211) The Big Trail/Raoul Walsh-Louis R. Loeffler (1930): “Klasik Western”in güçlü olduğu dönemden bir film. Bu filmi beğendiğimi söylemem mümkün; bir defa en başta “Kızılderililer” sebepsiz kötü ve vahşidir mesajı etrafında ilerlemiyor. Elbette yine “Vahşi Kızılderililer” masum yerleşimcilere saldırdı fikrine hizmet eden sahneler bulunuyor ancak saldırıların sebepleri temelsiz bırakılmıyor. Film gösteriyor ki yerliler hem saldırgan hem de uzlaşmacı olma potansiyeline sahipler. Filmin asıl kötüleri ise yerleşimciler arasında dolanıyorlar. Burdan şu sonuç çıkarılabilir; iyiliği de kötülüğü de yerleşimciler yanlarında getirdiler “Yeni Dünya”ya. Film, birçok açıdan iyi bir yapım. Western’in mitsel havasını çok iyi yansıttığı gibi aynı zamanda da keşif dönemi hakkında bilgilendirici bir yolculuk sunarak ilerliyor. Filmin kötüleri yerleşimcilerin içinden çıkıyor ama asıl mücadele unsuru ne yerliler ne de bu kötü karakterler. Film, tam anlamıyla bir doğa-insan çatışması sunuyor seyirciye. Zevkli bir film, tavsiye ederim.
212) High Noon-Kahraman Şerif/Fred Zinnemann (1952): “The Big Trail”den çok daha başka bir “Western” filmi. “John Wayne”in ortaya koyduğu Coelman adlı kovboy, genç, korkusuz ve etrafındakiler tarafından desteklenen, takip edilen bir adamdı. Oysa Şerif Kane ise yaşlı, yalnız, korkmuş bir adam. Yüzleşeceği büyük tehlike öncesinde adeta dost bildikleri tarafından hançerlenip iyice yalnız ve çaresiz bırakılıyor. 22 yıl ara ile çekilen 2 filmdeki kovboy tiplemesinin yaşadığı değişim gözle görülür bir şekilde bariz. Elbette II. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş yıllarının bu değişimdeki etkisi çok büyük. Neyse işte çok toparlayamadım ama güzel bir film. Pazar sabahlarının zihnimize kazıdığı kovboy filmleri algısını sarsan/sarsacak olan bir yapım. Mutlaka izleyin derim.
213) Once Upon a Time in the West-Bir Zamanlar Batıda/Sergio Leone (1968): Her ne kadar Amerikan Western filmlerinin dokusuna sahip olmasalar bile içerdikleri ikonografik öğeler ve hikayeleri ile “Dolar Üçlemesi” olarak anılan filmleri severek izlemiştim. Elbbette bu durum “Sergio Leone” hakkında pozitif bir önyargı oluşturdu bende. Böylece bu filmi de büyük bir heves ile izlemeye koyuldum ve evet güzel bir film ama üçleme kadar etkileyici olduğu söylenemez; hatta yer yer, yönetmenin tarzından dolayı, oldukça temposuz. 2 saat 46 dakikalık süre göz önünde bulundurulduğunda, bazı anlarda film çok yorucu olabiliyor. Yani; güçlü hikaye ve temposuz bir akış durumu var. Yine de kovboy filmi severlere önerebileceğim başarılı bir “Spagetti Western (İtalyan yapımı film)”. Filmle ilgili, bana göre, tek olumsuzluk temposuzluğu yoksa oyuncluklar olsun, hikaye olsun, görsel dili olsun, hepsi oldukça başarılı bir şekilde ortaya konulmuş. Filmin hikayesi, arazisinden tren yolu geçecek olan bir adamın öldürülmesi ile başlayıp o arazinin ele geçirilmesi için verilen mücadele ile ilerliyor. Elbette ana karakterler arasında intikam gibi farklı motivasyonlar da mevcut. Şimdiden iyi seyirler.
