161) Nakitai Watashi wa Neko wo Kaburu-A Whisker Away/Sato Junichi-Shibayama Tomotaka (2020): “Mükemmel Sinema Gecesi”nin ikinci filmi. Ben zaten genel anlamda izlediğim yapım bir anime olduğu zaman, o filmi beğenmeye meyilli bir kişiyim ama şöyle değerlendirmek lazım sanırım; genelde animeler ile pek alakası olmayan kız kardeşim bile filmin yarısında izlemeye başlamış olsa dahi bu yapımı sevdi. Japonlar, bu filmde yine çok iyi yaptıkları bir şeyi sunmuşlar bize. Bir yandan fantastik bir hikaye oluştururken aslında kendi modern toplumlarında varolan çeşitli sorunlara değinmişler. Bu fantastik anlatımı ise Batı özentiliği ile değil, kendi temellerinden, kültürlerinden ve mitolojilerinden faydalanarak yapmışlar. Ben fazla bir şey söylemek istemiyorum. Sadece şu kadarını söyleyebilirm; filmde aşk var hem de oldukça fantastik bir yolla ilerleyen, kediye dönüşen insanlar ile insana dönüşen kediler var, kendini bulmaya çabalayan gençler/ergenler var ve elbette her köşede Japon kültürü var. Güzel bir film. Bir şans verin bence.
162) Lagaan: Once Upon A Time In India-Lagaan: Evvel Zaman İçinde Hindistan’da/Ashutosh Gowariker (2001): Tam tamına “3 saat 43 dakika” uzunluğunda bir film ve bu sürenin bir buçuk saati ise sadece bir kriket maçının gösterilmesi ile ilerliyor. Ancak yine de süre nasıl geçti, nasıl sona geldik anlamadım diyebilirim. Başlarken bitmez bu dediğim film, göz açıp kapayana kadar geçip gitmiş gibiydi. Tabi bu durumda çok sevdiğim bir aktör olan “Aamir Khan”ın ve yine çok sevdiğim danslı kısımların etkisi büyük. Üstelik hem spor hem de tarih ile alakalı bir film. Çok sevdim diyebilirim açıkça; süreyi göze alıp izlemeye cesaret edecek olanların büyük oranda memnun kalacağına eminim ama öncesinde hiç Hint filmi izlemediyseniz işiniz zor. Sadece Hollywood veya Türk filmlerinin anlatımına alışkın birisi için ters köşe olabilecek çok durum var. Örneğin insanların birden bire şarkı söyleyip dans etmeye başlmasını sevmediğini söyleyen çok insan ile karşılaşmışımdır şimdiye kadar ama kendi adıma bir Hint/Bollywood filmi izlerken en büyük beklentim hareketli şarkılar eşliğinde sunulan dans gösterileri izleyebilmektir. Neyse; cesareti ve elbette vakti olanlara şimdiden iyi seyirler.
163) Değirmen/Atıf Yılmaz (1986): “Reşat Nuri Güntekin”in eserinden uyarlanmış güzel bir film. Ayrıca “Şener Şen”in rol alıp da izlemediğim nadir filmlerden de birisiydi bugüne kadar. Film, 1914 yılında, dünya savaşı kapıya dayanmışken Anadolu’da bir kasabada ortaya çıkan sahte deprem haberi üzerine gelişmektedir. Kasaba kaymakamının da katıldığı bir bağ evi eğlencesinde insanlar deprem var sanıp evden kaçmak için birbirlerini ezerler. Haber önce gazetelere düşer ve İstanbul’a kadar ulaşır. Ancak olaylar çarpıtıldığı için her şey yanlış anlaşılır. Sonrasında devam eden yanlış anlaşılmalar ile de haber büyüdükçe büyür. Film, devletin aksak ilerleyişine, gösterişten öteye gitmeyen düzenine ve halkın yalnız, çaresiz bırakılmışlığına değinmektedir. Filmin hikayesinin geçtiği yıllar ile günümüz arasında yüz yıldan fazla zaman var lakin sanki hiçbir şey değişmemiş gibi. Devletin adı farklı ama düzeni aynı. Halk yine aç, yine çaresiz.
164) Goblin Slayer: Goblin’s Crown/Ozaki Takaharu (2020): Anime serisinin sezon finali yaptığı yerden devam eden bir film. Daha doğrusu; bir buçuk saatlik süresinin ilk yarım saatinde geride kalan sezonu özetleyip sonraki bir saat içinde de yeni bir hikaye işleyen bir yapım. Goblin Slayer ve ekibi, her zaman olduğu gibi goblin öldürme işlerine devam ederlerken dağlarda goblin avlarken kaybolan bir maceracıyı bulmasını talep eden bir iş gelir. Böylece karlı dağlarda, terk edilmiş cüce kalelerinde goblin avladıkları maceraları başlar. Ortaya konan proje, bir sinema filminden çok serinin devam bölümleri gibiydi ama ben yine de izlediğim şeyi sevdim. Zaten anime serisini çok sevmiş ve de özlemiştim. Bu filmi izlemek iyi geldi. İçerdiği şiddet ile birlikte daha çok yetişkinlere yönelik bir seri olan “Goblin Slayer”ı, anime severlere öneririm.
165) MILF/Axelle Laffont (2018): Fransa’nın bir sahil kasabasında tatile çıkan kırklı yaşlarda üç kadın; beraberlerinde götürdükleri aile ve ilişki problemleri ile tatilde edindikleri yaz aşkları. Fazla da bir şey söylemeye gerek yok. Sıkıcı bir film değil en azından.
