191) Hududların Kanunu/Lütfi Ö. Akad (1967): Filmin bazı kısımlarının olmayışı oldukça üzücüydü. Hikayeyi yakalamak açısından bazı noktalar, örneğin “Tuncel Kurtiz”in Bekir karakterinin ölümü gibi, havada kalıyor. Ancak yine de şu noktaya değinmem gerek 1960’lar gerçekten de Türk sinemasının zirve on yılı olabilir. Elbette güncel dönemde çok daha fazla sinema bilgisine ve teknolojik olanaklara sahibiz ama içerik bakımından, eleştirellik bakımından o dönemin çok gerisindeyiz. Yanlış anlaşılmasın; ben 1960’lar mükemmeldi demiyorum. Kadının sunumu gibi, birçok konuda eleştirilebilecek çokça olumsuzluk da içeriyor ancak bir arayış, varolma ve kendi kimliğini oluşturma çabası da mevcut. “Hududların Kanunu” da böyle bir yapım. Ülke gerçeğine dokunan bir hikaye. Sınır bölgesinde kaçakçılık yapan insanların hem devlet hem de toprak ağaları ile olan mücadelesi yansıtılıyor. Bu filme çok eleştirel yaklaşmak istemiyorum çünkü benim izlediğim halinde birçok sahne eksik ve bunun sebebi olarak da “1980 Darbesi” zamanında çoğu kopyanın yok edilmesi ve kalan ya da kalanların ise kısmi olarak zarar görmüş olması gösteriliyor. Sözün özü; 1960’lar Türk sinemasına ya da “Yılmaz Güney”e veya yönetmen “Lütfi Akad”a ilginiz varsa ve henüz bu filmi görmediyseniz bir bakın derim.
192)
The Trial of the Chicago 7-Şikago Yedilisi’nin
Yargılanması/Aaron Sorkin (2020): 1968 yazında dünyanın
birçok noktasında olduğu gibi, ABD’de de sol tabanlı
ayaklanmalar ve gösteriler yaşanmıştır. Elbette bu konu üzerinde
çok fazla bir bilgim olmadığı için yanıltıcı bir yorum yapmak
istemem ama film dönem olaylarının anlaşılmasında fikir
sağlayıcı bir hikaye sunuyor. Sol görüşlü gençlerin neden
sokaklara döküldükleri, ne amaçladıkları ve de nasıl bir tepki
ile karşılaştıkları yansıtılıyor. Ben kendi adıma filmi
etkileyici buldum. Oyunculuklar olsun, gerçek bir olayın/sürecin
başarılı bir şekilde kurgulanışı olsun, kimi sahnelerde gerçek
görüntülerin kurgu ile karıştırılması ve filmin gerçekliğinin
arttırılması olsun filmi başarılı kılmış. Filmi herkese
öneririrm. 1968 yılını özel veya farklı kılan şeyin en
azından bir şehir özelindeki yansımaları sunulmuş. Beğendim;
özellikle “Danger Close” gibi Vietnam Savaşı’ndan bir
kahramanlık hikayesi çıkarmaya çabalayan bir film örneğinden
sonra daha da anlamlı oldu.
193)
Sürü/Zeki Ökten (1978): Bu film, Türkiye’mizin acı
gerçeğini anlatıyor. Keşke tüm bunlar sadece “Yılmaz
Güney”in hayal gücünün birer yansımasıdır diyebilse
insan ama maalesef bu hikayedeki birçok şey sonuna kadar gerçek. O
kadar gerçek ki 2020 yılında dahi hala böyledir demek mümkün;
ne kadar acı. Filmin anlatmaya çalıştıklarına ve üretimdeki
zorluklarına büyük saygı duymakla birlikte bazı sahnelerin
fazlasıyla zorlama olduğu hissiyatına da kapıldım. Filme dahil
olmak konusunda da çokça zorlandım ve ne zaman bitecek diye birçok
defa sordum kendime ama sonunda bitti. Üstüne bunca yıldır
konuşulan bir filmin daha aslında ne olduğunu öğrenmiş oldum.
