İFL 2020-XV



141) Eltilerin Savaşı/Onur Bilgetay (2020): “Gupse Özay”ın “Deliha” filmlerini hiç sevmem. Belki çok ön yargılıyımdır ama ilk filmi izledikten sonra çok büyük bir hayranlık, daha doğrusu hiçbir hayranlık oluşturmamıştı içimde. Zaten ikinci filmde ise fragmandan öteye gitmedim ve çok büyük konuşmak istememekle birlikte, izlemeyeceğimi düşünüyorum. Ancak daha önce izlediğim “Görümce” ve ardından bu yapımla birlikte Gupse Özay’a senaristliği ile ilgili saygı duymaya başladığım bir gerçek. Gayet içimizden, kültürümüzden dokuları alıp bunu komedi ile harmanlayarak ortaya eğlenceli hikayeler çıkarıyor ancak sadece güldürmeye çalışmıyor; aynı zamanda da düşündürüyor. Bir mesaj veriyor. Bu filmde ise giderek artan sosyal medya bağımlılığı ön plana çıkartılıyor. Artık iş öyle bir noktaya geldi ki neredeyse yaptığımız her şeyi, attığımız her adımı sosyal medya etkisine göre belirliyoruz. Sosyal medya için yiyoruz, sosyla medya için tatile çıkıyoruz, sosyal medya için arkadaşlarımız ile buluşuyoruz, yani sosyal medya için yaşıyoruz. Film, bu durumu etkili örneklerle daha da gün yüzüne çıkarıyor. Ben çok beğendim açıkçası. Gupse Özay’dan daha fazla işi heyecanla bekliyorum.


142) Yanaşma/Memduh Ün (1973): Böyle eski filmleri yıllar sonra tekrar izlediğinde çok başka düşüncelere kapılıyor insan. O çocuk masumiyeti ile, sınırlı bilgin, ondan da sınırlı dünyan ile sadece aksiyonun hazzına kapılıyorsun. “Cüneyt Arkın” önüne geleni pataklıyor, vuruyor, öldürüyor ve sen sadece bunu görüp, ona hak veriyorsun. Ancak yıllar sonra başka şeyler gözüne çarpıyor; kadına verilen değer gibi. Ağanın kızı Cano var; başka bir ağa, bu kızı sarhoş oğluna istiyor. Yetmez, eşkiyalıktan transfer bir başka ağa ise bizzat kendine istiyor. Ağaların kendi aralarındaki mal mülk olaylarında, kız adeta bir eşya, bir hayvan gibi satılıyor. İtiraz edecek olduğunda da basıyor tokadı ağa babası. Cüneyt Arkın’ın canlandırdığı Yanaşma Mehmet karakteri, filmin iyi adamı ve zorla evlendirilen kızı kaçırıp kurtarıyor. Hem ayyaş damattan hem de sırada bekleyen eşkiyadan. Tabi kızın da gönlü var bu yakışıklı oğlanda, hiç zorluk çıkarmayıp onunla gidiyor. Bir bakıma, mecbur bırakıldığını değil de tercih ettiğini yaşamayı seçiyor. Ancak iyi olan da kızı götürüp ayaklarını yıkatıyor. Görsen, kız da bir mutlu, bir mutlu bunu yaparken! Gelelim kötülere; hani iyisi ayak yıkatan ya, kötüleri varın siz düşünün. Kaçan kızı yakalayıp geri köye götürüyorlar, canlı canlı gömüp taşlıyorlar ve sonra da köylüler babaya hem baş sağlığı diliyor hem de namusu temizlendiği için onu tebrik ediyorlar. Namus nedir? Gerçekten sadece bir kadının bacaklarının arasında mıdır bu dünyaları insanın başına yıkan namus? Namuslu olmak, namusunu temizlemek, namusu için yaşamak ve daha neler neler. Ya bir düşün şu kadınların yakasından; demek istiyorum ama yıl 2020 ve Mardin’de geçen malum töre dizisi Cano’dan daha beter hale soktukları bir kadın karakter ile ödüle boğuluyor “Kelebek Ödülleri”nde. Öyle işte; işin kısası, film hiç de aklımda kaldığı gibi zevkli bir seyir sunmadı bana. Yapacak bir şey yok, bu da farklı bir tecrübe oldu.


