün olma çabasıyla ve yine en azından aksiyon dolu sahnlerle. Bu film ise açıkçası, sadece Jennifer Lawrence’ı bir cinsel obje olarak satıyor. Düzenli olarak beden sunumu yapılıyor. Film, hiçbir şekilde beni mutlu etmedi ve izlediğime pişmanım. Değinmeyi unuttuğum bir şey var; filmin yılı 2018 ve bu zamanda Hollywood filmlerinin hala “Soğuk Savaş” söylemleri üzerinden iş yapmaya çalışması sadece rahatsız edici geliyor, en azından benim için.
112) Spies in Disguise-Ajanlar İş Başında/Troy Quane-Nick Bruno (2019): Bu filmi izledikten sonra güvercinlerin çok daha havalı yaratıklar olduğunu düşünmeye başladım açıkçası. 2017 yılında çıkardıkları “Ferdinand” filminden sonra “Blue Sky” stüdyosunun yeni ve başarılı bir filmi daha. “Will Smith”in seslendirdiği “Ajan Lance” karakterine bayıldım. Dürüst olmak gerekirse, filmin fragmanını ilk gördüğümde o kadar da heyecanlanmamıştım ama yine de bir şans vermek istedim; sonuçta, animasyon filmleri severim. Filmin hikayesi, macera, aksiyon ve komediyi çok iyi bir şekilde harmanlıyor; temposu her daim yüksek ve karakterler ilgi çekici. Özellikle güvercinlere bayılıyorum. Bence izleyin bu filmi ve gücercinden nasıl gizli ajan ya da daha doğrusu gizli ajandan nasıl güvercin olurmuş görün. Şimdiden iyi seyirler ve iyi eğlenceler.
113) Togo/Ericson Core (2019): Hakkı geç teslim edilmiş gerçek bir hikaye. “Willem Dafoe”yi çok beğendim bu filmde. Daha çocuk yaşta onu “Örümcek Adam” filminde izleyince yaşımın verdiği bir hisle adeta nefret etmiştim ama yıllar geçip de farklı farklı projelerde onu izleme imkanı bulunca bir seyirci olarak bu adama saygı duymamam imkansız. Film dönecek olursak, hikaye Alaska’da ve 1925 yılında geçiyor; hasta çocuklar için kar fırtınasında aşı taşıyan kızak köpeklerini ve çok özel bir köpek ile sahibi arasındaki ilişkiyi anlatıyor. Lider köpek “Togo” önderliğinde 400 kilometreden fazla yol kat edip aşıları yetiştiriyor Seppala’nın kızak takımı ancak tüm övgü, son düzlükte aşıları devralan kızak takımının oluyor ve bu durum neredeyse yüzyıl sonra ancak değişiyor. Film, insan-doğa çatışmasını en etkileyici şekilde sunuyor. Doğanın yeri geldiğinde ne kadar ürkütücü olabileceği ve insanın bunun karşısındaki acizliği hikayeye çok iyi yansıtılıyor. Ancak, insan doğa ile mücadelesinde yardımı da yine doğadan, doğanın bir parçası olan hayvanlardan alıyor. İnsanın en iyi dostu olan köpek, insan ve doğa arasında adeta bir köprü kuruyor. Çok etkileyici ve başarılı bir yapım bana göre. Herkese izlemesini öneririm. Sanırım her insan Togo gibi bir köpeğe, bir dosta, ailenin bir parçası olacak bir varlığa sahip olmak ister.
115) Kaguya-hime no Monogatari-Prenses Kaguya Masalı/Isao Takahata (2013): Yönetmenin izlediğim ilk filmi. Belki bazıları bunu garipseyebilir; sonuçta anime sever bir kişiyim. Ancak şimdiye kadar “Studio Ghibli” yapımları ile pek aram olmadı. Sırf bir zorunluluk veya izlemiş olmak için izlemek istemedim. Şimdi ise yeri geldi ve iki gün peş peşe iki tane film izlemiş oldum aynı stüdyodan. Filmi sevdim; güzel, fantastik bir hikaye ve oldukça düşündürücü. Toplum ve erkekler tarafından kadına biçilen rol, ona layık görülen mutluluk şekli çok rahatsız edici. Hikaye belki Geleneksel Dönem Japonyası’nda geçiyor ya da belki Feodal Dönem’de ama anlattığı gerçekler günümüze de oldukça uygun. Sırf erkek olmak, koca olmak ya da baba olmak, bizi kadının mutluluğu üstünde söz sahibi yapmaz. Birinin mutlu olmasını istiyorsak, önce onun ne istediğini sormalı, onun isteklerine, hayallerine saygı duymalıyız. Kendi doğrularımızı, toplumun doğrularını ona dayatmamalıyız. Erkekler olarak; bir kadını seviyorsak eğer, ona altından kafesler inşa etmeye çalışmak yerine özgürce uçuşunu izlemeyi öğrenmeliyiz. Bu engin göklerde hep birlikte uçmalıyız. Neyse; bence herkesin izleyebileceği ve seveceği bir anime film bu. Şimdiden iyi seyirler dilerim.
