151) Kimi no Na wa-Your Name-Senin Adın/Makato Shinkai (2016): 2017 yılında izlemiştim bu filmi ilk defa ve çok sevmiştim ancak o zaman için dikkatimi çeken başlıca şey, ana karakterler Taki ile Mitsuha arasındaki fantastik aşk hikayesiydi. Geri kalan kısma çok dikkat etmemiştim ancak şimdi tekrar izlediğimde, aslında Japonya hakkında çok şey anlatan bir film buldum. Yapım, modern ile gelenekselin, taşra ile kentin ve birey ile toplumun çatışmasını işliyor; bunu yaparken de hem geleneksel hem de modern kültürün öğeleri arka planda seyirciye sunuyor. Kent ve taşra arasındaki ekonomik farkları gösteriyor, dini hayatı ve mitolojiyi yansıtıyor; taşra toplumunun baskıcı, gelenekçi ve toplumcu yapısına ve kent toplumunun kalabalık ancak bireysel ve kimi yönüyle yalnız toplumuna da bir bakış sunuyor. Bunların dışında oldukça güzel taşra ve kent manzaraları ile de filmin albenisi arttırılıyor. Tek tek incelenecek olursa, Japonya hakkında birçok şey anlatıyor, birçok şey gösteriyor kısacası. Sonuç olarak; anlatılan sadece bir aşk hikayesi değil, anlatılan şey Japonya’nın ta kendisi. Eminim anime severler şimdiye kadar bu filmi çoktan izlemiştir ama lafım izlememiş olan sinema severlere: Mutlaka bir şans verin!
152) Yoake Tsugeru Lu no Uta-Lu Over the Wall/Yuasa Masaaki (2017): Film, annesi ile babası boşandığı için Tokyo’dan Hinashi adlı küçük bir balıkçı kasabasına taşınan Kai adlı bir ortaokul öğrencisi etrafında şekilleniyor. Hayattan beklentisi bulunmayan bu içine kapanık arkadaşın hayatı ise Lu adlı deniz kızı ile tanışması ile tamamen değişiyor. Deniz kızı ve denizin altında yaşayan bir halk miti, bu filmde gerçeğe dönüyor. Elbbette, filmin alt metninde bir ırkçılık meselesi bulunduğunu söylemek gerekiyor. İnsanlar, sırf farklı oldukları için ve haklarında doğru dürüst bir şey bilmedikleri için deniz halkından korkup nefret ediyorlar. Farklı olandan korkma, onu dışlama huyumuz mu diyeyim yoksa dürtümüz mü; adı her neyse, bundan bir an önce kurtulmamız gerektiği bir gerçek. Neyse, filme dönelim. Yapım, çok tempolu ilerlemese dahi, müzik ile kurduğu ilişki, sevimli ana karakteri ve fantastik arka planı ile ilgi çekiyor. Bir göz atılabilir ama illa da önermem. Meraklısının izleyeceği bir anime film.
153) The Lovebirds/Michael Showalter (2020): Eğlenceli bir romantik komedi. Afrika kökenli Amerikalı bir kadın ve yine Hint kökenli Amerikalı bir adamın aşk ilişkileri üzerine kurulu bir hikaye. Dört yıllık ilişkinin ardından yorulan ve ayrılma noktasına gelen çiftimiz, kendini polis olarak tanıtan ve arabalarına el koyan bir adamın onların arabasıyla birini öldürmesi sonucunda kovalamacalar ile dolu bir gün yaşarlar. Hem cinayet olayı çözülür hem de aşk ilişkileri yoluna girer bu maceranın sonunda. Filmin bir sahnede yapmış olduğu ırkçı polis göndermesi ise oldukça etkileyiciydi diyebilirim; hele güncel dönem ABD durumu göz önünde bulundurulduğunda daha da anlamlı bir sahneydi. Her neyse; çok fazla politik olmadan ama ABD’deki ırkçılık olayına da değinerek ilerleyen, öncelikle eğlendirmeye çalışan bir film. Sıkılmadan izledim.
