201) Karşı Pencere-La Finestra di Fronte-Facing Windows/Ferzan Özpetek (2003): “Ferzan Özpetek”in bununla birlikte sadece iki filmini izlemiş oldum ve her iki filmde de dikkatimi çeken ortaklıklar var. İzlediğim ilk film, “Cem Yılmaz”ın da rol aldığı “Magnifica Presenza-Şahane Misafir (2012)” adlı yapımdı. Her iki film de hikayesini bir noktada II. Dünya Savaşı’na ve o dönem Roma şehrinde yaşananlara bağlıyor ve yine her iki filmin ana karakterleri de kabaca pastacılık/hamur işleri ile uğraşıyor. Elbette İtalya’da azınlık olmak ve de eşcinsellik de yine iki film arasındaki ortaklıklar. Film hakkında çok da konuşmak istemiyorum açıkçası; ne nefret ettim ne de hayran oldum. İzledim ve bitti. Bir daha da izleyeceğimi sanmam ama genel manada izlenebilecek, yani en azından belirttiğim konular üzerinden değerlendirilebilecek bir yapım.
202) Nobody Knows-Dare mo shiranai/Hirokazu Koreeda (2004): Japon kültürü, tıpkı diğer birçok ataerkil kültür gibi, toplumu bireyin önünde tutan bir yapıda gelişmiştir ancak modernleşme süreci ile birlikte toplum giderek varolan gücünü yitirmeye ve bireyler de topluma yabancılaşmaya başlamıştır. Bu film bunu yansıtmakta ve en başta da belirttiği gibi kaynağını da Tokyo gibi ülkenin en büyük şehrinin içinden, o şehrin insanların yaşanmışlıklarından almaktadır. Moderneleşme, şehirleri geliştirip, büyütüp kalabalıklaştırmış ama topluluk artarken toplum güç kaybetmiş ve insanlar kendi bireysel dünyalarına çekilerek çevresine karşı duyarsızlaşmaya başlamıştır. Filmdeki dört küçük çocuğun başına gelen de tam olarak budur. Aynı apartmanda yaşayan insanlar dahi anneleri tarafından terk edilmiş ve sefalet içinde sürünen bu çocukların farkında değildir. Elbette film, modernleşme ile birlikte aile kurumunda yaşanan yıkım, annenin rolü, baba eksikliği ve otorite boşluğu gibi Japon canlı çekim ve anime filmlerinde sıkı sık tekrar edilen konuları/temaları da yeniden hatırlatıyor. Bu yönüyle üstüne daha geniş bir şekilde düşünülebilecek ve de çokça malzeme barındıran bir yapım. Ancak, her ne kadar vurucu bir hikayeye de sahip olsa, özellikle en küçük kardeşin ölümü ve sonrasında yaşananlar, film süresinin uzunluğu ve anlatımdaki tempo düşüklüğü izlenilirliği olumsuz etkiliyor. Açıkçası bu film, 191. sırada olacaktı ama yarısında dayanamayıp bıraktım ve sonrasında bitirecek azmi bulmam zaman aldı. Yine de konusu oldukça çarpıcı.
203) The General/Buster Keaton-Clyde Bruckman (1926): “Lloyd-Chaplin-Keaton” üçlemesini sonunda tamamladım. Sessiz dönem yıldızları ile içli dışlı olduğum üç film seyrettim ve bu filmler sessiz dönemi daha da çok sevmemi sağladılar. Arada bunlara da bakmak lazım. Yani insanı diyaloglar ile boğmayan, derdini tasasını anlatmak için görselin gücüne güvenen bir şeyler izlemek bazen çok iyi gelebilir. Neyse efendim; filmimiz, ABD’nin meşhur iç savaşı sırasında geçen bir hikayeye sahip. Güneyli genç bir makinistin lokomotifi ve de sevdiği kadın Kuzeyliler tarafından kaçırılır, kahramanımız da peşlerine düşer. Böylece tren raylarında geçen uzun kovalamacalar sonunda kahramanımız hem sevdiğini kurtarır hem de Güneylileri. Film fena değil elbette ama asıl olay “Buster Keaton”da; halleriyle, tavırlarıyla, jest ve mimkleri ile her an ilgiyi ekranda tutmayı başarıyor. Bilmiyorum, Keaton’ın en efsane filmimidir bu ama ben sıkılmadan izledim. Sessiz film severlere önerilir.