166) Kurenai no Buta-Porco Rosso-Kırmızı Kanatlar/Miyazaki Hayao (1992): Sanırım “Miyazaki”nin en az göze çarpan filmlerinden birisidir bu yapım. Yönetmenin alışılmış tarzının dışında bir filmdir çünkü bu yapımda başrol bir erkektir. Elbbette güçlü kadınlar yine her yerde karşımıza çıkar ve hikayenin gidişatını değiştirecek etkilerde bulunurlar ancak bu defa olayların üstüne kurulduğu kişi, yarı insan-yarı domuz olan Marco adlı bir pilottur. Akdeniz kıyılarında geçen hikaye, iki dünya savaşı arası dönemde İtalya’nın durumunu yansıtır. Ekonomi kötü durumdadır ve savaşın ayak sesleri yaklaşmaktadır. Böyle bir ortamda erkekler ya uzaklara daha iyi iş imkanları bulunan yerlere giderler ya orduya katılırlar ya da korsan olurlar. Geride kalan kadınlar ise kendi kasabalarında, köylerinde iş gücüne katılmak zorunda kalırlar. Film, oldukça ataerkil bir bakış açısıyla kadını belli sınırlar içerisinde değerlendiren Marco’nun gelişimini ve kadınlara bakış açısında yaşanan değişimi yansıtmaktadır. Filmin en güzel anı ve beni yakaladığı yer ise daha önce ordudan kaçmış olan Marco’nun aynı ordudan bir arkadaşına, “Faşist olacağıma domuz olmayı tercih ederim.” dediği sahnedir. Güzel film; zevk alarak izledim.
167) Uncut Gems/Josh Safdie-Benny Safdie (2019): Bu film hakkında konuşan çok fazla kişyi izledim veya okudum. Her seferinde de oldukça iyi yorumlar ile karşılaştım ve evet, kabul etmeliyim; “Adam Sandler”ın oyunculuk performansı efsaneydi. Howard karakterini hem sevip hem de nefret ettim film boyunca ancak ters köşe final sahnesi dışında beni pek de tatmin eden bir hikaye bulamadım. İki saati aşkın sürenin çoğunda sıkılarak izledim karşımdaki ekranı. Adam Sandler performansı beni çok mutlu etse bile projeyi genel olarak sevmedim. Pek bana hitap eden bir tarz değil; NBA maçları, bahisler ve mücevher alışverişi meseleleri beni pek sarmadı.
168) Sen to Chihiro no Kamikakushi-Spirited Away-Ruhların Kaçışı/Miyazaki Hayao (2001): Fazla söze gerek yok sanırım; “Miyazaki”nin “Oscar” kazanmış filmi. Japon kültürünün ve inanışının oluk oluk aktığı bir yapım. Miyazaki izlemek konusunda gösterdiğim bu gereksiz dirence her filmiyle birlikte daha da kızıyorum. Abartmıyorum; her anından zevk alarak izledim bu filmi. Sizi Japonya’nın fantastik dünyasına alıp götürecek bir film; mutlaka izleyin derim. Tabi benim gibi bu kadar yıl geciktiyseniz. Mutlaka izlenilen filmler listenizde olmalı.
169) Cep Herkülü Naim Süleymanoğlu/Özer Feyzioğlu (2019): “Çiçero” ve “Turkish Ice-Cream” filmlerinin ağızda bıraktığı garip tattan sonra, bu yapımın iyi bir proje olduğunu belirtmem lazım. Ben filmi sevdim, başından sonuna kadar sıkılmadan izledim; yer yer göz yaşlarımı tutamadığım bile oldu. Aynı zamanda seksenli yılları anlamamız açısından da birçok önemli noktayı yansıtan bir film bu. Hiç unutmam, birinci sınıfa başlamak için gittiğim Bursa’da Bulgarlar veya Bulgar Türkleri ya da Bulgar göçmenleri olarak anılan topluluktan haberdar olmuştum ilk defa. Film, onların ülkeye geliş sürecini ve bu süreçte Naim’in aldığı rolü yansıtıyor. Diğer yandan; 1980 Darbesi’nin artçıları ve yine komşu ülkelerimizde esen komünizm rüzgarları da bir şekilde film içinde yansıtılmış. Ben beğendim ve öneririm. Eli yüzü düzgün bir film. Uğraşılmış dedirten bir yapım ve teknik bir aksaklık da gözüme çarpmadı. Şimdiden iyi seyirler.
170) The Proffessor and The Madman-Deli ve Dahi/Farhad Safinia (2019): “Mel Gibson”ı ekranda görmeyi seviyorum sanırım. Filmde onun varolması demek, her zaman +1 yazıyor benim açımdan. Diğer yandan; “The Secret Life of Walter Mitty” filminden beri “Sean Penn” için de bir hayranlığım var. Sevdiğim iki aktör bir arada ve üstelik izlediğim şey biyografik bir yapım. Daha başka ne isterim ki... Bu arada, filmin Türkçe isimlendirmesini beğenmediğimi söylemem lazım. Ortada bir deli ve bir dahi değil, iki tane dahi adam var. Biri, diploma sahibi olacak bir eğitim alma şansı olmadığı halde kendini geliştiren bir profesör; öteki ise yaşadığı zorlu süreçler sonunda akli dengeleri sarsılmış olan bir doktor ve aynı zamanda da asker. Film, ikilinin işbirliği ile yazılmaya başlanan “Oxword Sözlük”ün ortaya çıkış hikayesini anlatıyor. Ben sevdim. İzlememiş olanlara öneririm.
Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.
Yorumlar
Yorum Gönder