154) Code 8-Kod 8/Jeff Chan (2019): Açıkçası, fikri çekici bulmakla birlikte filmin hikayesinin zayıf kaldığını düşünüyorum. Aslında temel olarak yine ırkçılık meselesine değinen bir film. Güç sahibi ve normal insanların yaşadığı bir dünyada geçiyor filmin hikayesi; klasik “X-Men” olayı aslında. Eski dönemlerde güç sahipleri, süper güçleri ile topluma faydalı olmuş ancak sonrasında teknoloji gelişip de onların işlerini makineler devralınca güç sahipleri toplumun dışına itilmeye ve bastırılmaya başlanmış. Güçsüz olmak iyi, süper güçlere sahip olmak ise kötü olarak algılanmış. Toplumun dışına itilen güç sahipleri ise illegal işlere yapmaya başlamışlar. Dediğim gibi konu iyi ama filmin ön plandaki hikayesi bana göre zayıf kalmış. Kimseye illa izleyin demem.
155) Kara Murat: Devler Savaşıyor/Natuk Baytan (1978): Filmin hikayesine falan takılmayı geçtim artık bu “Kara Murat” serisinde; gerçi seri olması da şüpheli ya. Şimdiye kadar, Fatih ve Kara Murat rolleri değişmemişti ama bu film geleneği bozmuş. Fatih rolü “Sümer Tilmaç”a verilmiş. Bu beni üzdü. Neyse, takıldığım nokta şu; Kara Murat, yeniden bir göreve çıkıyor ve kılık değiştiriyor falan filan. Bir yandan Mora valisi olarak ortalarda dolanıyor, diğer yandan yüzüne bir tül takıp Kara Murat olarak Türk ve Müslüman halkı zalim Rumlardan kurtarıyor. Ya arkadaş, adam yüzüne bildiğin tül takmış, her şey kabak gibi ortada ama kimse tanımıyor. Bu adam bildiğin Süpermen. Üstelik bir sahnede de yüzüne tül takmayı bile unutmuşlar ama yine de sorun etmemişler bunu. Ha bir de figüranların rol çalma çabaları da cabası. Bir sahne var! Kadın başrol, Müslümanlara zulmeden hakimlere ayar veriyor. Bu sırada ekranın solunda gösteriliyor. Sağ arkada ise “Yadigar Ejder” kameranın açısında bulunuyor. Bir diğer emekçi abimiz, adını bilmiyorum ama sarışın ince bıyıklı bir tip; hani birçok filmde yer alan o ekipten işte. Neyse, bu sarı bıyıklı abi, sahne devam ederken, Yadigar Ejder’i ittire ittire kıyın kıyın kadraja giriyor. Bilmiyorum bu beni çok rahatsız eden bir nokta olmuştu ama elbette bu ufak bir şey. Asıl olay tül, kesinlikle tül. Kısacası, Kara Murat filmlerini yeni baştan izlemek bir hataydı. Çocukluğumun güzel anıları olarak geçmişte bırakmam gerekirmiş; öyle diyelim.
156) The Imitation Game-Enigma/Morten Tyldum (2014): Bana göre; başarılı işlenmiş her biyografik film, seyretmeye değerdir. Aynı durum bu yapım için de geçerli. Uzun zamandır listemde olan ama sürekli bir şekilde ertelediğim bir projeydi bu film. Sanırım biraz II. Dünya Savaşı temalı filmlerden sıkıldığım için ama sonunda izledim ve sevdim. Hem kendine hayran bırakan hem de oldukça üzen bir hikaye buldum film içerisinde. “Alan Turing”in modern bilgisayarların temelini atışı, Nazi Almanyası ile girişilen savaşta göstermiş olduğu büyük katkı ile savaşın seyrini değiştirişi ve maalesef en sonunda ise sırf kadınlardan hoşlanmıyor diye yargılanışı. Dünyayı dahi kurtarsan, insanlar yine de seni cinsel tercihlerin ile yargılıyor; ne kadar acı. Topluma, dünyaya ne kattığın değil; yatağını kiminle paylaştığın daha önemli görülüyor ve ne yazık ki durum dünyanın birçok köşesinde hala aynı. Filmi izlemenizi şiddetle öneririm.
157) Şendul Şaban/Kartal Tibet (1985): Aslında, en baştan Türkiye’deki kadın-erkek rolleri üzerine bizi düşündüren, hatta bu duruma komedi yoluyla eleştiri getiren bir proje vardı karşımızda; kadının çalıştığı, erkeğin ise evde çocuklar ile ilgilendiği bir düzen. Temel fikir güzel ama bir yerden sonra seyirciye sunulan tek şey ev hanımlığı denen şeyin/mesleğin alaya alınması ve sonunda erkek egemen toplum düzeninin yeniden inşa edilmesi oluyor. Erkek, yeniden çalışmaya başlayınca roller eski halini alıyor ve film boyunca çalışıp çabalayıp ev geçindiren güçlü kadın, kocasına terlik getirmekten mutlu bir insana dönüşüyor; evinin kadını, çocuklarının anası ve kocasının hizmetçisi oluyor.
