91) Koma/Nikita Argunov (2019): Rus filmlerini izlerken
zorlanıyorum; aslında sadece Rus filmleri değil, diline çok aşina olmadığım her
ülke sinemasında benzer bir hissiyatı yaşıyorum. Gerçi izlediğim son Rus filmi
de üzerimde pek olumlu bir etki bırakmamıştı ve tekrar bir Rus filmi izlemeye
karar vermem kolay olmadı. Film baya kötüydü; hani şu düşük bütçeli görsel
efektler ile yapıldığı söylenen ve karakterlerden birinin ayıya dönüşebildiği
film. Ancak bu filmi sevdim; dürüst olmam lazım, Türkçe dublajın da oldukça
etkisi oldu. Film, komada kalan insanların bir rüya ve anılar âleminde
uyanmasını ve burada onları avlayan siyah yaratıklardan kaçışını işliyor. Böyle
söyleyince çok basite indirgemişim gibi oldu ama hikâye bundan çok daha
fazlasına sahip. Tanrı olma, yaratma gibi meseleleri güzel bir şekilde işlemiş
ve önceki filmin aksine görsel efektleri de kötü durmuyor. Rusya’dan güzel bir
popüler sinema örneği ki hem fantastik hem de bilimkurgu öğeler barındırıyor.
Üstelik tarih ve mitolojiyi de öyküsüne dâhil ederek daha zengin bir anlatı
oluşturuyor. Dürüst olayım; bir daha oturup izlemem, hani tekrar tekrar
seyredilen filmler vardır ya, işte bu onlardan biri değil ama tek sefer izlenip
keyif alınacak bir yapım.
93) A bout de
souffle-Breathless-Serseri Âşıklar/Jean-Luc Godard (1960): Sinemaya katkılarına, bir şeyler
deneyip farklı bakış açıları, yöntemler ve eserler üretmelerine gerçekten
saygım sonsuz ama kişisel sinema zevkimi de bir kenara atamam. Fransız Yeni
Dalga yönetmenleri tarafından çekilen filmleri izlemek benim için zor ve hatta
yer yer de acı verici. Bazen hikâyesini de çekici bulamadığım zamanlar oluyor
ama özellikle o biçim denemeleri beni tam anlamıyla bitiriyor. Ben her zaman
sinemadan öncelikle eğlence bekleyen biri oldum ve beni eğlendirmek yerine
yoran bir filmden de zevk almam çok güç ve hatta imkânsız. Bu filmde de tam
olarak o oldu. Belki çok sığ bakıp altta yatan mesajı göremiyorum ama sadece
arabalardan konuşup Paris’te oradan oraya koşturan bir hırsız ve de katilin
öyküsünü izliyoruz ki bunda beni çeken hiçbir yön yok. Üstelik ses ile görüntü
arasındaki uyumsuzluk da başka bir konu, sonra durağan, neredeyse mimiksiz
oyunculuklar… Sonuç olarak film bitene kadar ben de bittim.
94) Hellboy: Kan ve Demir-Hellboy
Animated: Blood and Iron/Victor Cook & Tad Stones (2007): “Guillermo del Toro” tarafından çekilen “Hellboy” filmlerinin oyuncu kadrosu tarafından seslendirilen bu
animasyon filmde, Hellboy ve ekibi, 1939 yılında Profesör Broom tarafından yok
edilen bir vampirin yeniden hayata döndürülmesini engellemeye çalışıyor.
Açıkçası Guillerme del Toro’nun filmlerini izleyeli çok uzun zaman oldu ama
sanırım bu filmi o iki canlı çekim filmle aynı evrende olarak okuyabiliriz.
Öykü çok çekici değil ama karakter olarak Hellboy’u sevdiğim için izlediğime
pişman değilim.
95) Trolls World Tour-Troller Dünya
Turu/Walt Dohrn & David P. Smith (2020): Kesinlikle ilk filmi çok çok daha fazla sevmiştim.
Daha kendine has bir havası vardı. Nasıl anlatsam, bu şey gibi, mesela “Şirinler” örneği üzerinden ilerleyelim.
Son çıkan Şirinler filminde de sadece kadın/dişi Şirinlerin yaşadığı bir başka
köy konusu işlenmişti ve anlıyorum farklı bir bakış açısı yakalanmaya
çalışılıyor ama bu girişim Şirinlerin o özgün havasını ortadan kaldırmıştı. Bu filmde
de aynı şeyi hissettim. Birçok farklı Trol ırkı meselesi beni o kadar da
sarmadı. Aslında burada da farklılıklarımız ile güzeliz gibi bir mesaj falan
var ama bilemiyorum. Benim için hala ilk film daha güzel.
96) Geçen Yıl Marienbad’da-Last
Year at Marienbad-L’année darniére a Marienbad/Alain Resnais (1961): Saygısızlık etmek istemem ama
kesinlikle yorucu bir filmdi. Evet, sanatsal olmak güzel ve fakat sanatsal
olmaya çabalarken anlaşılmaz olmak mı gerekir? Sanırım bu bakış açısı, bu
zihniyet ile üretilen filmleri hiçbir zaman sevemeyeceğim çünkü sinema, evet
bir sanattır ama onu var eden burjuva sınıfı ya da çeşitli elitler değil,
halktır. Sinema ilk önce halk kitleleri ile gelişme, nefes alıp büyüme imkânı
bulmuştur. Ancak bir noktadan sonra sinemayı sanatlaştırma çabası içerisinde
onu halktan uzaklaştırmaya çalıştılar ve hatta bunu başardılar da diyebiliriz.