143) Kara Murat: Fatih’in Fedaisi/Natuk Baytan (1972): Bu ara eski “Cüneyt Arkın” filmlerinden devam edeyim diyorum. Bir ara “Kemal Sunal”a takmıştım kafayı, şimdi sıra Cüneyt Arkın’da. Bu filmi özel kılan durum ise gerçek manada izlediğimi hatırladığım ilk yapım oluşudur. Bacak kadar bir çocukken sinema ve TV ile olan ilk anım bu filme ait. Duygusal yönünü bir tarafa bırakırsak; yani ne bileyim, zor bir iş elbette dönem filmi yapmak, öncelikle onu belirtmek lazım. Ancak ben “Kara Murat”, “Battal Gazi” ve “Malkoçoğlu” gibi Cüneyt Arkın tarafından canlandırılmış karakterler etrafında şekillenen filmleri, dönem-tarih projeleri olarak değil de yerli süper kahraman yapımları olarak ele almak gerektiğini düşünüyorum. Sonuçta tüm bu karakterler, insan üstü güçleriyle yeri geliyor koca bir orduyu dağıtıyor, yeri geliyor kaleler fethediyor ve her bir silahı en üstün şekilde kullanıyorlar. Yani düşün, “Legolas” falan yanında hava cıva. Dalga geçmek için söylemiyorum. Gerçekten potansiyeli yüksek fikirler bana göre. Barındırdığı aşırı milliyetçi ve ırkçılığa kayan dilini biraz daha nesnel bir noktaya çekmesi gerektiği bir gerçek ama şöyle düşünelim; son yıllarda sinema ve dizi sektörümüz sürekli bir uyarlama peşinde. Yani başka başka ülkelerden bir şeyler uyarlamak, araklamak yerine, bu tarz fikirler yeni baştan ele alınabilir. Hatta şöyle bir fikrim var; Kara Murat gibi karakterleri, gerçek oyunculu filmler yerine animasyon projelerde yeniden hayata geçirmeli ve karakterlerin gücünün hakkını veren fantastik savaş ve dövüş sahneleri yaratılmalı. Yani anime formatında bir Kara Murat serisi çıksa izlemez misiniz?



144) Saint Onii-san/Noriko Takao (2013): Hristiyanlık dininin kurucusu İsa ile Budizm’in kurucusu Buda, cennette konuşurlarken dünyaya tatil için dönme kararı alırlar ve en rahat edebilecekleri yer olarak Japonya’yı seçerler. Burada bir apartman dairesi kiralayan ve ev arkadaşı olan ikili, Modern Japonya’nın günlük hayatı içerisinde, animelerde sıklıkla görülen bütün klişeleri bir bir deneyimlerler. Yani fena film değil ama kimseye illa izleyin demem.


145) Kara Murat: Fatih’in Fermanı/Natuk Baytan (1973): “Kara Murat” serisine tam gaz devam ediyoruz ama filmin hikaye devamlılığı konusunda aynı gazdan bahsetmek pek mümkün değil. Kara Murat aynı, Fatih aynı, “Erol Taş”ın canlandırdığı karakter de aynı. Ancak hikaye zamanı bambaşka. Bir önceki filmde İstanbul çoktan fethedilmişti ve Kara Murat’ın abisi “Kazıklı Voyvoda” tarafından öldürülüyordu. Bir yıl sonra çıkan filmde ise Kara Murat’ın abisi falan yok, bir yaşlı anası var. Üstelik, İstanbul da daha yeni fethediliyor. Yani daha başka bir şey demiyorum, herhalde parelel evren muhabbeti. Aslında karaterler ve temel hikaye bence çok iyi. Bunu yeni baştan değerlendirmek lazım.


