İFL 2022-XI

 


101) The Woman King-Kadın Kral/Gina Prince-Bythewood (2022): Kesinlikle bayıldım. Hem tam bir popüler sinema işi ki aşk var, aksiyon var, dram var, çatışma var, bireysellik var; kısacası bir Hollywood filminden isteyebileceğiniz hemen hemen her şey var. Hem de eleştirel bir yaklaşım, tarihle bir yüzleşme var. Film, 1823 yılında, Batı Afrika’da geçiyor. Baştan belirtmem gerekir ki film tarihi bir tema ve gerçek krallıkları konu almakla beraber otobiyografik olduğuna dair bir iddiada bulunmuyor. Öykü, Dahomey Krallığı’nın Oyo İmparatorluğu’nun boyunduruğundan kurtulma sürecini aktarıyor ve bize bunu sağlayan savaşı sunuyor ancak aynı zamanda dönem koşullarını ve köle ticaretini de etkili bir şekilde yansıtıyor. Elbette film, hikâyenin merkezine de “Agojie” olarak anılan Dahomey’in kadın savaşçılarını alıyor ki bu savaşçılar “Afrika Amazonları” olarak anılıyorlar ve harika dövüş sahneleri ile izleyeni kesinlikle hayran bırakıyorlar. Bilenler bilir; özellikle 2010’lu yılların ortalarından itibaren Hollywood’da kadın karakterleri, daha doğrusu kadın kahramanları merkezine alan büyük bütçeli filmler ortaya çıkmaya başladı. Bu arada karakter-kahraman ayrımı yapıyorum çünkü elbette daha öncesinde de kadın başrol etrafında şekillenen filmler mevcut ama büyük bütçeli popüler aksiyon filmlerinde ana karakter/kahraman büyük olasılıkla yakışıklı beyaz bir erkek olur ve kadın da çok büyük oranda onun ancak destekçisidir. Bu anlamda değişimin yaşanması, kadın başrol gişe yapmaz anlayışından uzaklaşılmaya başlanması güzel ama yine de bu işleyiş bir anda mükemmel sonuçlar vermedi. İlk etapta kadın başroller, daha önce erkek başroller ile çekilmiş ve çok sevilmiş filmlerin replikalarında karşımıza çıktılar (Ocean’s ve Hayalet Avcıları gibi örneğin) ki bu bence felaket bir fikir çünkü direkt orijinal ile kıyaslanıp acımasızca yargılanma sebebi gibi bir şey. Ancak “Kadın Kral” gibi filmler harika; hem popüler olmaları ile geniş seyirci kitlelerine ulaşma potansiyelleri var hem de orijinal hikâyeleri ile kadın başrolün hak ettiği saygıyı almasına ve tartışma konusu edilmesinin önüne geçme imkânları var. Aslında bu işin erkek ya da kadın başrol meselesi hiç olmamalı; güzel öykü, sağlam karakter ve kuvvetli bir biçim olmalı filmi öne çıkaranlar lakin maalesef insan olarak bu bizim en kötü huyumuz. İkililik, karşıtlık çıkarmadan duramıyoruz. Oysa “erdişi” olmayı becersek; kadının da, erkeğin de aynı olduğunu görebilsek, belki o zaman ne cinsiyetçilik, ne ırkçılık, ne de herhangi bir ayrımcılık kalır geriye; bizim önce tek olmayı öğrenmemiz gerekiyor ve umarım bir gün öğreniriz ki o gün geldiğinde, insani kusurlarımızı da geride bırakmamız mümkün olur. Filmden koptum gibi ama toparlamak gerekirse, mutlaka izleyin derim başarılı bir iş ve “Viola Davis” kesinlikle harika; hani bizim yürek yakan “DC Genişletilmiş Evreni”nin meşhur “Amanda Waller” karakteri olur kendisi. Bunu da niye söyledim bilmiyorum ama eklemek istedim işte. Malum yakında “Black Adam” gelecek ve kendisini orada da izleyeceğiz ve umarım o proje de güzel bir film olur.