214) Azrail Benim/Yücel Uçanoğlu (1968): Senaryosunu “Yılmaz Güney”in yazdığı, hem biçim hem de içerik olarak kötü bir film. Biçimine baktığımızda; görüntü hiçbir şekilde net değil. Kimi sahnelerde renk patlamış her yer bembeyaz, kimi sahnelerde ise her yer karanlık. Diğer taraftan kamera açılarında da çok fazla bir amatör tutum var ama bu amatörlük deneysellikten gelen bir şey gibi de durmuyor. Oyunculuklar da oldukça yetersiz; herkes adeta metinden okur gibi konuşuyor. İçeriğe baktığımızda ise; belinde silah taşımayı maharet sayan bir hikaye karşılıyor bizi. Etrafta kendini kanun üstü gören erkekler dolaşıyor. Erkek olmayı yücelten ve de silah güzellemesi yapan bir film. Elbette aynı şekilde de kadını alınabilecek bir nesne konumuna indiren, onu aptal, aciz bir varlık olarak sunan bir film. Yılmaz Güney’in sinema dilindeki sorunlu yön, kendini bu filmde ayan beyan ortaya sermiş. Yılmaz Güney, elbette çok önemli bir şeydir Türk sineması için ama her şey değildir. Onu yüceltirken hatalarının da üstünü örtmemek gerekir. Bu film, oldukça sorunlu bir hikaye etrafında şekilleniyor; özellikle Yılmaz Güney’in kendisinin canlandırdığı “Büyük Örfi” karakterinin bir erkek olarak insanüstü bir yere konumlandırılması ve kadın karakterler ile kurduğu ilişki, bana göre sorunun asıl kaynağı. Bu filmi kesinlikle hiç sevmedim.
215) Aus dem Nichts-In the Fade-Paramparça/Fatih Akın (2017): “Fatih Akın”ın İstanbul ile alakalı olarak çektiği belgesel filmi izlemiştim daha öncesinde ve oldukça da lezzetli bulduğumu itiraf etmem gerekir. “Paramparça”, yönetmenin, hatırladığım kadarıyla, izlediğim ikinci filmi ve bunu da oldukça sevdim. Kesinlikle sarsıcı bir filmdi işlediği konu sebebiyle. Almanya’da varlık gösteren “Neo-Nazi” ideolojisi ve Alman olmayan gruplara karşı yükselen ırkçı tutum. Elbette bir Alman filmi olarak kendi ülke gerçeğine yönelmiş Paramparça ama işlediği mesele evrensel ve maalesef tüm dünyanın acı bir gerçeği; ırkçılık! Neden bizden farklı olana, farklı görünene, farklı konuşana, farklı inanana, farklı düşünene karşı bu kadar tahammülsüzüz; neden bunca nefret doluyuz? Umarım bir gün, hepimizin sadece insan olduğunu, hepimizin aynı havayı soluyup aynı göğü paylaştığını hatırlarız. Sözün özü; mutlaka izlemenizi tavsiye edeceğim bir film...
216) The Lego Star Wars Holiday Special/Ken Cunningham (2020): Geride bıraktığımız 9 filmlik seriden çok özel anların ve çok özel karakterlerin lego formunda yeniden ekrana getirildiği eğlenceli bir orta metraj film. Rey, İmparator’u yenip galaksiye barışı getirdikten sonra bir jedai ustası olarak Finn’i kendine çırak alır ama onu eğitmeyi başaramadığı için çözümü jedai tapınağında arar. Bu arayış ise onu zaman ve uzayda seyahat etmeye yarayan bir anahtara ulaştırınca geçmişe bir yolculuk gerçekleştirerek usta-çırak ilişkileri için bol bol örnek bulur. Nostalji yapmaya fırsat veren oldukça akıcı ve eğlenceli bir film. “Star Wars” severlere duyurulur...
