İFL 2022-XIII

 

 

121) The Guardians of the Galaxy Holiday Special/James Gunn (2022): “Guardians of the Galaxy vol. 3” için hazırlık niteliği taşıyan orta metraj bir film. Üstüne fazla konuşmaya gerek yok. Sadece, sürpriz kaçıran geliyor, “Mantis” ile “Star Lord”un aslında kardeş olmaları güzel bir detaydı.



122) Shinobi: Heart Under Blade/Ten Shimoyama (2005): Çocukluğumda “Star TV”de denk geldiğim ve tam olarak izleyemediğim için zihnimde hep olduğundan daha iyi bir şekilde yer edinmiş bir filmdi. Tekrar ve baştan sona izlediğimde biraz hayal kırıklığı yaşadığımı kabul etmem lazım ama yine de yıllar sonra denk geldiğime ve çocukluğum ile bir nebze de olsa bağlantı kurduğuma sevindim. Gerçi şöyle de bir şey var, filmin öyküsü baya potansiyelli ama işte Japon sinemasının canlı çekim fantastik filmleri animeler kadar iyi olmuyor maalesef. Filmi kötü gösteren konusu değil de biçimsel zayıflığı oluyor ne yazık ki.



123) Kurak Günler/Emin Alper (2022): Bu filme tamamen bir tepki sonucu gittim diyebilirim. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın verdiği fonu geri istemesi üzerine filme gittim ki en azından çorbada tuzum bulunsun da sinema emekçileri, sanatçıları, sırf birilerinin istemediği bir film çektiler diye mağdur olmasınlar ama şu da bir gerçek ki bu tarz filmler benim olayım değil. Ben açık uçlu film sevmiyorum. Sanki biri bana bir şey söylemek için cümleye başlamış da lafın sonunu getirmeden susmuş gibi hissediyorum böyle filmlerde. Yani bana bir şey söyleyeceksen söyle ya da sus. Elbette bu benim kişisel düşüncem ve biliyorum ki birçok insan da böyle ucu açık sonları seviyor, sonunu kendi yazmak istiyor.



124) Recep İvedik 7/Togan Gökbakar (2022): İlk defa “Recep İvedik” izlediğimde sanırım hala bir ilkokul öğrencisiydim. Sonrasında ikinci, üçüncü ve dördüncü filmleri de seyrettim ama dördüncü film ile birlikte bu kadarı bana yeter dedim. Sonrasında gelen beşinci ve altıncı filmleri izlemedim, izlemeyi de düşünmüyorum. Ancak “Disney+”ta gösterime giren yedinci filmin fragmanını izlediğimde bu film ilgimi çekti çünkü Recep karakterinin bir değişim ve gelişim yaşadığı hissiyatına kapıldım. Elbette Recep İvedik politik bir film serisi değil ama bu son filmde daha toplumsal ya da toplumsala yakın bir karakter çizilmişti. Abuk sabuk maceralara çıkmak yerine gerçekten ülke için sorun olan bir meseleye odaklanma vardı bu filmde. Belki de ben fazla anlam yükledim ama şöyle söyleyebilirim ki gerçek anlamda beğendiğim ve hatta bir noktada “Kemal Sunal” etkisi, tavrı gördüğüm ilk Recep İvedik filmi bu oldu diyebilirim.



125) Avatar: Suyun Yolu-Avatar: The Way of Water/James Cameron (2022): Nereden başlasam acaba? Sanırım öncelikle yönetmene odaklanmak lazım. Tamam, “James Cameron” abimiz “Titanic (1997)” gibi bir efsaneyi ve daha nice filmleri çekmiş bir yönetmen ama hafızam beni yanıltmıyorsa 2010’ların sonuna doğru değişik bir tribe girdi, gerçi son zamanlarda birçok ünlü yönetmende benzer tavırları görüyoruz. Nedir bu tavır? Süper kahraman filmlerine ve bu işin piri konumundaki “Marvel Sinema Evreni”ne saldırı, onları sanat olarak görmeyen aşağılayıcı açıklamalar ve daha türlü türlü tavırlar. İşi daha da ileri götürenler ise bu filmlerde yer alan oyuncuları aktör olarak bile görmeyip yer almak isteyecekleri ise üstü kapalı bir şekilde tehdit ediyorlar. Ama şöyle bir şey de var ki sırf sen yapmıyorsun, sevmiyorsun diye milyonların ve hatta milyarların takip ettiği bir şeye saldırıyı ben sadece endişe ve korku belirtisi olarak görüyorum. Bırak isteyen istediği gibi film yapsın, isteyen istediğini izlesin. Sen iyiysen, yaptığın iş özgünse zaten sinemaseverler gelir seni bulur ve yaptığın işe de gereken saygıyı verir. Ancak bence sıkıntı şu ki bu tür açıklamalar yapan yönetmenler, bir noktada sinema elitleri olmuş haldeler ve kendi koydukları standardın altında daha doğrusu kendi sınırları dışında herhangi bir şeyin, maddi ya da manevi olsun, başarılı olmasına tahammülleri yok, bu başarıdan korkuyorlar.

