231) Mank/David Fincher (2020): Öncelikle “Garry Oldman”ın oyunculuğunu izlediğim her filminde çok beğeniyorum ve onun başrol olması beni bu filme çeken ilk unsur oldu. Elbette hikayeye konu olan Hollywood yılları (1930’lar ve 40’lar) da bir sinema öğrencisi ve popüler sinema tutkunu olarak beni cezbetti. Üstelik anlatılan hikaye, sinema tarihi açısından çok ünlü bir film olan ve yönetmenliğini de “Orson Welles”in yapıp aynı zamanda da başrolünde oynadığı “Citizen Kane/Yurttaş Kane (1941)”in yaratılma süreci hakkındadır. Filme konu olan, filmi var eden gerçek olaylara ve kişilere bir bakış sergiler. Adeta efsane bir filmin nasıl ortaya çıktığını bize sunan bir başka efsane izleriz. Belki efsane söylemi şimdilik “Mank” için fazla abartılı olabilir ama yine de bilemeyiz; bunu zaman gösterecektir. Ancak kendi adıma ben filmi çok sevdim. Siyah-beyaz olarak çekilmiş olması ve adeta bir senaryo metni gibi akan kurgusu, filmin etkileyiciliğini ve anlattığı dönem ile bütünleşmesini daha da arttırmış. Ayrıca medyanın, daha özelde ise, görselliğin gücü sayesinde, özellikle sinemanın toplum üzerindeki yönlendirmesi ve siyasete etkisi üstüne düşünülmesi gereken, bu filmin de bol bol düşündürdüğü şeyler vardır. Sinema ve politika ilişkisi açısından bu filmi herkese şiddetle öneririm. Evet! Sinema bir güçtür ve yaratıcısına göre şekil alır; bir kurtarıcı veya yıkım getiren bir silah olabilir, insanlara sevmeyi ya da nefret etmeyi söyleyebilir, toplumu bütünleştirip tek bayrak altında da toplayabilir veya herkesi parça parça ayırabilir. Kamerayı elinde tutan, sinemayı bir öğretmen, bir kitap da yapabilir ya da bir tabanca olarak kullanıp milyonların üstüne ateş açabilir. Sinema güzeldir; çok güzel ve çok eğlencelidir ama sinema, aynı zamanda da tehlikelidir.
232) 9 Kere Leyla/Ezel Akay (2020): Önce 2020 başında sinemalarda yayınlanacaktı; derken salgın çıktığı için iptal oldu. Sonra ne olacak kaderi derken “Netflix” yayın haklarını satın aldı ve yakın zamanda izleyici ile buluşturdu. Daha film yayınlandı yayınlanmadı; “Youtuber” olarak anılan ve binlerce takipçiye sahip olan bazı kişiler hemen olumsuz yorumları çaktılar ve aşırı saldırgan bir dil ile filmi yargıladılar. “Böyle film mi olur.”, “Daha kötü bir film izlemedim.”, “Sinema tarihinin en kötü filmi.” vs. gibi saldırgan başlıklar içeren videolar yayınladılar; üstelik bunu daha film izlenime açıldığı gün yaptılar. Kendilerini takip eden onca insanı da etki altında bıraktılar. Ben kendi adıma tavırlarından oldukça rahatsız olduğum için hiçbirini açıp izlemedim. Belki video başlıklarındaki kadar saldırgan eleştiriler yapmamış olabilirler ama sırf tık almak, dikkat çekmek için başkasının emeğine böyle saldırganlaşmak ne kadar doğru bilemiyorum. Yani tutup da yabancı dizilere ve süper kahraman filmlerine övgüler düzen insanların kendi içimizden birinin yaptığı işi böyle yerden yere vurması; bilemiyorum ne demeli. Sanırım sadece üzücü. Yanlış hatırlamıyorsam lisans yıllarımdaydı. Bir derste, bir hocam, bir anısını anlatmıştı; yönetmen bir öğrencisi ile alakalı. Adamın filmini eleştirdikleri bir ortamda, yönetmenin savunması “Ben bir film çektim ve benden daha iyisini çekmediğiniz sürece beni eleştirmeye hakkınız yok.”, şeklinde olmuş. Elbette ben filmler eleştirilemez, yanlış görülen şeyler söylenemez demiyorum ve evet bu film, “Ezel Akay”ın en iyi çalışması olmamış ama kendisi belki bir film dahi çekmemiş insanlarca üstüne saldırılmasını da hak edecek bir konumda olduğunu düşünmüyorum. Eleştiri elbette olmalı ama yapıcı olmalı, yıkıcı değil. Birine saldırmak, onu darmadağın etmek kolay. Neden bilmem başkasının hatasından, acısından acayip zevk alıyoruz. Bunu yapmaktan vazgeçmemiz lazım. Eleştirimizi yapıcı bir şekilde ortaya koymalı, yanlış gördüklerimizin doğruya evrilmesi için çabalamalıyız. Yoksa “b*k gibi film” demek en kolayı; bunu herkes söyler zaten.