146) Kara Murat: Ölüm Emri/Natuk Baytan (1974): Yine devamlılığın canına okuyan bir film olmuş. Fatih’i oynayan aktör değişmiyor ve her geçen yıl da yaşlanıyor ancak filmler ilerledikçe Fatih’in yaşı giderek düşüyor. İlk filmde İstanbul fethedilmiş ve sonrasında daha birçok toprak ele geçirilmişti. İkinci seferde, İstanbul yeni fethedilmek üzereydi. Son yapımda ise Fatih henüz şehzade. Açıkçası birçok şeyi görmezden gelebiliyorum ama bu durum benim açımdan oldukça rahatsız edici. Bakalım bir sonraki filmde neler olacak...



147) Boku no Hero Academia the Movie 2: Heroes Rising/Kenji Nagasaki (2019): Filmi izlerken en yoğun şekilde düşündüğüm şey seriyi çok özlediğim oldu; umarım yeni sezon en kısa sürede gelir. Filmi çok beğendim. Liseli kahramanlarımızın yepyeni bir grup kötüyle olan mücadeleleri nefes kesiciydi ve özellikle dövüş sahneleri çok hoşuma gitti. Ancak filmle ilgili üzüldüğüm bir nokta var yine de. Hikaye, Midoriya ve Bakugou’yu fazlasıyla ön plana çıkarmış. Tamam, ikilinin iş birliği içerisinde mücadele edip eses kötüyü haklamaları çok güzeldi ama ara yerde favori karakterim Todoroki biraz harcanmış gibi. Elbette o da güçlü bir düşmanla yüzleşiyor ve kazanıyor ama bu filmde fazlasıyla geri plana atılmış durumda. Umarım hak ettiği değeri TV bölümlerinde teslim ederler. Aslında bu soruların cevabını almak için manga serisini okumaya başlamam lazım sanırım ama sürprizi kaçsın istemiyorum. Neyse işte, ben bu yapımı çok beğendim. Film başından sonuna kadar durmaksızın yoğun bir aksiyon halinde ilerliyor ve hiç sıkmıyor. Elbbette daha önce “Boku no Hero Academia” izlememiş ya da okumamış biri için pek bir anlamı yok bu filmin ama sevenlerine söylüyorum; bir an önce izleyin.


148) Kara Murat Kara Şövalye’ye Karşı/Natuk Baytan (1975): Hollywood’un sinemaya kattığı en önemli türlerden birisi şüphesiz “Western”dir. Peki nedir bu tür? Kısaca, bizim pazar sabahlarında TRT 1 ekranlarında izlediğimiz “Kovboy Filmleri” bu türü oluşturur. Peki ne anlatır bu filmler, ne gösterir? Temel yapı şudur; Avrupa kökenli, iyi, medeni, beyaz ırk ile kıtanın yerlisi olan kötü ve vahşi Kızılderililer arasında bir mücadele. Elbette sonunda hep beyazlar kazanır ve bu tarihi bir gerçektir. Ancak buradaki asıl mesele kullanılan dildir. Aslında sonradan gelen, yabancı olan kovboylardır ve yerlilerin topraklarını işgal etmişlerdir. Ancak yine de kötü olan yerlilerdir filmlerde; hem de sebebsiz bir kötülük. Hiçbir sebep olmadan saldırırlar, zarar verirler, kötü ve korkutucudurlar. Bu bağlamda; “Kara Murat” filmleri ve benzerleri, Türk Sineması’nın Western’i konumundadırlar. Bu filmlerde, Anadolu’ya gelen, şehirleri fetheden Müslüman Türkler iyi, Hristiyan Rumlar ise kötüdür ve bu sebebsiz bir kötülüktür neredeyse. Durduk yere Türk köylerine saldırırlar, söz verip tutmazlar, her türlü ahlaksızlık onlardadır, kadınları her önüne gelenle birlikte olur ve sürekli hain planlar peşindedirler. Adeta sonradan gelip Türkleri yerinden etmeye çalışanlar onlardır. Bu arada yanlış anlaşılmasın; ben Rumlar iyidir, asıl kötü Türklerdir gibi bir mesaj vermeye çalışmıyorum. Geçmişte yaşanmış olan göçler, seferler, savaşlar ve fetihler tarihi gerçeklerdir ve dönem koşulları içerisinde nesnel değerlendirilmelidir. Savaştık ve kazandık veya kaybettik; bu kadar basit. Tamam, filmi ilgi çekici kılmak, özdeşleşilecek ve nefret edilecek karakterler gereklidir ancak tarihi süreçleri filmlere konu ederken belli bir dine, bir millete ya da başka bir gruba karşı bu kadar yoğun bir nefret söylemi oluşturmanın gereği de yoktur bana göre. Birkaç gündür izlediğim ve çocukluğumun en güzel anılarından olan bu filmler, maalesef artık tat vermiyor; aksine, çok çok rahatsız ediyor. Daha güzel bir ülke, daha güzel yarınlar için önce bu ayrımcı dilden kurtulmamız lazım; başka Madımak, başka Maraş, başka 6-7 Eylül olmasın bu ülkede. Biz çok güzel, rengarenk bir bahçeydik ki hala da öyle sayılırız ama bazı tutumlarımızı değiştirmezsek sadece tek tip çiçekler ile dolu koca bir tarla kalacak geriye. Ayrımcı dile hayır!