102) Day Shift/JJ Perry (2022): Açıkçası “Django”dan beri “Jamie Foxx” izlemeyi gerçekten seviyorum. Adam ekrana yakışıyor, yalan yok filmin aksiyon dozu da fena değildi, komedisi de yeter düzeydeydi ama elbette bir ama var, bazı noktalar karanlıkta kalmıştı senaryo ilerleyişinde. Tamam, adamımız iyi bir vampir avcısı ancak öyküde boşluklar var. Mesela yan daireye taşınan hemşire! Yani olay nedir? Kızla bir sahnede tanıştık, ikincisinde bir adamla tartıştığını izledik ve üçüncü sahnede vampir olduğu ortaya çıktı; üstelik birden kahramanımıza yardım edecek bir figüre dönüştü fakat süreç böyle hızlı ilerlediğinde, ben kendi adıma bir motivasyon eksikliği görüyorum. Diğer taraftan ana karakterin ortağının yakalanıp vampire dönüştürülmesi meselesi var; ne zaman yakalandı, nerede yakalandı gibi sorular zihnimde dönüp duruyor. Şimdi aklıma geldi de, bir de şu vampir avcısı karakterler vardı. Kovan baskını sekansında karşımıza çıktılar; ortalığın anasını ağlatıp acayip dövüş yetenekleri sergilediler ama bir daha görünmediler; yani ilk başta neden varlardı veya sonra neden olmadılar? Bunlar bir sanat sineması filminde olsa, o kadar yargılamam ama bana göre popüler sinema boşluğu affetmez; popüler sinema izleyicisine tanrısal bir konum verir ve hadi ama izlediği şeye hâkim olmayan bir tanrı var mıdır? Beni en çok rahatsız eden şey ise son savaşta baş düşmanın, kadim vampirin ölüm şekliydi. Tamam, filmin başında aynı numarayı bir defa daha bize sunup patlayacak silahı önümüze koydular ve fakat son savaşta kahramanımız duvardan duvara fırlatılırken o tel düzeneğini ne ara kurmayı başardı? Kısacası filmden zevk almakla birlikte geride bıraktığı karanlık köşeler sebebiyle aklımda deli sorular… Bu arada “Snoop Dogg” efsaneydi.



103) Black Adam/Jaume Collet-Serra (2022): Yıl 2013 ve “Man of Steel” adlı bir film gösterime girdi. Bu, “DC” sinema evreni projesinin ya da “DC Extended Universe/DC Genişletilmiş Evreni”nin ilk adımıydı ki zaten en büyük rakipleri karşısında çoktan gecikmişlerdi. “Marvel”, o yıl, yani haziran ayında gösterime giren bu “Superman” filmine kadar 7 filmlik bir sinema evreni oluşturmuştu ki 2022 yılı itibariyle, yanılmıyorsam, 40 projelik bir evren haline geldi.

Neyse! DC’ye geri dönecek olursak; 2013 yılında seyirci ile buluşan bu ilk film çok olumlu bir geri dönüş aldı, hem maddi hem de manevi olarak. Böylece, evreni inşa etme görevi/sorumluluğu, filmin yönetmeni “Zack Snyder”a verildi ve Snyder de 5 filmlik kendi ana hikâyesini planlarken, o filmlerde yer alacak ya da DC markası altında bulunan başka karakterlerin de bu filmlerle bağlantılı, paralel filmleri üretilecekti ama süreç Disney-Marvel ortaklığı kadar etkili yürütülemedi. 2013 filmini takip eden süreçte, devam filmi ancak 2016 yılında “Batman v Superman: Dawn of Justice” ile geldi ve fakat DC yine yarışta gerideydi. Mart 2016 geldiğinde, Marvel 12 filme ulaşmış ve popüler kültürün en çok konuşulan, en fazla hasılat yapan sinema olayı haline gelmişti bile.