Şimdi ise halka popüler sinema adı altında adeta içi hava dolu balonlar sunarken
sanat olarak adlandırdıkları film örneklerini giderek halktan kopuk bir hale
getirip adeta yeni bir Burjuva sanatına çeviriyorlar sinemayı. Burjuva sanatı
nedir? Basitçe sanatçı, salt sanat yapmak için uğraşır, emek harcar ve bunun
karşılığında da zenginler tarafından desteklenir ama bu denklemde de yapılan
sanat sadece o destekçi sınıf tarafından değerlendirilir. Geniş halk kitleleri
bundan mahrum bırakılır. Günümüzde ise bunun bir benzerini festival sineması
dediğimiz düzende görüyoruz. Yönetmenler, filmlerini üretirken halkı, genel
izleyiciyi değil de alacağı fonu, kazanacağı ödülü ve elbette fonu ve ödülü
sağlayan derneklerin, grupların, kişilerin beklentilerini, taleplerini
düşünüyor. Neyse, fazla dağıldım. Filme dönecek olursak; ben izlediğim filmde
öyküye önem veririm. Evet, filmin içeriği kadar biçimi de önemli ve etkilidir fakat
öyküsünü sevemediğim bir filmde de gözüm pek içeriği görmez.
97) Gekijouban Jujutsu Kaisen 0-Jujutsu
Kaisen 0 Movie/MAPPA (stüdyo) (2021):
Anime serilerine dayanan sinema filmlerini anlatmak, tanımlamak gerçekten zor
çünkü filmin öyküsünden çok çok daha geriye giden ve genişleyen bir öykü var
karşımızda ama şöyle söyleyebilirim ki film gerçekten iyi. Dizinin zaman
çizgisinden geriye doğru gittiğimiz bu öyküde de yine aksiyon ve macera eksik
olmuyor. Filmi gerçekten keyif alarak izledim ama bu filmin size mantıklı
gelebilmesi için dizi ile başlamanız gerekiyor. O yüzden önce “Jujutsu Kaisen” adlı diziyi izleyip
sonra dönüp bu filme bir göz atın derim.
98) Three Thousand Years of
Longing-Üç Bin Yıllık Bekleyiş/George Miller (2022): Öykünün büyük çoğunluğunun
İstanbul’da geçiyor oluşu başlıca ilgi çekici unsurdu diyebilirim. “IV. Murat”ın iktidar yıllarına
odaklanılması, “İdris Elba” ve “Tilda Swinton” gibi iki şahane oyuncunun
başrollerde olmaları ve yine birçok Türk oyuncunun filmde rol almaları da
dikkate değerdi. Ayrıca fantastik bir aşk öyküsü işlenmesi durumu da gayet ilgi
çekici yönlerden biri olarak film adına ön plana çıkıyor ve fakat kabul etmem
gerekiyor ki filmde bir temposuzluk problemi de mevcut. Yine de sevdiğim bir
film oldu.
99) Hellboy Animated: Sword of
Storms-Hellboy: Fırtınalar Kılıcı/Phil Weinstein & Tad Stones (2006): Bir animasyon uyarlaması olan bu
filmde, sevgili şeytanımız “Hellboy”
bu defa da bizi Japon kültürü ve mitolojisi ile bezeli bir aşk ve intikam
öyküsüne sürüklüyor. Yalan yok, filmin Japon kültürü içeren yönü beni oldukça
cezbetti ama öykü olarak o kadar da yükseldiğimi söyleyemem. Kısacası, eh işte
fena değildi.
100) Âşıklar Bayramı/Özcan Alper
(2022): Yol ve
yolculuk filmlerini hep sevmişimdir. Hem belki hiçbir zaman gitmeyeceğimiz,
gidemeyeceğimiz yerleri bize sunar hem de hani derler ya birini tanımak
istiyorsan onunla yola çık diye, işte bu tarz filmler bize iyisi ve kötüsü ile
insan denen varlığı da anlatır. Dolayısıyla bu filmi de sevdim, ülkemizin hem
doğasını hem de müzik kültürünü bize yansıtan tatlı bir iş olmuş. Tatlı diyorum
çünkü yüzümde hafif bir tebessüm oluşturdu. Ancak eleştireceğim yönleri de yok
değil. En bariz olanı müzik konusu, belki de eleştireceğim tek nokta da budur.
Yani filmin adı “Âşıklar Bayramı” ama
ozanların ve türkülerin kullanımını yetersiz buldum. Tamam, bir baba oğul
hesaplaşması izliyoruz temelde ama “Heves
Ali” adlı baba ünlü bir ozan ve çokça türküsü var. Bu türküler ile bizi
dolu dolu hüzünlendirecekleri veya coşturacakları en azından birkaç sahne
olmalıydı bence. Yani kısaca hoş bir film ama vadettiği potansiyelin altında
kalmış vasat bir iş. Yine de kültürü ve doğayı yansıtıcı yönüyle takdir ve
teşekkür sunmam gereken bir proje. Film bittikten sonra kesinlikle bir Doğu
Anadolu turu ihtiyacım var. Neyse, ilgilenenlere şimdiden iyi seyirler.
Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de şuradan ulaşabilirsiniz.
Yorumlar
Yorum Gönder