Filme dönecek olursak; evet, kendi adıma ben de filmin vermek istediği mesajı anlatmada zayıf kaldığını düşünüyorum. Görsel bir sanat olan sinema içerisinde kelimelerin gücüne fazlaca güvenilmiş. Tüm mesaj, uzun bir karşılıklı diyalog ile son sahnenin omuzlarına yüklenmiş adeta. “Demet Akbağ”ın canlandırdığı “Leyla/Lilith” karakteri üzerinden, verilen mesajı görsel olarak anlatma çabasına girişilmiş; altın günlerinde, sokaklarda, iş yerlerinde ve de eylemlerde kadınların yanında olmasıyla. Ancak fazlasıyla gölgede kalıyor bu durum; hikayenin şamatası içerisinde adeta doldurma sahne işlevi görüyor çekilen sahneler. Yine de kadın ve erkek tiplerinin çok kötü inşa edildiğini düşünmüyorum. Gerçek hayatta böyler erkeler veya kadınlar yoktur demek güç. Filmin gösterdiği şey şu bana göre; erkekler (Adem), kendine her zaman “Havva” olacak kadınlar arar. Böyle bir dünyada Lilith’e yer yoktur. Erkekler Havva arar çünkü o “gelin”dir, “ait”tir; erkeğin kaburgasından yaratılmıştır. Lilith ise “eş”tir, “eşit”tir. Erkek, kadının Lilith değil, Havva olmasını arzular, ona hükmedebilmek ister; eşit olmaya, eşitlik fikrine dahi tahammülü yoktur. Ancak kadın Lilith olmalı; aynı çamurdan geldiklerini hem erkeğe hem de kadına hatırlatmalıdır. Kadının Havva olarak bu dünyada var olmasının mümkünatı yoktur. Erkek, Havva’yı zayıf görür çünkü; onu bu yüzden sever ve de korur ya da en azından koruduğuna inandırır kendini ama ayrıca döver, döver ve de öldürür. Kimi zaman güldürür Havva’sını Adem ancak çoğu zaman süründürür; günümüzde daha çok süründürür çünkü bunu kendine hak görür. Kadın üstünde hak iddia eder çünkü Havva Adem’in kaburgasından yaratılmıştır ona göre. Babaları, dedeleri bu masalı anlatmış ve o da inanmayı seçmiştir çünkü bu hem kolay hem de güzel gelmiştir ona. Benim filmden çıkardığım şu; erkeğin Havva’ya neler yaptığını gösterip kadınları Lilith olmaya teşvik etmek isteyen bir hikaye koymuşlar ortaya ama bunu güçlü bir anlatım ile yapamayıp mesajı kelimelere yükledikleri için zayıf kalan bir film ortaya çıkarmışlar. Evet, film mesajını iletme konusunda zayıf kalmış ama yerden yere vurulup acımasızca eleştirilecek kadar kötü durumda değil. Oyuncular kaliteli, oyunculuk performansları güçlü ve sonuçta ortada bir emek var. Ben o sebeple herkes izlesin ve kendi yargılamasını kendisi yapsın diyorum. Bu amaçla da mümkün mertebe filmin hikayesinden çok çok bahsetmemeye çabaladım. Neyse işte acayip uzattım bu sefer; izlemeyi tercih edeceklere şimdiden iyi seyirler.