İşte bu noktada telaşın etkileri görülmeye başlandı. Man of Steel, çok başarılı bir solo filmdi ve “Justice League”e giden yolda iyi bir ilk adımdı ki Marvel da aynı şekilde “Iron Man (2008)” ile başlayıp “Avengers (2012)” filmine ulaşmıştı. Ancak Marvel, Avengers kahramanlarını 2012 filmi ile seyirciye sunmadı, solo filmler yapıp sonra grup projesine geçti ve aşırı başarılı oldu. Bu noktada, piyasa pastasından bir an önce pay almak isteyen “Warner Bros.”, DC’nin ağır toplarını hemen aynı filme sokup solo filmleri de sonra yaparız dedi ama şöyle bir şey var ki karakterler ne kadar bilindik olursa olsun, popüler sinema izleyicisi izlediği kahraman ile özdeşleşmek ister. Bu noktada da karakterin geçmişi ve ilerleyişindeki motivasyonu çok önemlidir.

Solo filmler, daha az karakter barındırdığı için asıl kahramanın tanıtımı daha kolaydır ama grup filmi demek, çok daha fazla karakter ve önemli kahraman demek. Yani bir filme Superman, “Batman” ve “Wonder Woman” koymakla olmaz. Seyirciyi onlara hazırlamak gerekir; ha, yalan yok ben Batman v Superman filmini sevmiştim; yani birçokları gibi yerden yere vurmadım ama o filmin hakkıyla işlenebilmesi için tıpkı “Snyder Cut (2021)” gibi 4-5 saat uzunluğunda olmalıydı ki kapitalist sinema bu genişlikte süreye pek müsaade etmez.

Bir diğer sorun ise filmin atmosferiydi. Film, daha ciddi, daha karanlık bir havadaydı ve bu tercih, sonraki filmlere müdahaleleri beraberinde getirdi. Bunun sebebi ise Marvel filmlerinin çocuksu ve aydınlık görüntüsüydü ki aynı yıl gösterime giren “Suicide Squad (2016)” filmi bu müdahaleden nasibini aldı ve benim en beğendiğim “Joker” performansı da burada harcanmış oldu.

Böylece 2017’ye geçerken işler DC için pek parlak görünmüyordu. Ancak “Wonder Woman (2017)” ile bir umut ışı doğdu ve bu solo hikâye, bir yıl önce karşımıza çıkan Yunan kökenli kahramanımızın orijin öyküsünü bize sunmuş oldu. Lakin bu ışık soluk kaldı çünkü ailevi sebeplerden ötürü Zack Snyder “Justice League (2017)” filmini yarım bırakınca yerine “Joss Whedon” geldi ve ilk iki Avengers filmini yöneten bu abimize Snyder’in karanlık atmosferini parlatma görevi verildi. Sonuç ise kesinlikle hüsran oldu.

Yapamadılar, olmamıştı; Warner Bros. ve DC bunu başaramamıştı. Belki de o filmden sonra hiçbir DC hayranının “DCEU” ile ilgili bir umudu kalmamıştı. Sonraki 5 yıllık süreçte de işler daha iyiye gitmedi. Duyurulup iptal edilen projeler, filmlerden ardı ardına kaçan yönetmenler, WB’nin yaşadığı ekonomik sorunlar, bir türlü gelemeyen “The Flash” ve çekildiği halde iptal ve imha edilen “Batgirl” filmi derken 2013 yılında başlayan evren 2022 itibariyle yayınlanmış 12,5’tan 13 projeye sahip bir hilkat garibesiydi. Marvel’ın yılda 3 film ve bunların arasına yayılan diziler ile olan ilerleyişi düşünüldüğünde oldukça düşük bir sayı.

Peki, hiç iyi bir şey yok mu? Kişisel görüşüme göre var. Solo filmler iyiydi. Yani en başından grup işlerine hızla dalmak yerine bu solo öykülere odaklanmış olsalar, belki çok farklı olurdu. Yani “Aquaman (2018)” ve “Shazam (2019)” iyi filmlerdi. Dar bir alanda, karakter odaklı öykülerdi. 2020’de gösterime sokulan “Bird of Prey” ve “Wonder Woman 1984” filmleri de vasat filmlerdi, yani ortalama hikâyeler ama kesinlikle kötü diyemem.