149) The Old Guard/Gina Prince-Bythewood (2020): Öncelikle, barındırdığı Türk esintileri ile beni tavladığı anlar olduğunu kabul etmem lazım. Ana karakter Andy’nin lokum yediği ve içindeki malzemelerin Türkiye’nin hangi bölgesinden olduğunu tahmin ettiği sahne, adeta bir asın bayrakları durumuydu. Sonra, yine ana karakter Andy’nin kendini İskitli olarak tanıtması, kültürümüze, tarihimize dokunan bir başka noktaydı. Bir çizgi roman uyarlaması olan filmin konusu oldukça ilgi çekici; bir grup ölümsüz savaşçı, gölgelerden insanları korumak için mücadele ediyorlar ancak günümüz dünyasının son hali, lider Andy’yi başarısız oldukları fikrine itmiş. Elbette her şey yeni bir ölümsüzün ekibe katılmasıyla değişime uğrar. Bu sırada, uluslararası bir ilaç firması da ölümsüzlerin ve onların genetik kodlarının peşindedir. Film, bu iki grup arasındaki kedi-fare oyununun etrafında şekillenir. Bazı çok sağlam aksiyon ve dövüş sahneleri içeriyor film ve özellikle ekibe sonradan katılan Nile karakterinin filmin sonunda, kötü karakter ile birlikte gökdelenden aşağı atlayışı efsaneydi ama yine de aksiyon kısmını çok yeterli bulduğumu söyleyemem. Tamam, fikir güzel, eldeki dövüş sahneleri de başarılı ancak yapım fragmanda vadettiği kadar tempolu ilerlemiyor, çoğu yerde oldukça durağan ve sıkıcı olmanın sınırında geziyor ancak yine de sevdim. Ha bu arada, bir Türk esintisi daha vardı yapımda; Andy bir balta kullanır savaşlarda ve bu baltayı bir bağlama kılıfı içinde taşırlar. Bunu da söylemiş olayım.


150) Kara Murat: Denizler Hakimi/Natuk Baytan (1977): Bir filme kötü demeyi sevmem çünkü orada birçok kişi çalışmış ve yoğun bir emek sonucunda bir ürün, bir eser ortaya konulmuştur. “Kara Murat” serisinde de eleştirilebilecek, yok artık denilecek çok durum var ancak imkanlar dahilinde yapılmış şeyler oldukları için olumlu bakmanın bir yolu bulunabiliyor. Ancak bu filme kesinlikle kötü demek istiyorum. Yapımın neredeyse yarısı yabancı bir korsan filminden alınan ya da çalınan sahneler ile tamamlanmış. Yani böyle bir emek hırsızlığına iyi demenin, olumlu yaklaşmanın imkanı yok. İzlediğim en kötü Kara Murat filmi; umarım tekrar seyretmek zorunda kalmam. Pişmanım!


Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.


Kazan

Yorumlar