Yaşadıkları korkunun ve endişenin vücut bulmuş örneklerinden birisi ise tam olarak bu film. Evet, “Avatar” 2009 yılında çıktı ve o zaman için çok acayip bir şeydi; öyküsüyle değil de gelişmiş CGI teknolojisiyle. İnsanlar akın akın sinemaya gidip izlediler ve hatta tekrar tekrar izlediler. Böylece de Avatar’ı tüm zamanların en çok hasılat yapan filmine dönüştürdüler ki bu işin bir de kayıtsız izleyici bölümü var. Mesela ben Avatar’ı sinemada izlemedim. 2009 yılında liseye yeni başlamıştım ve hatırlıyorum da kötü bir sinema çekimiyle sınıflarda ve konferans salonunda, derste ve hafta sonu tatilinde tekrar tekrar izlemiştik. O zamanlar için Avatar, benim açımdan ilkokul zamanlarımdaki “Mumya” ya da “Buz Devri” filmleri gibi bir şey olmuştu; yani amaçsızca tekrar tekrar izlenen ama üzerine o kadar da düşünülmeyen, öncelikle eğlenilen bir film. Dürüst olmam lazım, 15 yaşındaki ben ile neredeyse 30 yaşına gelmek üzere olan benin hayat görüşleri elbette aynı olamaz ama gerçekten o zamanlar filmin alt metnine hiç ama hiç bakmamıştım ve düşünüyorum da sanırım 2009 yılından sonra da o filmi bir daha hiç izlemedim, neredeyse hiç düşünmedim bile. Elbette yönetmen devam filmlerini çekeceğim diyene kadar.

Peki, bu devam filmlerini çekme arzusu nereden geldi? Söyleyeceklerim elbette benim kişisel yorumum ama biraz önce bahsettiğim korku meselesi var ya hani, işte tam olarak o. “Avengers” filmleri Avatar’ın gişe başarısına tehdit haline geldiklerinde James Cameron, önce süper kahraman filmlerini olumsuz gösteren açıklamalar yaptı ve sonrasında da 4 yeni Avatar filmi çekileceği duyuruldu. Hatta bu filmlerin gişede süper kahraman filmlerini silip süpüreceği tarzı yorumlar falan da yapıldı ama son gelen bilgilere göre “Avatar 4” ve “Avatar 5” filmlerinin kaderi şimdilik belirsiz. “Avatar 3” ise çoktan çekilmiş olduğu için gelecek yıl mecburen gösterime girecek ama son iki filmin kaderini bu film ve Avatar 3 belirleyecek gibi görünüyor. Ben bu filmlerin gişede tatmin edici bir gelir elde edeceklerini tahmin ediyorum ama Avatar başarısı gelir mi emin değilim çünkü o filme başarıyı getiren biçimsel olarak yenilikçi oluşu, ilk oluşu, öncü oluşuydu. Bu filmler ise artık sinema izleyicisinin CGI ile daha içli dışlı olduğu bir dönemin ürünleri. O sebeple işleri çok daha zor.