2021 yılı geldiğinde ise 4 küsur saatlik “Zack Snyder Justice League” destanına kavuştuk ki eğer yönetmen projeden çekilmek zorunda kalmasa bugün çok daha başka bir DC sinema evreni izliyor olabilirdik ki umut hala var. Hayranlar Snyder Cut’ı aldı, belki Snyder Evreni’ni de geri alır; bilemiyorum. Ancak 2021 yılının asıl olayı bu değildi, bu daha çok WB’nin hayranlar ile barışma, onlardan özür dileme şekliydi çünkü bariz şekilde Marvel’a özenip işleri batırmışlardı ama hep de kötü şeyler yapmadılar.

Marvel, bir dönem “James Gunn”ı kovunca, hemen atlayıp yönetmeni kaptılar ve böylece “The Suicide Squad (2021)” filmine kavuştuk ve birkaç ay aradan sonra da evrenin ilk dizi projesi de yine James Gunn’dan geldi ve “Peacemaker (2022)” ile buluştuk. Bunlar eli yüzü düzgün, belli bir standardı yakalayan işlerdi ama iptaller ve ötelemeler bitmez tükenmez bir haldeydi. Gösterime giren filmler arasında boşluklar çok fazlaydı. Ağustos 2021’de vizyona giren The Suicide Squad’dan sonraki ilk film olan “Black Adam”, Ekim 2022’de ancak gösterim şansı buldu. İşte bu durum, seyircinin özdeşleşip öyküyle bütünleşmesini engelliyor. Bir film gelene kadar önce yaşananlar unutulup gidiyor. Marvel bu noktada da başarılı; öykü akışını sürekli sıcak tutuyor. Black Adam sonrası filmlerin kaderi de belli değil. İkinci Aquaman ve Shazam filmlerini bu yıl izleyemeyeceğimiz kesinleşti; The Flash filmi desen, zaten bambaşka bir muamma ve ilerisi de daha karanlık.

            Bugünün konusuna dönmek gerekirse; ben Black Adam’ı sevdim. “The Rock” role çok uygun bir seçim olmuş ve başkaları ne düşünür bilmem ama bence Wonder Woman, Aquaman ve Shazam solo filmlerinin standardını yakalayan güzel bir orijin öyküsü sunulmuş; yani Batman v Superman ve Justice League filmlerinde olmayanlar verilmiş. Bu noktada, ben ileride bir grup filminde Black Adam gördüğümde onun öyküdeki rolünü sorgulamak zorunda kalmayacağım. Tabi çizgi roman öykülerinde Black Adam aslında bir kötü ve Shazam’ın düşmanı ama günümüzün anti-kahraman furyasında konumu değişen bir karakter; kısacası ahlak kodları daha esnek bir Superman var karşımızda. Elbette ben bir çizgi roman uzmanı değilim ve bu sebeple de filmi oraya göre değerlendirmeyeceğim. Filmin öyküsünü anlatıp “sürpriz kaçıran” da vermeyeceğim ama şunu tekrar söylemeliyim ki karakter iyi işlenmiş ve kast seçimi de çok başarılı olmuş. Bundan sonra süreç nereye gider, devam filmleri gelir mi, bu bir üçleme olur mu, hiç bilmiyorum ama en azından bu filmin sınıfı geçer olduğunu düşünüyorum. Black Adam, daha dün vizyona girdi ama şimdiden kötü yorumlar almış başını gidiyor. Bu bence, bizim insan olarak negatiften ve kaostan beslenmemizin bir sonucu. Sizin bir popüler sinema filminden, bir süper kahraman anlatısından beklentiniz nedir? Tatmin olmak için neye ihtiyacınız var? Ben hep şunu düşünürüm; böyle durumlarda beklentiyi düşük tutmak ve izlediğimiz şeyden zevk almaya çalışmak gerekir. O film çekilmiş ve bitmiş bir projedir artık. Onu zihnimizdeki haline çevirme ihtimalimiz yok. Birileri yazıp çekmişler ve bizim yapmamız gereken, elimize geçenden ne alacağımıza karar vermek. Bu benim istediğim değil diyerek çamur atıp geçmek zaten en kolayı, onu herkes yapar. Toparlamak gerekirse; ben yine umut doluyum. Bu evrenin hala şansı var ama bizim evrenimizin, bizim dünyamızın problemlerinin, WB’nin güç çatışmalarının ve sorunlarını dışında kalabildiği sürece.