116) Kaze Tachinu-The Wind Rises-Rüzgar Yükseliyor/Hayao Miyazaki (2013): Bugün ilklerin günüydü. “Isao Takahata”dan sonra “Hayao Miyazaki”nin de ilk filmini izlemiş oldum. Belki en ünlüsü değil bu yapım, diğer filmlerine nazaran ama bununla başladığıma memnunum. Modernleşme, sanayileşme ve Batı ülkelerini yakalama çabası içerisindeki; modern ve geleneksel arasında bir çatışma yaşayan, deprem gibi bir felaketin yaşandığı ve çok daha beter bir felaketin adım adım yaklaştığı yıllar; 20. yüzyıl Japonyası. Dönemin koşullarını ve savaşa giden bir ülkeyi, bir dünyayı çok iyi yansıtan bir film olmuş. Japonya’nın günümüz modern çehresini daha iyi anlamak adına izlenilebilecek bir film. Geçilen aşamalara ışık tutuyor. Özel olarak ise filmin hikayesi bir uçak mühendisinin hayatını anlatıyor; Japonya’nın II. Dünya Savaşı sırasında kullandığı avcı uçaklarını tasarlayan mühendisin. Filmin söylediği çok net bir şey var; kötü olan teknoloji değil, onun kullanım şeklidir.
117) Omoide no Marnie-When Marnie Was There-Marnie Oradayken/Yonebayashi Hiromasa (2014): Güzel bir kendini bulma hikayesi. “Aşırıcılar” filminden sonra yönetmenin izlediğim ikinci projesi. Aşırıcılar kadar beğenmemiş olsam bile, gerçek ile fantastik arasında dolaşıyor oluşu etkileyiciydi. Bu film, Anna adlı karakterin gelişim hikayesiydi. Topluma yabancılaşmış bir bireyden, güçlü bir shoujo karaktere dönüşüm hikayesi. Elbette bu süreçte ona ilham veren Marnie adlı kız bir hayalet mi yoksa Anna farkında olmadan geçmişe yolculuk mu yapıyor; filmin sonuna kadar belirsizliğini koruyor bu süreç. Yani buna tatlı bir film diyebilirim. İlla izleyin demem ama bence izleyen de pişman olmaz. Bize kendimizi sevmeyi öğretebilecek yanları olan bir yapım.
118) Kokurikozoka Kara-From Up on Poppy Hill-Tepedeki Ev/Miyazaki Goro (2011): “1964 Tokyo Olimpiyatları” öncesi Japonya atmosferini yansıtan bir yapım ve merkezinde, birçok “Studio Ghibli” filminde olduğu gibi, gelenek-gelecek çatışmasını alıyor. Bir yanda yüzünü Batı’ya dönen ve giderek modernleşen Japonya, diğer yanda ise bu modernleşmeye kurban edilen bir geçmiş ve kültür. Bu çatışmanın sembolü ise eski bir okul binası oluyor. Öğrencilerin büyük bir kısmı bu binanın yıkılıp yerine modern bir bina dikilmesini isterken, azınlık bir grup ise geçmişe ve değerlere sahip çıkmak gerektiğini savunuyor ve binanın yıkımını istemiyor. Film temelde bu binanın korunması, güzeleştirilmesi ve geleneğe sahip çıkarak geleceğe ilerlemek üzerine ama elbette ön planda bir aşk hikayesi de mevcut. Ana karakterler Umi ve Shun, bina için mücadele ederken birbirlerine aşık olan iki genç ama bir süre için kardeş olabilecekleri ihtimali ile yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Ancak sonra gerçekler gün yüzüne çıkıyor, aşıklar kavuşuyor ve bina yıkılmıyor. Böyle de bol spoilerlı bir yazı oldu ama yapacak bir şey yok. Film fena değil ama bence aşk hikayesinden daha çok arka plan çatışması daha çok dikkat çekiyor ve filmi asıl değerli kılan da bu. Şimdiden iyi seyirler.
119) Dünyanın Bu Köşesinde-Kono Sekai no Katasumi ni-In This Corner of the World/Katabuchi Sunao (2016): “Kakegurui”, “Dororo” ve “Days” gibi sevdiğim anime serilerini üreten stüdyoya, yani “MAPPA”ya ait bir film. II. Dünya Savaşı’nı bize adeta yıl yıl sunan bir yapım. Suzu adlı karakterimizin çocukluktan yetişkinliğe giden yaşamında savaşın her şeyi nasıl değiştirdiğinin ve yok ettiğinin hikayesi. Savaş zamanı Japonya toplumunu merak edenler için oldukça bilgi dolu bir film ve hikaye. Filmin ağır hayranı olmadım ama izlerken sıkıldım da diyemem. Fena bir film değil.
120) Modest Heroes: Ponoc Short Films Theatre-Chiisana Eiyuu: Kani to Tamago to Toumei Ningen/Yonebayashi Hiromasa-Momose Yoshiyuki-Yamashita Akihiko (2018): Ortalama 18 dakika süren ve üç ayrı yönetmenden üç film şeklinde ilerleyen bir proje. Her hikaye kendi içinde öz, samimi ve başarılı ancak “Kanini&Kanino” ve “Life Ain’t Gonna Lose” filmlerini beğenmekle birlikte, benim asıl favorim üç numara; yani “Invisible”. Görünmez Adam’ın hikayesine bayıldım; oldukça anlamlıydı. Günümüz toplumunda görünmez olan oldukça fazla birey var maalesef. Farklı, güzel bir çalışma. İzleyeni yormadan, bir saatlik bir sürede üç ayrı hikaye sunuyor. Ben beğendim. Tavsiye ederim.
Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.
Yorumlar
Yorum Gönder