Üstelik bu filmi izlerken daha dikkatli baktım da Avatar evreni öykü olarak gerçekten hiç orijinal değil. Bu bildiğimiz Yeni Dünya’nın keşif ve işgal sürecinin bir yeniden üretimi. James Cameron kendi tarihinin başlangıç serüvenini almış, uzaya taşımış. Yeni Dünya Pandora olmuş, Yerleşimciler Hava İnsanları ve Yerliler de mavi derili Naviler olmuş. Avatar da sonuç olarak tarihi sürece Yerliler tarafından yaklaşan, onları daha mistik bir konuma taşıyan ve Yerleşimcileri şeytanlaştıran bir film olmuş. İyi güzel ama biz öykünün sonunu biliyoruz. Tarihini kendine malzeme yapan ve süper kahraman filmlerine çamur atan James Cameron, eğer gerçekten büyük sinemacıyım diyorsa, bence tarihi ile gerçekten yüzleşmeli ve Avatar 5’in sonunda bize Hava İnsanlarının zaferini ve gerçekleşen vahşeti sunmalı. Öteki türlü yapacağı tek şey kökenini çizgi romandan değil de ABD tarihinden alan ama onu fantastikleştirip çarpıtan başka bir süper kahraman öyküsünü bize sunmak olacak çünkü ilk iki filmde yaptığı tam olarak bu. Hem Avatar hem de Avatar: Suyun Yolu filmleri, sömürgecilik gibi küresel bir gerçekliği ve sorunu işliyor ama her iki filmde de konu kişiselleştirilerek bir kahramanın macerasına dönüyor. Bu bir Hollywood projesi olduğu için farklı bir şey beklemek, daha toplumsal bir yaklaşım ummak elbette güç olur. Ancak James Cameron, eğer bu filmlerin süper kahraman filmlerinden daha iyi olduğunu iddia ediyorsa, o zaman dediğim gibi bize gerçek bir son vermeli çünkü öteki türlü o da bir hava insanı ve de sömürgeci olur. Tarihi sömüren bir sömürgeci!



126) Green Lantern: Beware My Power/Jeff Wamester (2022): “DC” kahramanlarını ve öykülerini ne kadar sevdiğimi tekrar ve tekrar söylüyorum ama “Marvel Sinema Evreni” ile kıyaslandığında, “DC Genişletilmiş Evreni” çok başarısız bir girişim olarak kaldı. Anlaşıldığı kadarıyla da yeni DC patronları her şeyi sıfırlayarak taze bir başlangıç yapmaya karar verdiler lakin şimdi DC’nin başarısız canlı çekim filmlerinden konuşmanın sırası değil. Evet, DC canlı çekim evren yaratımını pek beceremedi ama 2013 yılında başlattıkları çok güzel bir animasyon evrenleri vardı fakat maalesef 2020 yılında bu evreni sonlandırdılar. Geriye de çok güzel 16 film bıraktılar ama “DC Animasyon Evreni” biterken aynı yıl “Superman: Man of Tomorrow (2020)” filmi ile “DC Tomorrowverse” adlı yeni bir animasyon evreninin inşasına başladılar. Ardından “Justice Society: World War II (2021)”, “Batman: The Long Halloween Part I & Part II (2021)” filmleri ile evren hızla büyümeye başladı ama açıkçası tercih edilen çizim biçimi ve kahramanların tasarımları sebebiyle bu evrene tam olarak ısınamamıştım, ta ki bu filme kadar. “Hal Jordan”ı da sevmekle birlikte benim favori “Green Lantern”ım her zaman “John Stewart” olmuştur ve bu filmdeki esas karakterimiz de o ve anlaşıldığı üzere bu evrenin esas Green Lantern’ı da o olarak kalacak çünkü (sürpriz kaçıran geliyor) Hal Jordan öldü ve bu yeni evrende olmayacak. Film, bir “Guardian”ın John’a bir yüzük getirmesi ile başlıyor. Yüzükten kurtulmak isteyen John, yardım için “Watch Tower”a gidiyor ve yüzüğünden daha büyük problemler olduğunu öğreniyor. Böylece bir anda kendisini “Green Arrow” ile “Oa”ya, Green Lantern üssüne giden bir uzay gemisinde buluyor. Üstelik uzayın derinliklerinde “Rann-Thanagar Savaşı” da patlak vermiş durumdadır. Artık John’un yapması gereken yüzüğü kabullenmek, savaşı durdurmaya yardım etmek ve tüm bunların arkasındaki asıl tehlikeyi ortaya çıkarıp etkisiz hale getirmektir. Ayrıca bu yolculukta yalnız da olmayacaktır. Green Arrow dışında bir Thanagarlı olan “Hawkgirl” ve Rannlı “Adam Strange” de ekibe dâhil olacak ve bize harika bir süper kahraman filmi izleme şansı verecekler. Sanırım bu evreni giderek seveceğim ve açıkçası yeni filmler için şimdiden heyecanlıyım. Size de kesinlikle önerebileceğim bir film ve de bir evren. Şimdiden iyi seyirler.