Belki de Marvel’ı o yönden örnek almalıdırlar; onlarla yarışmak ya da daha doğrusu yarışta onlara hemen ulaşmaya çalışmak yerine. Sonuçta bunu yapınca ne olduğunu gördük, motoru boğdular ve araç, önlerindeki upuzun yolda tekledi, yolda kaldılar ve rakip arayı git gide açtı. Belki de artık eskisinden daha da uzak. Marvel, Mars’a ulaştı; DC ise önce Ay’a çıkmalı, Mars ancak o zamanın hedefi. Adım adım, yavaş yavaş ve umutla diyelim.












104) Bridge Hollow Laneti/Jeff Wadlow (2022): Çok sevdim diyemem. New York’u ergen kızı için güvenli bulmayan bir baba, ufak bir Amerikan kasabasından gelen iş teklifini kabul eder ve tüm aile oraya taşınırlar ama bunu Cadılar Bayramı’nda yapmış olurlar ki gittikleri kasaba, paranormal olaylar ile geçmişi olan bir yerdir. Kısacası kızını güvende tutmak isteyen baba, onu aslında tehlikenin tam da göbeğine taşımış olur. Sonrasında da baba kız birlikte hayalet avına çıkmak ve Cadılar Bayramı’nı kurtarmak zorunda kalırlar falan filan. Bir Amerikan bayram filmi; aşırı beklenti içinde olmamak lazım. Sonuçta kültürel bir tema işleniyor; Türkiye’de Kurban Bayramı filmleri yapılması gibi bir şey. Kahvaltı yaparken izledim ve geçtim.



105) Lego Star Wars: Summer Vacation/Ken Cunningham (2022): Bilenler bilir, “Star War” serisinde en az sevdiğim proje kesinlikle son üçlemedir. Bence çok büyük oranda bir kayıptı ama sonra “Disney” çok güzel bir şey yaptı; üçlemenin sonrasını anlatan orta metraj “Lego” filmleri üretmeye başladı ve bence son üçlemenin karakterleri, bu filmler ile daha sevilesi ya da en azından katlanılası oldular. “Kylo Ren (Darth Vader)”e dönüşen “Ben Solo (Anakin Skywalker)” hüsranı ve çaresiz “Palpatine” hamlesi ile harcanan koca bir üçlemeden iyi bir şeyler çıkmış oldu en azından. Bu Lego filmleri ile birlikte, “Clone Wars”, “Rebels” ya da “The Bad Batch” gibi animasyon seriler kıvamında bir animasyon dizi gelir ve bu karakterlerin sonraki maceralarına odaklanırsa, keyifle izlenme potansiyeli olduğu kanaatindeyim. Kısacası son üçlemenin problemi karakterlerden çok öyküydü. Senaryonun klişeler ve tekrarlar ile dolu ilerleyişi içinde, potansiyelli karakterler harcanmış oldu ama hala umut var gibi ki bence zaten Disney’in amacı da bu tip filmler ile nabız yoklamak ve karakterleri bize sevdirmek.