158) Bayi Toplantısı/Bedran Güzel (2020): Filmi beğendim, bunu açıkça belirtmem lazım. Birçok sahnede güldüm ve başından sonuna sıkılmadan izledim. Öncelikle “İbrahim Büyükak”ın kalemini her filmle birlikte daha da sevmeye başlıyorum. Bir sonraki filmini kesinlikle izlerim, an itibariyle o net. “Doğu Demirkol” ile “Onur Buldu”nun ortaya koydukları oyunculuklar da efsane; ben özellikle Doğu Demirkol’un Adem karakterine çok uyuz oldum. Zaten komik yanı da insanı sinir eden tavırları. Filmle ilgili tek sıkıntım, şöyle suratımıza vura vura verdiği bir mesaj ya da bizi üstüne düşündürecek bir meselesi olmaması. Ailenin önemi meselesi biraz kendini gösterir gibi oluyor ancak benim fikrime göre zayıf bir ışık yaydığı için filmin aksiyonu arasında fazla öne çıkamıyor. Elbette her filmin mesajı olacak diye bir kaide yok ve tekrar ediyorum filmi gerçekten sevdim ama dürüst olmam lazım; bir daha dönüp de izlemem. Güldük, eğlendik ve biti; bu film, benim için ömrünü tüketti artık. Sıradaki gelsin!
159) Gönül Yarası/Yavuz Turgul (2005): “Şener Şen”in rol alıp da izlemediğim nadir filmlerden birisiydi bu yapım yıllarca. Hep acaba bir şey kaybediyor muyum izlemeyerek diye düşünürdüm ancak açıkçası “Yavuz Turgul”un anlatım tarzını çok durağan bulduğumdan hiçbir zaman yanaşamadım bu filmi izlemeye; bugüne kadar. Öncelikle, filmde konuk olarak yer alan ve türkü bar sahnelerinde sesleri ile kulaklarımın pasını silen “Aynur Doğan” ile elbette “Neşet Ertaş”a değinmem gerekir. Filmin açık ara en güzel sahneleriydi benim için. Ancak bu yapımın geri kalanı için aynı şeyi söyleyemem. İki saatlik bir zaman kaybıymış gibi hissettim. Bunu izlemek yerine, bir üçüncü sayfa haberi de okuyabilirdim. Bu izlediğim hikayeyi zaten her gün gazetelerde, televizyonda, sosyal medyada görüyorum. Açıkçası filmi izlerken Yavuz Turgul’u çokça eleştirdim. Tamam, saygı duyulması gereken önemli bir senarist ve yönetmendir Türk Sineması için ancak topluma seslenen bir iş yaparken, böyle bir film ortaya koyarken, bana göre, olanı göstermekten fazlasını yapmalı insan. Elbette her filmin bir mesajı olmak zorunda değil ancak böyle bir konuya değiniyorsan izleyene verdiğin bir mesaj olmalıdır. “Meltem Cumbul”un hayat verdiği kadın karakterin öleceği başından itibaren o kadar belli bir şeydi ki. Maalesef bu ülkemizin bir gerçeği; kadına şiddet, kadın cinayetleri ve erkek vahşeti. Maalesef bu bir Türkiye gerçeği. Ancak film, bu gerçeği sadece gösteriyor. Erkeğe mahkum edilen, hayatını sadece onun gölgesinde yaşayabilen bir kadın sunuluyor; çaresiz bırakılmış bir kadın. Ya pavyonlarda sürünecek ve sonunda, en kaba söylemle, orospu olacak ve kendisi ile birlikte kızını da bu hayata sürükleyecek ya da dayakçı, manyak kocasının yanında sırf çocuğunu, görece, daha iyi bir ortamda yaşatabilmek için kalacak ve onun kölesi olacaktır. Filmin sunduğu şey, tekrar söylüyorum, maalesef bizim ülke gerçeğimiz ama Dünya karakterinin pavyonda kalmak ya da dayakçı kocasına geri dönmek arasında seçim yapması gerektiği sahnedeki gibi; üçüncü bir seçenek yok mu gerçekten ya da olmamalı mı? Evet, belki gerçekte üçüncü seçenek sunulmuyor birçok kadına ama sinemanın tek görevi olmuş olanı mı göstermektir? Olması gerekeni ya da olabilecek olanı