Ben kendi adıma; “Zeki Ökten”in “Davacı”,
“Yoksul” ve “Kapıcılar Kralı” gibi
filmlerini daha başarılı bulmaktayım. Eleştiri dersen eleştiri
bulunuyor ve aynı zamanda seyirciyi hikayeye dahil eden bir temposu
da var. Şimdi, çok çok büyük laflar etmek istemiyorum elbette
ama Zeki Ökten denildiğinde çoğunlukla Yılmaz Güney’in “Sürü”
filmini çeken adam olarak anılması fazlaca adaletsiz. Zeki Ökten,
bu filmden çok daha fazlası ve Yılmaz Güney’in gölgesinde
bırakılmayı hak etmiyor. Bazı çevrelerde maalesef ki Yılmaz
Güney’i olduğundan büyük, Zeki Ökten gibi birçok yönetmeni
ise buna kıyasla olduğundan daha değersiz görmek gibi bir tutum
var. Evet, Yılmaz Güney, Türk sineması için büyük bir değerdir
ama her şey de değildir. Onu putlaştırmak, ulaşılmaz bir konuma
yerleştirmek hem ona hem de sinemamıza zarar verir. Neyse işte; bu
filmin adı Sürü, yönetmeni de Zeki Ökten!
194)
Die Hard-Zor Ölüm/John McTiernan (1988): Geriye dönüp
bakınca bu serinin ilk filmini şimdiye kadar hiç izlemediğimi
anlıyorum. Diğer filmleri ise karışık bir şekilde izlemişim.
Elbette bu, seriyi baştan izleyeceğim demek değil. Neyse işte;
tam bir Hollywood aksiyon filmi. Bu klişeye çok uygun bir yapım.
Tek bir Amerikalı, bir grup Alman teröristi haklayıp kahraman
oluyor; patlamalar, çatışmalar, ölenler, öldürenler, vs. Bu
filmi, “Sinema ve Politika” dersi için izledim ve
açıkçası hocam ile üzerine güzel bir konuşma yapacağımızı
düşünüyorum. “Die Hard”, mutlaka her sinema severin
öyle ya da böyle adını duyduğu bir film serisidir bence. O
yüzden üstüne çok da konuşmaya gerek yok şimdilik.
195)
Vertigo-Ölüm Korkusu/Alfred Hitchcock (1958): “Sapık”
filmini izlediğimden beri “Hitchcock” sinemasına
ısınamamışımdır bir türlü. Elbette çok büyük bir yönetmen
ve birçok önemli filmden bahsediyoruz burada fakat ben oldum olası
korku-gerilim türünde filmleri izleyemem ve böyle bir yönetmenin
filmografisine de Sapık gibi bir filmle başlayınca maalesef müthiş
bir isteksizlik oluştu. Yalan yok; bu film boyunca da nerede
korkarım, nerede gerilirim diye düşündüm durdum ve özellikle
rüya sahnesi/sekansı beni gerçekten gerdi ama buna karşın
oldukça lezzetli bir yapım ile karşılaştım. Hikayenin ani
geçişi etkileyiciydi. Başta sunulan doğaüstü giriş ve gergin
atmosfer, bir anda yerini polisiye-dedektiflik türüne bıraktı.
Finale doğru hikaye sıkıcı bir hal kazanmış olsa bile genel
manada filmin öykü kurgusu başarılıydı. Beni germediği sürece
daha çok Hitchcock filmi izleyebilirim sanırım. İzlememiş
olanlara bu filmi mutlaka tavsiye ederim.
196)
Love And Monsters/Michael Matthews (2020): Birkaç ağır
film örneğinden sonra; açıkçası güzel bir kafa dağıtma arası
oldu. “Love And Monsters”, artık klişeleşmiş bir
Hollywood teması sunan bir film; bir kişinin (kahramanın) tek
başına çıktığı yolculuğunda aşkı ve kendini bulma serüveni.
Yol/yolculuk hikayesi olması zaten filmi başlı başına lezzetli
kılan bir unsur. Karakterin başlangıç ve bitiş arasındaki
değişimi heyecan verici ve klasik anlatı filmlerinin temel
prensiplerini tam anlamıyla uyguluyor; giriş-gelişme-sonuç. Sakin
ve durumu özetler başlangıç, kırılma anı, hikayenin gelişimi,
zirve noktası ve tekrardan sakinleşen sonuç. Üstelik, her ne
kadar içinde yer almak istemesek/istemeyecek olsak bile, canavarlar
ile dolu vahşi bir dünyada geçen bir macera ve karakter üzerinden
bu dünyayı deneyimleme imkanı. Eğlenceli vakit geçirmek ve biraz
kafa dağıtmak isteyenlere önereceğim bir film.