106) Deniz Canavarı/Chris Williams (2022): Bu günlerde “Joseph Campbell”ın ünlü “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” eserini okuyan birisi olarak bu filmi çok sevdim, çok başarılı buldum. Kesinlikle kuralına uygun mitik bir anlatı. Kahraman veya kahramanlar var; ana karakterler Jacob ve Maisie, öykümüzün mitik kahramanları ama aynı zamanda Jacob’ın baba rolü, Maisie’nin de hem haberci, rehber ve yardımcı rolleri var. Öykü deniz canavarları ile çevrelenmiş bir liman şehrinde başlıyor; şehrin canavarlardan korunması görevi ise Jacob gibi avcıların işi. Küçük bir kız olan Maisie ise ailesini deniz canavarlarına kaybetmiş ama onları birer kahraman olarak gördüğü için avcı olmak istemektedir ve böylece hayranı olduğu Kaptan Crow’un gemisine katılmak, denizlere açılmak ister. Bunun için de Kaptan Crow’un manevi oğlu Jacob’un karşısına çıkar. Burada ikili bir anlatı ve pozisyon alma vardır. Maisie, Jacob’ı maceraya çağıran, onun mevcut düzenin sarsan habercidir; Jacob ise Maisie’nin maceraya çıkmasına engel olmak isteyen ebeveyn, yani eşik bekçisidir. Bu sebeple Jacob hem macera çağrısını reddeder hem de Maisie’nin mecaraya çıkışına engel olmak ister. Ancak mitlerde hep olan şey burada da olur ve her iki kahraman da maceraya atılmak zorunda kalıp fani dünya ile tanrısal dünya arasındaki eşiği geçerler. Burada eşik aşımı denize açılmak ile olur. Bu film, aynı zamanda kahramanın babası ile mücadele etmesi, onu kalbini kazanması ve yerine geçmesi anlatılarını da bünyesinde barındırır. Jacob, Kaptan Crow’un manevi oğludur ve Kızıl Fırtına adlı canavarı öldürdükleri zaman, yaşlı kaptan yerini oğluna bırakacaktır. Jacob ise babasının gönlünü kazanmak için çabalayan bir avcıdır lakin maceraya çıkış, onun için bir erginleşme sürecini başlatır ve tanrısal dünyaya gidiş gelişi onu babasının karşısında bir rakip haline getirir. Kaptan, canavarları yok etmek için elinden geleni yapmaktadır ama canavarların aslında canavar olmadığını öğrenen Jacob, onları korumak için babasına karşı gelir. Yine bu filmde balinanın karnı anlatısı, yani dünyanın göbek deliğinden geçerek tanrısal âleme, cennete ulaşma işlenmektedir. Kızıl Fırtına, Jacob ve Maisie’yi yutarak onları canavar adasına taşır ve adaya ulaşan kişiler, artık o yutulan avcılar değillerdir. Cennete ulaşıp filmin nihai ödülü olarak okunabilecek canavarın dostluğunu kazanan ve bir bakıma tanrısal güce ulaşan kahramanlar, toplumlarını değiştirmek, dönüştürmek için cennetten ayrılmak zorunda kalırlar ve Kızıl Fırtına’nın yardımları ile geri dönerler. Aslında kötü olanın kraliyet ailesi olduğunu ortaya çıkarırlar, insanlar ile canavarlar arasındaki amaçsız savaşı sonlandırırlar. Jacob baba figürüne karşı gelir, Maisie ise toplumu gerçekler ile yüzleştirir. Tanrıların onlar için hazırladığı görevi yerine getirmiş ve toplumlarını değiştirmiş olan kahramanların cennet ile ödüllendirilmesine gelir sıra ve Jacob ile Maisie, fani dünyadan ve insanlardan ayrılıp cennete dönerler ki filmde bu cennetin göstereni canavar adasıdır. Filmin mitik anlatı yapısını kurcalamayı burada bırakıyorum ama bu film benim açımdan tam bir makale konusu ve yazacağım makalede hem öyküyü hem de karakterleri daha ayrıntılı bir biçimde ele alacağım. Ben sadece izleyici pozisyonunda kalacağım diyenler için söyleyebileceğim şey ise kesinlikle izleyin çok başarılı bir film.



