İFL 2021-I

 


1) Bad Education/Cory Finley (2019): 2021 yılını “Hugh Jakman” ile açayım dedim. Fena bir film değil. Hugh Jakman, kendisini pek izlemeye alışık olmadığım bir karakter ile filmde yer almış. Karşımızda ne tam anlamıyla iyi, ne de tam anlamıyla kötü bir karakter var. Elbette filmin hikayesini gerçek bir olaydan alıyor oluşu bunun temel sebebi. Gri alanlarda kendini var eden bir insan portresi sunuluyor bize. Ana karakterimiz Frank’e yer yer kızsak dahi, kimi anlarda da ona sempati beslemekten kendimizi alamıyoruz. O hem başarılı bir eğitimci ve yönetici ama aynı zamanda da çalıştığı kurumu/okulu dolandıran, tabiri caizse bir hırsız. 2000’lerin başında, New York eyaletinde bulunan ve ülkenin en iyi üniversitelerine öğrenci gönderen bir lisede yaşanmış gerçek bir yolsuzluğu sunuyor bu film bize. Bir göz atılabilir. Film, çoğunlukla bu yolsuzluk üzerinden ilerleyişini sağlıyor olsa dahi aslında öğretmen/eğitimci olmak üzerine de izleyeni düşündüren anlar barındırıyor. Sormak lazım, hangi ülkede yaşadığımız fark etmeksizin, öğretmenlere, öğretmenlerimize gerçekten hak ettikleri değeri veriyor muyuz? Hem maddi hem de manevi anlamda...



2) Rosemary’s Baby-Rosemary’nin Bebeği/Roman Polanski (1968): Korku filmi olarak adlandırılıyor oluşu sebebiyle büyük bir önyargı ve gerginlik ile izlemeye başladım bu yapımı ama film bittikten sonra şunu söyleyebilirim ki bu filmi korku türü içerisinde sınıflandırmak çok da doğru değil. Tamam film şeytan ve cadılık gibi dini korku öğeleri üzerine inşa ediyor hikayesini ancak korkutmaktan çok, ne zaman korkacağım tedirginliğini ve hatta bir süreden sonra beklentisini oluşturuyor. Korku türüne dahil edilen bir filmi hiç korkmadan bitirdim diyebilirim ama kendimi korkmaya yönelik şartlamam ve filmin kendini korku türü içinde konumlandırması, filmin kendisinden çok daha büyük bir baskı yarattı üstümde. Kabul etmem lazım; hiçbir filme önyargılar ile başlamak doğru değil ama benim için D@bbe filminden beri devam eden bir korku filmi fobisi var. Kaç yıl oldu hala atamadım üstümden; korku filmi izlemeyi sevmiyorum. Sinema benim için bir eğlencedir öncelikle ve ben korku türü içindeki filmler ile eğlenemiyorum. Neyse işte; film, cadılık ile uğraşan bir grubun genç bir kadını tuzağa düşürüp şeytanın ona tecavüz etmesini sağlayarak bu olay sonucu doğan çocuğu da çalmasını anlatıyor en kaba haliyle. Meraklısına iyi seyirler.



3) The Exorcist/William Friedkin (1973): Yine günümü kötüleştiren bir korku filmi. Ders için izlemek zorunda olmasam dönüp de bakmam kesinlikle. Gerçi bu filmde de deliler gibi korkmadım. Sadece birkaç sahne gerçekten beni gafil avladı. Onun dışında, daha çok bir tiksinme hissi uyandırdı bu film benim içimde. İçine şeytan kaçan kızın görüntüsü, tavırları, sürekli kusması korkunçtan çok iğrendiriciydi ama öyle ya da böyle sonunda bitirmeyi başardım. Artık rahat bir nefes alabilirim. Aslında hatırlıyorum da bu filmin bir parodisi konumundaki “Kutsal Damacana”nın çeşitli sahneleri beni çok daha fazla ürkütmüştü ki o filmin amacı güldürmekti. Elbette o filmi çocuk yaşta izlemiş olmamın verdiği bir korku da olabilir bu ve çok büyük ihtimalle bu filmi de 10-15 yıl önce izlemiş olsam ecel terleri dökerdim. Konumuza dönecek olursak; korku filmi severlere hitap eden kült bir film.