217) Çirkin ve Cesur/Nazmi Özer (1971): Hiçlikten/kavgadan gelip yine hiçliğe/kavgaya giden bir yabancının hikayesi. Senaryo yazımında da yer alıp başrol oynadığı bir filmde daha “Yılmaz Güney” çıkıyor karşımıza ama bu defa bir mahalle kabadayısı değil, her ne kadar adı konmamış dahi olsa, kullanılan ikonografik öğeler sayesinde, bir kovboy olarak arzı endam ediyor; silahı, şapkası ve de atıyla. “Azrail Benim” filmiyle benzer biçimsel ve içeriksel sorunlar bu filmde de kendini tekrar etmiş. Görüntü kalitesi zaten kötü ama kameranın da sürekli sallanması fazlasıyla göze batan bir sorun. Hani biçimsel sorunları imkansızlık diyerek görmezden geldik diyelim; peki içeriği ne yapacağız? Yine erkeği yücelten, silah güzellemesi yapan bir film. Diğer yandan ise kadın daha fazla nasıl aşağılanır diye adeta önceki film ile bir yarışa girilmiş. Filmdeki neredeyse bütün kadınlar sürekli olarak tecavüze uğruyor ve bu sahnelerde çıplak bendenleri uzun uzun sergileniyor. Yılmaz Güney, bu filmlerde sadece rol almış olsa başka bir şey ama bahsi geçen her iki filmin senaryosu da onun kaleminden çıkmış. Hak hukuk diye ahkam keserken, adaletsizlik ile kavga ederken dünyanın en büyük adaletsizliklerinden birini de yeninden ve yeniden ürettiğini hiç mi görmemiş ya da görmek istememiş? İzlediğim her iki film de beni oldukça rahatsız etti.
218) Vurguncular/Şerif Gören (1971): Yine senaryosu “Yılmaz Güney”e ait bir film. Açıkçası kabul etmem lazım; hem restore edilmiş halini izlemiş olmam hem sallantılı bir kamera olmaması hem de “Bilal İnci”, “Erol Taş” ve “Fikret Hakan” gibi isimlerin bu filmde Yılmaz Güney’e eşlik ediyor oluşları, üstelik yönetmen koltuğunda da “Şerif Gören”in bulunması beni oldukça umutlandırdı. Ancak film başlar başlamaz her şey yerle yeksan oldu yeniden. Film, Zümrüt lakaplı bir adamın zengin bir kadının evinden çok değerli bir kolyeyi çalması ama hemen ardından ise Cesi ve Kont adlı başka iki gangstere kaptırması ile başlıyor. Ancak daha ilk sahneden evin duvarlarını çıplak kadın fotoğrafları süslüyor. Güçlü erkek sunumları ve silah güzellemeleri de tam gaz devam ediyor. Kadınlar ise ya sevişilen bir varlık ya da yardıma, korumaya muhtaç, aciz canlılar olarak sunuluyor. Özellikle Yılmaz Güney’in canlandırdığı Cesi’nin “Viski bardakta, karı yatakta bırakılmaz” söylemi oldukça rahatsız ediciydi. Filmin bir emek verilerek çekildiği belli; yani diğer iki filme kıyasla gerçekten uğraşılmış ama sadece biçimi toparlanmış. İçerik hala aynı; Vahşi Batı kovboyları gibi ortalıkta dolanan adamlar, kendi adaletlerini dağıtıyor. Neyse işte; biçim olarak beğendiğim ama içeriğinden rahatsız olduğum bir film olarak bitti gitti.
219) Vesikalı Yarim/Lütfi Ömer Akad (1968): Yine, yeni, yeniden “Vesikalı Yarim”. Üstüne çok konuşmaya gerek yok. Ders için yeniden izlemem gerekiyordu; ben de izledim. Güzel bir melodram filmi.
220) Sünger Bob Kare Pantolon: Firarda/Tim Hill (2020): Açıkçası ben pek Sünger Bob hayranı bir kişi olmadım hiçbir zaman; özellikle dizi bölümlerinde araya giren korsan ve muhabbeti yüzünden ama yine de fragmanı izledikten sonra bu filmi merak ettim çünkü “Keanu Reeves” de rol alıyordu. Sırf onu merak ettiğimden izledim diyebilirim. İzlediğime de pişman değilim. Oldukça eğlenceli bir filmdi ve ailesi ile sinema gecesi yapmayı düşünenlere önerebilirim gönül rahatlığıyla. Sünger Bob’un sevgili salyangozu Gary’ye ulaşma serüvenine siz de dahil olun. Şimdiden iyi seyirler.
Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.
Yorumlar
Yorum Gönder