107) Kim Bu Aile?/Bedran Güzel (2022): Hani bazı filmler vardır ya, tüm komedisi fragmandadır; işte bu tam olarak öyle bir film. Fazla da söze gerek yok.



108) Cici/Berkun Oya (2022): Yalan söyleyemem, “Bir Başkadır” adlı diziyi izlemeden önce “Berkun Oya” kim diye sorsanız kesinlikle mavi ekran verirdim. İşin doğrusu hala da yüzünü bilmem ama önce o dizi şimdi de bu filmi izledikten sonra sanırım favori Türk yönetmenim olduğunu söyleyebilirim ki biraz daha abartacak olursam, bir auteur (yazar yönetmen) havası da alıyorum kendisinden (aynı oyuncular ile çalışması, çerçevelemesi, kurgusu, öyküsü falan filan). Filmin kurgusunu ve de sinematografisini çok beğendim; kesinlikle sanatsal. Aynı zamanda da güçlü bir hikâye ve de anlatı mevcut. Konuyu filmden uzaklaştırmak istemiyorum ama bu yapımın “melez sinema” dediğim şeye örnek bir film olduğunu düşünüyorum. Hem sanatsal yönü kuvvetli; bunu kurgu, renk ve çerçeveleme tercihleri ile sunuyor (bazı sahneler tam anlamıyla fotografikti), hem de güzel bir anlatı ile öyküsünü aktararak her kesimden seyircinin izleyebileceği bir film sunuyor. Yani sanatsal, sıra dışı olacağım diyerek genel izleyiciyi boğacak bir film yapmıyor. Üstelik film o kadar Anadolu’dan bir öyküyü merkezine almış ki eminim bu coğrafyada doğup büyümüş herkes bu filmde kendinden bir şeyler bulabilir. Bu noktada da film, hem bir Anadolu gerçeği sunarken hem de özdeşleşme sağlayarak sanatsal ve de popüler sinemaya iki koldan tutunuyor.

Ben de izlerken kendimden çok şey buldum bu filmde. Belki evin babası benim babam değildi ama o hal ve tavır kesinlikle dedemdi; tıpkı Bekir gibi dedem de öksüz yetim bir adamdı. Dolayısıyla sevilmeyi bilmemiş, bilememişti; nasıl bilsin? Bir insanı kim karşılıksız, koşulsuz sever? Tabi ki ailesi (kimi zaman onlar bilem sevmeyebilir). Ailendir sana ilk sevgiyi, bilgiyi veren; aile olmayınca kökü kuru bir ağaç gibidir insan. Kökünde hayat olmayanın dalında meyve olur mu peki? Olmaması gerekir ama Anadolu farklı bir yerdir. Her kuşağın öyküsü başka başkadır. O öykülerden birisi olan dedemin de sevgisi vardı elbette, gaddar bir adam değildi ama sevgisini göstermeyi bilmez, gösteremediği için de sert duvarlarının, katı kurallarının arkasında dururdu. Bilemiyorum, Berkun Oya’nın beni bir şekilde yakalamış olmasının sebebi belki de benim de anlattığı öykülerden bir karakter olmam, benzer öyküleri (yaşadıklarım ya da görüp duyduklarım) anlatma arzumdur.