197)
Over the Moon- Bir Ay Masalı/Glen Keane (2020): Hayat düz
bir çizgidir; ne yaparsan yap sadece ileri gider. Belki geride çok
güzel anılar, değişmesini istemediğin bir düzen ve hatta
kıymetli insanlar olabilir ama hiçbir şey sonsuza kadar aynı
kalmaz. Değişim kaçınılmazdır; önemli olan ise değişimi
kabullenmek, ayak uydurmak ve ilerlemeye devam etmektir. Bu filmin
temel mesajı da bu düşünce üzerine kurulu. Elbette bunu
fantastik bir öykü çevresinde, küçük bir kızı aya uçurarak
gerçekleştiriyor ama temeli bu şekilde kuruyor. Film, güzel bir
mesaj ve renkli karakterler barındırıyor; sevdim. Olumsuz
bulacağım tek yönü şarkı olayının, bana göre, abartılmış
olmasıydı. Ancak onun dışında bir kusur bulamayacağım. Gerçi
şarkılar da pek kusur sayılmaz ya. Neyse işte; güzel film.
Tavsiye ederim.
198)
Masumiyet/Zeki Demirkubuz (1997): Filmin görüntü
kalitesi oldukça düşük olmakla birlikte; oyunculuklar ve
hikayenin ilerleyişi oldukça etkileyiciydi. Özellikle “Haluk
Bilginer”in az ama etkili sahnelerine bayıldım. Filmin sonu
da ayrı bir ters köşeydi. Çok benim tarzım, zevk alarak
izlediğim bir film örneği değil ama hakkını vermem lazım;
filmi beğendim.
199)
Safety Last!-Güvenlik Sonra Gelir/Fred C. Newmeyer-Sam Taylor
(1923): Her ne kadar ben izlediğim filmleri adı, yönetmeni ve
yılı şeklinde not etsem bile bazı filmler yönetmen değil,
yıldız oyuncu filmidir; özellikle ilk dönem Hollywood filmleri.
Klasik anlatı ve yıldız oyuncu sistemiyle güç kazanan Hollywood,
çok erken dönemlerden itibaren kendi yıldız oyuncularını da
çıkarmayı bilmiştir ki “Harold Lloyd” da bu isimlerden
birisidir. Örneğin bu film; kimse yönetmenin kim olduğunu
umursamaz. “Safety Last!”, bir Harold Lloyd filmidir.
Lloyd’un efsanevi binaya tırmanma sahnesini öncesinde defalarca
izlemiştim ama o sahnenin ait olduğu filmi ilk defa izleme şansım
oldu ve özellikle “Sovyet Biçimci” yönetmenlerin sesin
sinemaya zarar vereceği görüşünün çok da yanlış olmadığını
düşündüm. Elbette filmler şimdiki halleri ile de çok
kıymetliler ancak sesin bir görsel sanat olan sinemaya dahli
sanatçıları (senaristleri ve yönetmenleri kastediyorum)
tembelleştirmiş, görselin gücü yerine kelimelerin gücüne
sığınılmıştır. Oysa bu film, görselin gücünün ne kadar
etkili kullanılabileceğinin çok güzel bir örneğini sunuyor.
1923 yapımı olmasına karşın bir an bile sıkmadan beni kendisine
bağlamasını bildi ve büyük bir zevk ile izledim. Bir daha
Lloyd’un bir filmine denk gelirsem tereddütsüz izleyeceğimi
biliyorum artık. İzlememiş olan herkese mutlak önereceğim
muhteşem bir film (muhteşem çok mu oldu?). Şimdiden iyi seyirler.
200) The Gold Rush-Altına Hücum/Charles Chaplin (1925): Dile kolay tam tamına 200 film; 2020 yılı boyunca izlediğim film sayısı ki daha yılın bitimine iki koca ay var ve bu sayıyı arttıracağım kesin. 200. filmi de böyle önemli bir isimle, “Chaplin” ile tamamlamak şahane oldu. “The Gold Rush” favori Chaplin filmim olmadı açıkçası ama en azından izlemiş ve onu da deneyimlemiş oldum. Filmin içeriği çok da önemli değil aslına bakarsanız. Ekranda Chaplin’i görmek yeterli. Sadece mimikleri ve sakarlıkları ile onu görmek bile yeterince eğlenceli. Bu filmle birlikte ses meselesi beni yeniden düşündürdü. Gerçekten de sessiz dönem filmleri küresel sinema üretirken ses ile birlikte filmler ulus kavramının içine sıkışmış. Chaplin ise, en azından sessiz filmleri ile birlikte, küresel bir yıldız olmayı sonuna kadar hak ediyor. Elbette artık ses sinemanın çok önemli bir parçası ancak sessiz dönem filmlerini göz ardı etmemek lazım. Geçmişte çok kıymetli bir hazine yatıyor.
Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.
Yorumlar
Yorum Gönder