4) Yeraltı/Zeki Demirkubuz (2012): Minimal ve görece güzel bir film ama benim kalemim değil. İzlediğim için memnun oldum; pişman değilim ama dürüst olmam lazım ki pek içine dahil olup zevk alamadım. Elbette her zaman zevk alamayız izlediğimiz her filmden ama bittiğinde beni mutlu eden filmleri hep daha özel bulurum. Filmin anlattığı bir şeyler var elbette ama ben ana karakterin kişiliğine o kadar ayar oldum ki başka bir şeye odaklanamaz hale geldim. Bilmiyorum, belki de dönüşmekten korktuğum bir yansıma gördüğüm için ana karakterden nefret ettim. Başarısız ama bu başarısızlığının sebeplerini kendisi yerine başkalarında arayan bir adam ve en kötüsü de bunun farkında ya da en azından filmden benim çıkarımım bu şekilde. Ancak şunu belirtmem lazım ki “Engin Günaydın”ın oyunculuğu efsane...



5) Drakula İstanbul’da/Mehmet Muhtar (1953): Bu film, yazar “Bram Stoker”ın “Dracula” romanından uyarlama bir yapım ve baştan belirteyim, kötü bir uyarlama sayılmaz. Hikaye bence kötü oturtulmamış ama sorun filmin ses ve görüntü kalitesinde. Belki 1950’li yıllarda gösterildiğinde bu ses ve görüntü sorunları yoktu ama izlediğim hali, tam anlamıyla berbat. Üstüne oyunculuklar da vasat ama “Uçan Daireler İstanbul’da” filmini düşününce, bu filmin oldukça iyi kaldığını söylemem yanlış olmaz. Aslında bu senaryo, günümüz koşullarında yeniden çekilse oldukça güzel bir film ortaya çıkabilir.



6) Bereketli Topraklar Üzerinde/Erden Kıral (1980): “Orhan Kemal”in eserinden “Tuncel Kurtiz” tarafından senaryolaştırılmış bir film. Merkezine işçiyi, emekçiyi ve elbette emek sömürüsünü alan bir film. Aslında acı bir film bu yönüyle; gerçeğin getirdiği bir acı. Kaçamayacağımız, başımızı çevirsek bile orada duracak bir acı; bizim acımız. Tıpkı filmin ana karakterleri gibi Sivaslı oluşum meseleyi biraz daha kişisel bir hale getirdi sanırım benim için. Elbette gurbete ırgatlık, amelelik yapmak için gitmedim hiçbir vakit ama 1980’lerde bunları yaşamış bir babanın, oğlu olarak büyüdüm. Gurbet hikayeleri, gurbetin zorluğu ile geçti çocukluğum. Üstelik köyde doğmuş olmam sebebiyle de iyi bilirim patos işinin zorluğunu, yoruculuğunu ve dahi tehlikesini. Filmin tüm bunları oldukça başarılı yansıttığını düşünüyorum. Bazı şeyleri, hiç değişmemiş ve belki de hiç değişmeyecek olan şeyleri yüzümüze çarpan bir film. Ülke gerçeğimizi bilmek, görmek isterseniz bir bakın; izleyin ve üstüne düşünün derim. İyi seyirler.



7) Kilink İstanbul’da/Yılmaz Atadeniz (1967): İzlemesi zor bir filmdi. Yani, bir tarafta iskelet desenli siyah kostüm giymiş bir kötü var ve film onun adıyla anılıyor. Karşısında ise “Uçan Adam” adlı, göğsünde “S” harfi bulunup “Batman” kostümü giyen ama “Shazam”ın güçlerini kullanan bir süper kahraman var. Üstelik filmin süresi bittiğinde olaylar sonuçlanmıyor ve sonraki bölüme bırakılıyor her şey. Her şeyi kabul ettim diyelim; ya arkadaş profesörün asistanının sırf “Kilink” ona tecavüz ettiği ya da gönüllü bir birliktelik yaşadıkları için taraf değiştirip bir bilim insanından “femme fatale” bir kadına dönüşmesi olacak iş değil. Sarışın güzel bir kadının cinsel bir obje olarak nasıl sunarız kafasının çaresiz girişiminden başka bir şey değil bu. Başka bir Kilink filmi izlemeye dayanabileceğimi sanmıyorum. Oldukça özensiz bir film.