204) Sons of the Desert-Çölün Oğulları/William A. Seiter (1933): Sonunda bir “Laurel&Hardy” filmi izlemiş oldum ama pek sevdiğim söylenemez. “Sons of the Desert” adlı bir tarikata üye olan ikili, tarikatın Chicago toplantısına katılabilmek için eşlerine yalan söylerler ve sonrasında yaşanan talihsizlikler ile birlikte söyledikleri yalan ortaya çıkar. İçerisinde oryantalist bir bakış açısı barındıran sıkıcı bir komedi filmiydi. Açıkçası güldüğüm bir an dahi hatırlamıyorum. İkilinin komiklikleri oldukça zorlama geldi çoğu sahnede. Sürekli sakarlıklar ve fiziki şiddet ile alakalı bir komik olma çabası.
205) Duck Soup-Marx Kardeşler Savaşta/Leo McCarey (1933): Yine 1933 yılından bir Hollywood komedisi ve ben yine gülmedim; hatta “Marx Kardeşler” olarak anılan oyuncuların ortaya koydukları karakterlere sinir oldum. Bilmiyorum, belki zamanın ve kültürün farklı olmasından kaynaklı ama sırf komik olmak arzusuyla saçma kelime oyunları yapmaları, sakarlıkları ve de özellikle insanlara zorbalık yapmaları hiçbir yönüyle eğlenceli değildi. Zaman farkı dedim ama mesela 1920’lerden üç komedi izlemiştim yine yakın zamanda ve o filmler ben de birçok yönden hayranlık uyandırmıştı. Ancak bu iki film, nasıl demeli, bir daha hatırlamak istemeyeceğim vakit kayıpları oldu gibi. Sanırım bunlara sessiz komediden sesli film yapımına geçişteki doğum sancıları ya da gelişim sürecindeki kazalar olarak bakılabilir. Arka arkaya izlediğim her iki filmi de sevmedim. Filmler ile ilgili tek olumlu kısım ise sürelerinin kısa olması olabilir sanırım.
206) The French Lieutenant’s Woman-Fransız Teğmenin Kadını/Karel Reisz (1981): Romandan uyarlanmış güzel bir film. Bir yandan roman versiyonunu okurken diğer yandan da filmi izledim. Henüz romanı bitirememiş olmakla birlikte söylemem gerekir ki film elbette romanın birçok ayrıntısını görmezden gelerek ilerliyor ve de tam anlamıyla romana sadık değil. Ancak içerikteki oldukça eksintili anlatıma karşın biçimde roman ile özdeşleşiyor. Romanın yazarı “John Fowles”, hikaye akışı içinde birçok defa araya girerek hikayenin gerçeklik algısını kırmaktadır ve film de bu tutumu sürdürür. Bunu ise gösterilenin bir film olduğunu hatırlatarak yapar. Biz seyirci olarak hem “Fransız Teğmenin Kadını” adlı romanın filme uyarlanmış halini hem de bu uyarlama sürecinde rol alan oyuncuları ve film ekibini izleriz; film içinde film durumudur bizi karşılayan ve tıpkı romanda olduğu gibi çoklu final seçeneği ile son bulur bu film. Açıkçası; romanın 1800’ler İngiltere taşrasında geçen hikayesi beni çok da kendine çekmedi ve sıkılarak gerçekleştirdiğim bir okuma olduğu için henüz romanı bitirebilmiş değilim. Romanın ilgi çekici yönü ise yazarın biçimsel tarzı ve hikayenin gerçeklik algısını, bir evren yaratma imkanını kırması oldu. Kitaba karşı içimde oluşan olumsuz tavır sebebiyle filmi de sevmeyeceğimi düşünmüştüm lakin hiç de umduğum gibi olmadı. Filmi romandan daha fazla sevdiğimi açık yüreklilik ile söylemem gerekir. Film, her ne kadar romandan da uyarlanmış olsa, temeline sahip çıkmakla beraber, kendi karakterini ortaya koymayı başarmıştır. İzlediğime beni pişman etmeyen bir film oldu; özellikle önceki iki filmden sonra. Ben bu filmi sevdim.