233) Bir Kadının Anatomisi/Yavuz Özkan (1995): Tek film içinde üç farklı hikaye gibi olduğunu söylemek mümkün bu yapımın. Başrolü “Hülya Avşar” tarafından canlandırılan bu film, bir kadının üç farklı erkek ile gelişen üç farklı ilişkisini merkezine alıyor. Her değişen sevgili/eş ile birlikte filmin tonu da değişiyor. Film, kadına şiddet konusunda bir farkındalık mı yaratmaya çabalıyor yoksa kadın-erkek ilişkisini cinsellik temelli bir okumaya mı tabi tutuyor tartışmak lazım. Çok zevk alarak izlediğim bir film olduğunu söyleyemem. Özellikle ses ve görüntü ile ilgili problemler, filmin hikayesine dahlimi zorlaştırdı. O sebeple uzun uzadıya bir değerlendirme yapmayacağım. Sadece günümüzde oldukça tanınan birçok ismin bu filmde çeşitli roller ile yer almaları oldukça ilgimi çekmişti. Neyse işte; bir film daha geldi ve geçti.
234) Uçan Daireler İstanbul’da/Orhan Erçin (1955): Adı sebebiyle kendini bilim-kurgu olarak satan bu film, aslında sadece kötü bir “Marx Kardeşler” komedisi. Bilim-kurguyu bilim-fantezi olarak algılamış adeta ve erotizmi seyirciyi çekecek asıl güç olarak benimsemiş. Filmin yaptığı tek şey kadın bedenini nesneleştirmek. Sevmedim. Bu film, bilim-kurguyu sadece erotik düşler için bir araç olarak kullanmış.
235) Planet of the Apes-Maymunlar Cehennemi/Franklin J. Schaffner (1968): Kült film serisinin başlangıç noktası. Filmin yılını göz önünde bulundurursak eğer; primat karakterler için yapılan makyaj tam anlamıyla efsane. Açıkçası güncel üçlemeyi ve 2001 yapımı filmi izlediğim için bu filmi tarihi sebebiyle çok çekici bulamamıştım ve biraz önyargılı bir tutum içerisindeydim ama izlemeye başladıktan sonra tavrım değişti. İzlediğime oldukça memnunum. Bahsettiğim diğer filmleri göz önünde bulunduracak olursam eğer; oldukça minimal bir yapım olduğunu söylemem mümkün. Öyle büyük savaş sahneleri veya aksiyon içermiyor. Filmin hikayesi daha çok ideolojik, evrimsel, fikri çatışmalar üzerine kurulu. İzleyeni bilim, din ve ayrımcılık gibi konular üzerine düşündürüyor. Sinemaya gönül verdim diyenlerdenseniz eğer; lütfen bu filme bir göz atın.
236) Children of Men-Son Umut/Alfonso Cuaron (2006): Bunca zamandır denk gelip de izlemiş olamadığım için pişmanlık duyduğum bir film. Oldukça etkileyici bulduğumu ve izlemekten zevk aldığımı söylemeliyim. Aslında böyle salgın günlerinde pek de izlenmesini tavsiye edeceğim bir film değil açıkçası. Özellikle virüsün mutasyon geçirdiği haberi her yana endişe salarken. Ancak diğer taraftan; bu tarz distopyaların sadece birer fantezi ürünü olduğunu düşünerek gülüp geçmek de haksızlık olur. Karşılaşmak zorunda kalabileceğimiz potansiyel gelecekler konusunda daha çok düşünmeli ve bu izlediklerimizin sadece birer fantezi olarak kalması için çaba sarf etmeliyiz. Bana kalırsa; bu distopik gelecek filmini ortaya koyan film ekibi, kendi üstlerine düşeni başarıyla yerine getirmiş ve etkileyici bir film üretmişler. Şimdi bize kalan, bu izlediğimiz gelecek öngörüsünden sonra, düşünmek ve çabalamak; çok çabalayarak böyle olası geleceklerden uzak durabilmek için elimizden gelenin en iyisini vermek. Umarım her daim çocuk kahkahaları ile inleyen bir dünyada yaşarız.