Yine dağılıyorum ve toparlamak gerekirse; filmi gerçekten çok sevdim ve hayranlıkla, adeta içine çekilerek, öyküyü yaşayarak izledim ama sadece sonu ile ilgili çok mutlu değilim. Yani en sonda açığa çıkan “acı gerçek”, aslında oldukça barizdi ki ben hep acaba bir ters köşe gelir mi diye düşündüm ve fakat gelmedi, her şey en bariz haliyle sonlandı. Bu arada aklıma geldi de filmde hoşuma giden bir diğer detay da sinemanın ve genel anlamda sanatın abartılı olabilme potansiyeliydi. Ana karakterlerden Kadir, bir yönetmen ve çocukluğunu temel alan bir film çekiyor. Filmin bir sahnesinde çocukluğundan önemli bir kırılma anını görüyoruz ve gerçek olayı çok daha dramatize eden bir anlatı ile karşılaşıyoruz. Bu dramatize etme özellikle popüler sinemanın sıkça başvurduğu bir anlatı biçimi. Bire bin katmak, duyguyu yoğunlaştırarak seyirciyi filme çekmek; gerçi filmin o sahne ile ilgili farklı gerekçeleri, “Oidipus Kompleksi” diye anılan baba ile mücadele, onu düşman görme durumları da var ama öyle derinlemesine bir film analizinin yeri burası değil. Son olarak belirtmem gerekirse; geride kalan birkaç yıl içinde izlediğim ve en başarılı bulduğum Türk filmi olabilir. Mutlaka herkese tavsiye ederim.



109) Werewolf By Night/Michael Giacchino (2022): Açıkçası biçim olarak en sevdiğim “MCU” filmi olabilir. Siyah beyaz oluşu, 1030’ların Hollywood korku filmlerini kendine tema olarak alması ve yanıldım mı bilmiyorum ama sağ üstte çıkan birleşim yeri efekti detayı çok etkileyiciydi (dijital öncesi dönemde sahneler selüloit filme çekilirlerdi ve bu fiziki şeritler, kurgu aşamasında da fiziki olarak birleştirilirlerdi; bu birleştirme noktaları film oynarken sağ üst köşede bir halka şeklinde kendini belli ederdi). MCU filmlerini izleyenler bilir ki çekilen filmler tam da endüstri sinemasına uygundur; yani öykü ve karakterler değişebilir ama akış, renk, çekim, başlangıç ve bitiş vs. unsurlar hemen hemen her zaman aynıdır. Bu bağlamda “Werewolf By Night” biçimiyle beni çok etkiledi. Oysa bayadır bir direnç vardı içimde bu filmi seyretmeye karşı. Direncim bu gece kırıldığı için mutlu oldum. İçeriği hakkında da biraz konuşmak gerekirse; biz şimdiye kadar “Marvel”ın hep renkli ve şatafatlı kısımlarını izledik ama elbette ışığın olduğu yerde karanlık da vardır ve bu film de bizi karanlığa çekiyor. Mitolojinin ve fantastik edebiyatın iblislerini, öcülerini ve canavarlarını “Marvel Sinema Evreni”ne taşıyor ki bu bakımdan tezim için önemli bir film olduğunu söyleyebilirim. Film bize “Kurt Adam Jack”i, “Canavar Avcısı Elsa Bloodstone”u ve “Man-Thing Ted”i MCU’nun yeni kahramanları veya en azından karakterleri olarak sunuyor ve umarım ilerleyen projelerde onları tekrar tekrar görebiliriz. Her ne kadar siyah beyaz başlamış olsalar bile evrene renk ve farklılık katacakları apaçık ortada. Son cümle; ben, bu filmi sevdim.



110) Mortal Kombat Legends: Snow Blind/Rick Morales (2022): Açıkçası “Mortal Kombat” evrenine çok hâkim değilim ama apokaliptik bir dünyada lazer gözlü manyak “Kano”nun kral olmuş olması, ana karakter “Kenshi Takahashi”nin kör bir kılıç ustası olup büyülü bir kılıç kullanması, öykünün bol bol dövüş, aksiyon ve de kan sunması ama en önemlisi yaşlanmış harap olmuş bir dünyada, dünya gibi yaşlı ve harap haldeki “Sub-Zero” ve “Scorpion” görmek şahaneydi. “WB” gerçekten animasyon film işini iyi yapıyor; keşke bunu canlı çekimlere de yansıtmayı başarsa. Şimdiye kadar üç “Mortal Kombat Legends” filmi geldi ve sanırım bu filmlerin devamı da gelecek. Ne diyelim, heyecanla bekliyorum.


Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de şuradan ulaşabilirsiniz.


Kazan

Yorumlar