207) Annie Hall/Woody Allen (1977): Bir insan, bir birey olarak “Woody Allen” hakkında pek bir şey bilmem; oturup da biyografisini falan okumuş değilim ama bir sinemacı olarak sahip olduğu bakış açısını, kafa yapısını seviyorum. İzlediğim hiçbir filmi beni pişman etmedi veya sıkıcı hissettirmedi; bu filmde aynı şekilde daha en başından vuruculuğunu ortaya koyuyor. Dördüncü duvarı yıkıp doğrudan seyirci ile konuşan “Alvy Singer” adlı Yahudi bir komedyenin ayrıldığı sevgilisi “Annie Hall” ile aralarında yanlış gidenin ne olduğunu anlamlandırma çabası etrafında şekillenen bir romantik komedi filmi. Endişeli, depresif, takıntılı bir karakter yani kısacası zor bir adam olan Avy’nin ve belki de ona hayat veren Allen’in eski ilişkileri ile hesaplaşma serüveni bize sunuluyor ama her daim izlediğimizin bir film olduğu da tekrar tekrar hatırlatılıyor. Kimi zaman doğrudan kameraya yapılan konuşmalar, kimi zaman ise zamanda yapılan atlamalar, kaynaşmalar, çakışmalar ile seyircinin dikkati her daim açık tutuluyor. Oldukça eğlenceli bir film. Herkesin mutlaka izlemesini önereceğim bir eser.
208) Rüzgarlı Vadi/Miyazaki Hayao (1984): “Ghibli Studios”un kurulmasını sağlayan film. “Miyazaki Hayao”, bu filmden elde ettiği gelir sayesinde kendi stüdyosunu kurma imkanını elde etmiş ve günümüze kadar izlediğimiz birçok filmi de o stüdyo bünyesinde üretmiştir. Film bu yönüyle çok kıymetli ve elbette anlattığı hikaye de bir o kadar değerli. Diğer taraftan şöyle de bir gerçek var, yani en azından benim için, filmin temposu biraz düşük. 2 saatlik süreye sahip filmin hikayesi birçok sahnede durağan ilerliyor ve seyircinin odak kaybı yaşaması, filmden kopması tehlikesini yaratıyor ama sunduğu doğa-insan çatışması temelli hikaye ve yarattığı güçlü ana karakter yine de filmi sonuna kadar sürüklemeyi başarıyor. Miyazaki filmografisinde ilk üçe alacağım bir film olmasa dahi izlerken dünyamız ve geleceğimiz ile ilgili düşündürdükleri sebebiyle oldukça kıymetli bir film. İzlemenizi öneririm.
209) Croc Blanc-White Fang-Beyaz Diş/Alexandre Espigare (2018): Kahvaltı sonrası televizyon karşısında çay keyfi seansımda izleyecek bir şey ararken “TRT 2”de ortasından yakaladığım bir film oldu “Croc-Blanc”. Aslında animasyon kalitesindeki düşüklükten dolayı ve de elbette başını kaçırmış olduğum için izlememeyi düşündüm ama bir şekilde beni kendine çekmeyi başardı. Sonrasında da aradımbuldum ve eksik kısımları da tamamladım. Güzel bir “Beyaz Diş” anlatısı. Köpekleri seven, öyle ya da böyle hayatının bir döneminde bir köpek sahibi olmuş herkesin severek izleyeceğini düşündüğüm bir film. Şimdiden iyi seyirler. Şunu da belirtmem gerekir ki film hikaye olarak ABD’nin altına hücum döneminde geçiyor ve bir köpeğin öyküsünden çok daha fazlasını da içinde barındırıyor.
210) Tabutta Rövaşata/Derviş Zaim (1996): İzlediğim versiyondaki ses ve görüntü kalitesinin düşüklüğü sebebiyle filmi, 1 saat 15 dakikalık süresine karşın, seyretmek oldukça zorlayıcıydı. Bu filmdeki Mahsun adlı karakteri kuduz bir köpek tavrında gördüğümü söylemem gerek; öyleki, bir noktadan sonra ekmek veren eli bile ısırıp kendisine sahip çıkan tek adamın da teknesini batırıyor. Ama elbette onu kuduz köpek haline getiren, böylesine çaresiz bırakan, onu kudurtan nedenleri de bilmek lazım. Sosyal adaletsizliği, sistemin yozlaşmışlığını, garibana kör olan gözleri de unutmamak lazım. Bu elbette bir film ve Mahsun da sadece bir karakter ama sokaklarda, caddelerde daha nice mahsunlar, masumlar var...
Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.
Yorumlar
Yorum Gönder