127) Pierrot Le Fou-Çılgın Pierrot/Jean-Luc Godard (1965): “Fransız Yeni Dalga” filmleri hiçbir zaman favorim olmamıştır. Yani akım içinde yer alan yönetmenlerin o biçim bozucu yöntemleri ile ürettikleri filmleri izlemek bir yönüyle hep yorucu olmuştur benim için. Yalan söylemeyeceğim, kişisel sinema zevkim çerçevesinde amatör oyuncu kullanımını ve akışı bozan kurgu ve açı tercihlerini sevmiyorum. Benim açımdan içeriksel, öyküsel özgünlük her zaman biçimsel özgünlükten önce gelir. Şöyle de söylenebilir; benim için öyküyü nasıl anlattığın değil, ne anlattığın önemlidir ve o sebeple sanırım Fransız Yeni Dalga hiçbir zaman benim favorim olmayacak. Bu film özelinde de benzer yorucu özellikleri tekrar tekrar gördüm. Yine amatör oyuncular, yine atlamalı sahneyi bozan kurgu teknikleri ve yine öyküsel tutarsızlıklar ama filmden tamamen nefret ettiğimi de söylemiyorum. Karakterlerin dördüncü duvarı yıkıp doğrudan seyirciye konuştuğu kısımları çok etkileyici buldum. Bana göre filmin yaptığı en güzel şeydi.

Aslında Fransız Yeni Dalga gibi alanlara çok girip de buralara sataşmak istemiyorum çünkü bu ve benzeri Avrupa kökenli akımlar, bir noktada sinemanın kutsalları olmuş gibiler. Adeta bu akımların ve akımlara dâhil edilen yönetmenlerin yaptıkları her şey mükemmelmiş gibi bir algı var ya da bana hissettirilen hep bu oldu. Mesela, yine elbette bence, bu film bir Hollywood polisiye aksiyon filminin ucuz yollu bir Avrupa sürümü ki zaten Yeni Dalga yönetmenlerinin film dilinin gelişiminde bolca izledikleri Hollywood tür filmlerinin etkisi büyüktür. Vietnam Savaşı gibi dönemin politik konularına yaptığı göndermeleri bir kenara bırakırsak, bu yapım bence kötü bir tür filmi örneği. Biçim olarak çok zayıf ve bu zayıflığını da karakterlerinin güçlü ve zorlayıcı ya da başka bir değişle zorlama diyalogları ve monologları ile kapatmaya çalışıyor. Bence bu filmler görsel olarak zayıf ama sözsel olarak güçlü filmler lakin sinema her zaman öncelikle görsel bir sanattır.

Vietnam Savaşı demişken Avrupa sanat sineması hakkında sevmediğim bir şeyi daha hatırladım. Evet, Hollywood gibi birinci sinema, popüler sinema dediğimiz sinemalar temelde etliye sütlüye bulaşmayan eğlence filmleridir ve hemen hemen hiç politik bir çabaları yoktur. Aslında bu doğru sayılmaz. Temel politik çabaları mevcut düzeni korumaktır ve bu sebeple de düşündürmekten çok eğlendirmeye, duygulara hitap etmeye öncelik verirler. Yani popüler sinema seyirciye bir kurtuluş sunma çabasında değildir. Diğer yandan Üçüncü Sinema olarak da anılan politik ya da devrimci sinema ise toplumsal meselelere eğilir ve seyirciyi değişime çağırır. Devrimci sinema duygudan çok düşünceye önem verir, izleyeni düşünmeye ve sorgulamaya itmeye çabalar. Devrimci sinema değişimi amaçlar. Kısacası hem popüler sinema hem de politik sinema amacında nettir ve bu sebeple de bu iki ucu da severim ama Avrupa sanat sinemasına baktığımızda ne tam olarak eğlencelidir ne de tam olarak politik. Sanat sineması benim açımdan çorbaya düşen sinek gibidir ama sadece tek bir sinek. Sineği görmezden gelip çorbayı içmeye devam da edebilirsin ya da o çorbayı döküp yenisini de doldurabilirsin ama hadi dürüst olalım herkesin de bir sinek için koca kâseyi boşaltacağına güvenemeyiz. Belki biraz midemiz bulanır ama sıcacık çorbamızı içmeye devam ederiz çünkü kâseyi boşaltıp yeni bir çorba doldurmak, bir tane sineği görmezden gelmekten daha fazla enerji tüketir. Bu sebeple de genelde sineği görmezden gelmek seçilen yoldur. O yüzden ya bize çorbayı döktür ya da bırak zevkle karnımızı doyuralım, keyif alalım. Öteki türlüsü sadece kendi vicdanını kandırıp ben bir şeyler yapmaya çalıştım demekten fazlası değil.