237) Contagion-Salgın/Steven Soderbergh (2011): 2020’yi 9 yıl öncesinden öngörmüş bir film. Açıkçası bu filmi bize salgın sürecine yönelik sunduğu bilgiler ve bakış sebebiyle sevdim. Hastalık nasıl ortaya çıkar, nasıl yayılır, bu yayılma toplumu nasıl bir kaosa sürükler gibi salgına yönelik birçok aşama bu yapımda kendine bir yer buluyor. Filmi güzel kılan ve gerçeğe yakın tutan unsur ise; birçok ünlü oyuncuyu kadrosunda bulundurmasına karşın, bir kahraman etrafında geçmiyor ve tam anlamıyla salgını merkezine alıyor oluşu. Covid-19 salgını ile yüzleştiğimiz şu günlerde, bu filmi seyretmek oldukça öğretici olacaktır diye düşünüyorum. Ben filmi hem sevdim hem de oldukça bilgilendirici buldum. Açıkçası herkesin izlemesini tavsiye ederim.
238) Batman Death in the Family/Brandon Vietti (2020): “Batman Under the Red Hood (2010)” filmine bir yeniden bakış. O filmde görmediğimiz bazı sahnelerin eklenmesi ile oluşturulmuş bir özet film. Aslında mesele, o filmde yaşanan olaylar sonrasında Batman’in Superman ile buluşarak yardım istemesi ve yaşananları anlatması şeklinde ilerliyor. 2010 yılındaki filmi izlemeden ya da bu konuyu işleyen çizgi romanı okumadan izlenip anlaşılabilecek bir film değil. Zaten yanlış bilmiyorsam interaktif bir film olması için ortaya konulmuş bir çalışma ancak elbette ben o tarzda izleme ve yönlendirme şansına erişemedim. Gerçi erişsem yine de Jason Todd’un ölümüne ve Red Hood olarak doğuşuna müsaade ederdim. Red Hood, favori DC kahramanlarımdan birisidir.
239) DC Showcase The Phantom Stranger/Bruce Timm (2020): DC kısalarına devam. Yine az zamanda çok şey anlatan ve DC evreninin mistik/ruhani yönünü yansıtan bir film. “The Phantom Stranger” karakterini de öğrenmiş oldum böylece. “DC Showcase” serisini oldukça tatmin edici bulduğumu söylemem gerekir.
240) DC Showcase Adam Strange/Butch Lukic (2020): Bu kısa filmi izledikten sonra düşünüyorum da aslında DC sinema evreni “Adam Strange” karakterine ilerleyen yıllarda yoğunlaşarak çok farklı filmler ortaya koyabilir ya da en azından ben böyle umuyorum. Bir “Star Wars” olmasa bile “Guardians of the Galaxy” havası yakalamak mümkün. Adam Strange, birçok DC animasyonunda kısa kısa anlarda, bölümlerde karşıma çıkan bir karakterdi ve bu filmle birlikte ona olan ilgim bir tık daha arttı diyebilirim. Sırt roketi, ışın tabancası ve gezegenler arasında yolculuk edişiyle adeta bir “Mandalorian” savaşçısı etkisi bıraktı üstümde. Elbette böyle bir kıyas yapmak çok doğru değil ama DC’nin dış uzaya açılma sürecinde kilit bir karakter olarak konumlanabilir Adam Strange. Neyse işte; DC’nin kısalarına bir göz atın derim.
Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.
Kazan
Yorumlar
Yorum Gönder