8) Avengers Infinity War-Yenilmezler Sonsuzluk Savaşı/Anthony Russo-Joe Russo (2018): Sanırım bu filmi üçüncü defa izliyorum ama hiç sıkıntı değil. Biraz ara verdikten sonra tekrar izleyebilirim. Elbette bu defa keyif alma dışı bir amaçla izledim bu filmi. Yazacağım bir makalede “Infinity War”un film ve çizgi roman versiyonlarının kıyaslamalı bir incelemesini yapacağım. O sebeple hiç ara vermeden direkt olarak “Endgame (2019)” izlemeye geçiyorum.



9) Avengers Endgame/Anthony Russo-Joe Russo (2019): Beş buçuk saatlik bir maratonun sonuna geldim ve inanılmaz rahatlatıcı bir deneyim oldu. Keşke “DC” tarafı da böyle filmler ortaya koyabilse ve hatta kendi kahramanlarımız, kendi arka plan hikayemiz vs. ile keşke biz bu tarz filmler çekebilsek; işi kötü komediye, parodiye vurmadan. Ne diyebilirim ki başka, seviyorum bu tarz filmleri; seviyorum kaçış sinemasını. Sinemanın büyülü yönünü en başarılı şekilde yansıtıyorlar. Adeta kendi evrenlerinde birer yaratıcıya dönüşüyor film üretenler. Türk fantastik ve bilim-kurgu sinemasının da bir gün gelişmesi umuduyla...



10) Tenet/Christopher Nolan (2020): “Covid 19” sebebiyle 2020 yılında birçok şey, birçok sektör için değişti. Elbette sinema da bu değişimden nasibini aldı ve salonlar, birçok ülkede ya kısıtlı seyirciye imkan tanıyor veya tamamen kapalı uzun süredir. Birçok ülkede sinema salonları için, en azından bu salgın bitene kadar, büyük salonlarda, kalabalık seyirciler önünde film gösterimi yapmak bir hayal. Bunu neden anlatıyorum? Anlatıyorum çünkü bu salgın döneminde “Tenet” salonlarda gösterime girsin diye sürekli açıklamalar yapıp talepte bulunan ve acele eden bir “Christopher Nolan” gerçeği vardı. Birçok film, pandemi sebebiyle gösterim tarihini ertelemişken, Nolan ısrarla filmini gösterime sokmak için acele etti. Hal böyle olunca Acaba nasıl bir film yaptı, virüse rağmen sinemaya gitmeye değer mi?” gibi sorular zihni kurcaladı. Tamam filmi beğendim, her zaman alışık olduğumuz Nolan standardında bir çalışma ama çekinmeden söyleyebilirim ki en favori Nolan filmim olmadı. Benim için yönetmenin “Batman” üçlemesi her zaman farklı bir yerde olacak ki IMDb için de durum aynı; en yüksek oy alan 250 filmlik listede yönetmenin “The Dark Knight/Kara Şövalye (2008)” filmi de ilk 10 içerisinde yer alıyor. Farklı bir zaman yolculuğu algısı üzerine kurulmuş merak uyandırıcı bir film ancak bana göre filmin sahneleri bir nebze yorucu. Yorucu dememin sebebi ise sunulan zaman yolculuğu fikri ve farklı akışlara sahip zaman dilimlerinin birbirine girmesi. Bir karakter ileri giderken diğerinin geri geri gittiği kalabalık sahneler bir nebze yoruculuk bulunduruyordu. Yine de filmi sevdim ama tekrar söylüyorum; hakkında bu kadar da tantana koparılacak bir film olduğunu düşünmüyorum. Neyse; Nolan severiz efendim. Auteur yönetmen/yaratıcı yönetmen kıymetlidir; sinemaya güzellik katar, farklılık katar. Şimdiden iyi seyirler.


Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de buradan ulaşabilirsiniz.


Kazan

Yorumlar