Toparlamam gerekirse; bence Avrupa sanat sineması, adı üstünde sinemayı sadece sanat yapmak için yapan bir gelenek ama benim için kıymetli olan toplum için yapılan sanattır. Biliyorum bu çok klişe bir tartışma ama sanat toplum içindir diyorum; düşündürecekse de eğlendirecekse de toplum için topluma yönelik olmalı. Bunca laf söyledim ama bence “Çılgın Pierrot”a bir bakın derim. Siz neler düşüneceksiniz merak ediyorum.


128) Çakallarla Dans 6/Murat Şeker (2022): Aslında “Film Cuması Podcast” serisi için izlemeyi seçtiğim filmdi ama öyle uzun uzadıya hakkında söyleyebileceğim bir şey de yok. İlk 5 film bize ne sunduysa, ne vaat ettiyse aynı şeyler bu filmde de mevcut. Sadece bu defa Fikirtepe’den, Kadıköy’den uzaklaşıp Yunanistan’a Kos’a gidiyoruz ve ekibimizin saçma sapan maceralarını orada izliyoruz. İzledim, yer yer güldüm, eğlendim ve bitirip geride bıraktım. O yüzden de üzerine daha fazla konuşmaya gerek yok. Sadece şunu söyleyebilirim ki kafa boşaltmak için gidilecek bir film arayanlara önerebileceğim bir film ve de bir seri. İyi seyirler.



129) Bıçaklar Çekildi: Gizemli Bir Serüven/Rian Johnson (2022): “Knives Out (2019)” oldukça sağlam bir polisiye gizem filmiydi ve gösterime girdikten sonra oldukça beğenilip çokça güzel yorumlar almıştı ve sonrasında devam filmi geleceği duyurusu yapıldığında ben çok sevinmiştim bu habere ve sanırım sevindiğime, beklediğime değdi. Öncelikle değinmek isterim ki iki film arasında bariz bir ton farkı var. İlk film daha pastel tonlarda bir atmosfere sahipken bu filmin atmosferini daha sıcak renkler oluşturuyor. Bence iki film arasında en dikkat çekici fark bu olmuş. Onun dışında ilk filmden çok da farklı bir kurgu yok ki bu aslında olumlu bir şey bence. Bize ilk filmin verdiği keyif standardını yakalan bir öykü yapısı sunulmuş. Karşımızda ilk film kadar iddialı bir gizem var diyemem ama kendi içinde özgünleşen, ilk filmi doğrudan kopya etmek istemeyen bir çaba var ve bence bu oldukça önemli. Neyse işte, kaliteli vakit geçirmek için tercih edilebilecek bir film sunulmuş bize ve bence her türlü izlenir ve de eğlenilir. İyi seyirler.



130) Müzede Bir Gece Kammunrah’ın Yükselişi/Matt Danner (2022): “Ben Stiller” tarafından canlandırılan “Larry Daley” karakterinin “Amerikan Doğa Tarihi Müzesi”nde gece bekçiliği yaptığı canlı çekim üçlemenin devamı olan bu filmde, ana karakterimiz Larry, gece bekçiliği görevini oğlu Nick’e bırakıyor. Özgüven sorunları yaşayan genç Nick de babasından devraldığı bu zorlu görevde gece canlanan çılgın müze sakinlerini korumak için ve de dünyayı ele geçirme arzusundaki Tiran Kammunrah’ı durdurmak için elinden geleni yapıyor. Açıkçası canlı çekim üçleme hala favorim ama animasyon formatındaki bu filmin de kendince avantajları var. Mesela zamanda yolculuk edip Antik Mısır’a gitmek falan baya havalıydı. “Robin Williams”ın canlandırdığı “Theodore Roosevelt” karakterini görmek de duygusal bir andı aslında. İzlemenizi tavsiye edeceğim bir film.


Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de şuradan ulaşabilirsiniz.


Kazan

Yorumlar