göstermek de gerekmez mi? Sonunda ne oldu? Dünya, kocasına döndü, dönmek zorunda bırakıldı ve sonrasında da dayakçı kocası Halil’in ellerinde can verdi. Kadına ölüm ya da kölelikten başka bir ihtimal vermeyen bu filmi sevmedim ben, evet oldukça gerçek olduğu için sevmedim, bana haberlerde gördüğüm şeyi tekrar gösterdiği ama bir yol sunmadığı için sevmedim. Kadının kurtuluş ve bir erkekten kaçmak için yine başka bir erkeğe yollanmasını sevmedim. Ben bu filmi sevmedim! Üçüncü bir yol olmalı; ölümden öte, kölelikten öte üçüncü bir yol olmalı. Yoksa bile olması için çabalanmalı. Sadece olanı göstermek maalesef bir şeyleri değiştirmeye yetmiyor. Bu filmin vizyonundan 15 yıl sonra kadın cinayetleri her gün katlanarak artıyorsa sadece olanı söylemek yetmemiş demek ki, bunu anlamak gerek. Başka bir çıkış, başka bir yol bulunmalı. Kadına, bir erkeğe ihtiyaç duymadan da varolabileceği bir yol sunulmalıdır; kadının güçlü olduğu hatırlanılmalı ve hatırlatılmalıdır.
160) Şef/Jon Favreau (2014): “Mükemmel Sinema Gecesi”nin ilk filmi. Açıkçası yapımın ilk bir saati oldukça sıkıcı ilerlediği için bir ara filmi izlemeyi seçtiğime pişman oldum ama yönetmen ve aynı zamanda başrol olan “Jon Favreau” hatrına dişimi sıktım. Sonuçta bu adam, çok sevdiğim “Marvel Sinema Evreni”nin temel taşını atan ve ilk iki “Iron Man” filmini ortaya çıkaran, üstelik yine çok sevdiğim bir diğer iş olan “The Mandalorian” dizisinin yaratıcısı. Sabrımın mükafatını da almış oldum açıkçası. Sıkıcı denilebilecek bir monotonluk ile ilerleyen ilk yarıya karşın, çok daha tempolu, eğlenceli ve öğretici bir ikinci yarı izledim. Film, eşi ile boşanmış, oğlu ile ilişki kurmayı beceremeyen ve üstelik çalıştığı restoranda da yetenekleri patronu tarafından bastırılmış, kısacası hem hayatı hem de aşçılık yeteneği çıkmaza girmiş bir şef hakkında. Üstelik şef, sosyal medyanın giderek yükseldiği 2014 gibi bir yılda “Twitter”ın azizliğine uğrayıp bir yemek eleştirmeni ile de ters düşünce her şey onun için alt üst olur. İşinden kovulan şefin imdadına ise eski eşi yetişir ve ona, kendi işinin patronu olması ve sevdiği, istediği yemekleri pişirmesi için bir fırsat verir. Eski eşi ve oğlu ile birlikte “Los Angeles”dan “Miami”ye seyahat eden şef, orada kendine bir yemek kamyonu alır; ancak eski bir araç olan bu kamyonun çalışmaya başlamadan önce temizlenmesi gerekmektedir. Böylece, baba ile oğulun ilişkilerini geliştirmek için bir fırsatları olur. Kamyonu temizlerler, birlikte yemek yapmaya başlarlar, şefin eski yardımcısı da onlarla çalışmak için gelir ve üç adam ABD’nin bir ucundan diğerine yemek kamyonu ile bir yolculuğa çıkarlar. Film, bir anda şahane bir yol hikayesine dönüşür. Farklı şehirler, yemek ve yolculuk. Yani film hakkında daha da konuşurum ama kısa keseyim. Filmi bitirdikten sonra hissettiğim net olarak şuydu; çocuk sahibi olmak ve onunla bir şeyler paylaşmak, ona bir şeyler öğretmek ve anılar biriktirmek. Ben filmi çok sevdim; ilk yarısının durağanlığına rağmen. Bir gün yine oturup izlemek isterim. Herkese de öneririm. Bu yapım, hem aile hem yemek hem de yol filmi severleri tek kümede toplayan bir proje. Bittiğinde yüzümde bir gülümseme bırakan filmleri seviyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder