122) Shinobi: Heart Under Blade/Ten
Shimoyama (2005):
Çocukluğumda “Star TV”de denk
geldiğim ve tam olarak izleyemediğim için zihnimde hep olduğundan daha iyi bir
şekilde yer edinmiş bir filmdi. Tekrar ve baştan sona izlediğimde biraz hayal kırıklığı
yaşadığımı kabul etmem lazım ama yine de yıllar sonra denk geldiğime ve
çocukluğum ile bir nebze de olsa bağlantı kurduğuma sevindim. Gerçi şöyle de
bir şey var, filmin öyküsü baya potansiyelli ama işte Japon sinemasının canlı
çekim fantastik filmleri animeler kadar iyi olmuyor maalesef. Filmi kötü
gösteren konusu değil de biçimsel zayıflığı oluyor ne yazık ki.
123) Kurak Günler/Emin Alper
(2022): Bu filme
tamamen bir tepki sonucu gittim diyebilirim. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın
verdiği fonu geri istemesi üzerine filme gittim ki en azından çorbada tuzum
bulunsun da sinema emekçileri, sanatçıları, sırf birilerinin istemediği bir
film çektiler diye mağdur olmasınlar ama şu da bir gerçek ki bu tarz filmler
benim olayım değil. Ben açık uçlu film sevmiyorum. Sanki biri bana bir şey
söylemek için cümleye başlamış da lafın sonunu getirmeden susmuş gibi
hissediyorum böyle filmlerde. Yani bana bir şey söyleyeceksen söyle ya da sus. Elbette
bu benim kişisel düşüncem ve biliyorum ki birçok insan da böyle ucu açık
sonları seviyor, sonunu kendi yazmak istiyor.
124) Recep İvedik 7/Togan Gökbakar
(2022): İlk defa “Recep İvedik” izlediğimde sanırım hala
bir ilkokul öğrencisiydim. Sonrasında ikinci, üçüncü ve dördüncü filmleri de
seyrettim ama dördüncü film ile birlikte bu kadarı bana yeter dedim. Sonrasında
gelen beşinci ve altıncı filmleri izlemedim, izlemeyi de düşünmüyorum. Ancak “Disney+”ta gösterime giren yedinci
filmin fragmanını izlediğimde bu film ilgimi çekti çünkü Recep karakterinin bir
değişim ve gelişim yaşadığı hissiyatına kapıldım. Elbette Recep İvedik politik bir film serisi değil ama bu son filmde daha
toplumsal ya da toplumsala yakın bir karakter çizilmişti. Abuk sabuk maceralara
çıkmak yerine gerçekten ülke için sorun olan bir meseleye odaklanma vardı bu
filmde. Belki de ben fazla anlam yükledim ama şöyle söyleyebilirim ki gerçek
anlamda beğendiğim ve hatta bir noktada “Kemal
Sunal” etkisi, tavrı gördüğüm ilk Recep
İvedik filmi bu oldu diyebilirim.
125) Avatar: Suyun Yolu-Avatar: The
Way of Water/James Cameron (2022):
Nereden başlasam acaba? Sanırım öncelikle yönetmene odaklanmak lazım. Tamam, “James Cameron” abimiz “Titanic (1997)” gibi bir efsaneyi ve
daha nice filmleri çekmiş bir yönetmen ama hafızam beni yanıltmıyorsa
2010’ların sonuna doğru değişik bir tribe girdi, gerçi son zamanlarda birçok
ünlü yönetmende benzer tavırları görüyoruz. Nedir bu tavır? Süper kahraman
filmlerine ve bu işin piri konumundaki “Marvel
Sinema Evreni”ne saldırı, onları sanat olarak görmeyen aşağılayıcı
açıklamalar ve daha türlü türlü tavırlar. İşi daha da ileri götürenler ise bu
filmlerde yer alan oyuncuları aktör olarak bile görmeyip yer almak
isteyecekleri ise üstü kapalı bir şekilde tehdit ediyorlar. Ama şöyle bir şey
de var ki sırf sen yapmıyorsun, sevmiyorsun diye milyonların ve hatta
milyarların takip ettiği bir şeye saldırıyı ben sadece endişe ve korku
belirtisi olarak görüyorum. Bırak isteyen istediği gibi film yapsın, isteyen
istediğini izlesin. Sen iyiysen, yaptığın iş özgünse zaten sinemaseverler gelir
seni bulur ve yaptığın işe de gereken saygıyı verir. Ancak bence sıkıntı şu ki
bu tür açıklamalar yapan yönetmenler, bir noktada sinema elitleri olmuş haldeler
ve kendi koydukları standardın altında daha doğrusu kendi sınırları dışında
herhangi bir şeyin, maddi ya da manevi olsun, başarılı olmasına tahammülleri
yok, bu başarıdan korkuyorlar.
Yaşadıkları
korkunun ve endişenin vücut bulmuş örneklerinden birisi ise tam olarak bu film.
Evet, “Avatar” 2009 yılında çıktı ve
o zaman için çok acayip bir şeydi; öyküsüyle değil de gelişmiş CGI
teknolojisiyle. İnsanlar akın akın sinemaya gidip izlediler ve hatta tekrar
tekrar izlediler. Böylece de Avatar’ı
tüm zamanların en çok hasılat yapan filmine dönüştürdüler ki bu işin bir de
kayıtsız izleyici bölümü var. Mesela ben Avatar’ı
sinemada izlemedim. 2009 yılında liseye yeni başlamıştım ve hatırlıyorum da
kötü bir sinema çekimiyle sınıflarda ve konferans salonunda, derste ve hafta
sonu tatilinde tekrar tekrar izlemiştik. O zamanlar için Avatar, benim açımdan ilkokul zamanlarımdaki “Mumya” ya da “Buz Devri”
filmleri gibi bir şey olmuştu; yani amaçsızca tekrar tekrar izlenen ama üzerine
o kadar da düşünülmeyen, öncelikle eğlenilen bir film. Dürüst olmam lazım, 15
yaşındaki ben ile neredeyse 30 yaşına gelmek üzere olan benin hayat görüşleri
elbette aynı olamaz ama gerçekten o zamanlar filmin alt metnine hiç ama hiç
bakmamıştım ve düşünüyorum da sanırım 2009 yılından sonra da o filmi bir daha
hiç izlemedim, neredeyse hiç düşünmedim bile. Elbette yönetmen devam filmlerini
çekeceğim diyene kadar.
Peki,
bu devam filmlerini çekme arzusu nereden geldi? Söyleyeceklerim elbette benim
kişisel yorumum ama biraz önce bahsettiğim korku meselesi var ya hani, işte tam
olarak o. “Avengers” filmleri Avatar’ın gişe başarısına tehdit haline
geldiklerinde James Cameron, önce süper kahraman filmlerini olumsuz gösteren
açıklamalar yaptı ve sonrasında da 4 yeni Avatar
filmi çekileceği duyuruldu. Hatta bu filmlerin gişede süper kahraman filmlerini
silip süpüreceği tarzı yorumlar falan da yapıldı ama son gelen bilgilere göre “Avatar 4” ve “Avatar 5” filmlerinin kaderi şimdilik belirsiz. “Avatar 3” ise çoktan çekilmiş olduğu
için gelecek yıl mecburen gösterime girecek ama son iki filmin kaderini bu film
ve Avatar 3 belirleyecek gibi
görünüyor. Ben bu filmlerin gişede tatmin edici bir gelir elde edeceklerini
tahmin ediyorum ama Avatar başarısı
gelir mi emin değilim çünkü o filme başarıyı getiren biçimsel olarak yenilikçi
oluşu, ilk oluşu, öncü oluşuydu. Bu filmler ise artık sinema izleyicisinin CGI
ile daha içli dışlı olduğu bir dönemin ürünleri. O sebeple işleri çok daha zor.
Üstelik bu filmi izlerken daha dikkatli baktım da Avatar evreni öykü olarak gerçekten hiç orijinal değil. Bu bildiğimiz Yeni Dünya’nın keşif ve işgal sürecinin bir yeniden üretimi. James Cameron kendi tarihinin başlangıç serüvenini almış, uzaya taşımış. Yeni Dünya Pandora olmuş, Yerleşimciler Hava İnsanları ve Yerliler de mavi derili Naviler olmuş. Avatar da sonuç olarak tarihi sürece Yerliler tarafından yaklaşan, onları daha mistik bir konuma taşıyan ve Yerleşimcileri şeytanlaştıran bir film olmuş. İyi güzel ama biz öykünün sonunu biliyoruz. Tarihini kendine malzeme yapan ve süper kahraman filmlerine çamur atan James Cameron, eğer gerçekten büyük sinemacıyım diyorsa, bence tarihi ile gerçekten yüzleşmeli ve Avatar 5’in sonunda bize Hava İnsanlarının zaferini ve gerçekleşen vahşeti sunmalı. Öteki türlü yapacağı tek şey kökenini çizgi romandan değil de ABD tarihinden alan ama onu fantastikleştirip çarpıtan başka bir süper kahraman öyküsünü bize sunmak olacak çünkü ilk iki filmde yaptığı tam olarak bu. Hem Avatar hem de Avatar: Suyun Yolu filmleri, sömürgecilik gibi küresel bir gerçekliği ve sorunu işliyor ama her iki filmde de konu kişiselleştirilerek bir kahramanın macerasına dönüyor. Bu bir Hollywood projesi olduğu için farklı bir şey beklemek, daha toplumsal bir yaklaşım ummak elbette güç olur. Ancak James Cameron, eğer bu filmlerin süper kahraman filmlerinden daha iyi olduğunu iddia ediyorsa, o zaman dediğim gibi bize gerçek bir son vermeli çünkü öteki türlü o da bir hava insanı ve de sömürgeci olur. Tarihi sömüren bir sömürgeci!
126) Green Lantern: Beware My Power/Jeff Wamester (2022): “DC” kahramanlarını ve öykülerini ne kadar sevdiğimi tekrar ve tekrar söylüyorum ama “Marvel Sinema Evreni” ile kıyaslandığında, “DC Genişletilmiş Evreni” çok başarısız bir girişim olarak kaldı. Anlaşıldığı kadarıyla da yeni DC patronları her şeyi sıfırlayarak taze bir başlangıç yapmaya karar verdiler lakin şimdi DC’nin başarısız canlı çekim filmlerinden konuşmanın sırası değil. Evet, DC canlı çekim evren yaratımını pek beceremedi ama 2013 yılında başlattıkları çok güzel bir animasyon evrenleri vardı fakat maalesef 2020 yılında bu evreni sonlandırdılar. Geriye de çok güzel 16 film bıraktılar ama “DC Animasyon Evreni” biterken aynı yıl “Superman: Man of Tomorrow (2020)” filmi ile “DC Tomorrowverse” adlı yeni bir animasyon evreninin inşasına başladılar. Ardından “Justice Society: World War II (2021)”, “Batman: The Long Halloween Part I & Part II (2021)” filmleri ile evren hızla büyümeye başladı ama açıkçası tercih edilen çizim biçimi ve kahramanların tasarımları sebebiyle bu evrene tam olarak ısınamamıştım, ta ki bu filme kadar. “Hal Jordan”ı da sevmekle birlikte benim favori “Green Lantern”ım her zaman “John Stewart” olmuştur ve bu filmdeki esas karakterimiz de o ve anlaşıldığı üzere bu evrenin esas Green Lantern’ı da o olarak kalacak çünkü (sürpriz kaçıran geliyor) Hal Jordan öldü ve bu yeni evrende olmayacak. Film, bir “Guardian”ın John’a bir yüzük getirmesi ile başlıyor. Yüzükten kurtulmak isteyen John, yardım için “Watch Tower”a gidiyor ve yüzüğünden daha büyük problemler olduğunu öğreniyor. Böylece bir anda kendisini “Green Arrow” ile “Oa”ya, Green Lantern üssüne giden bir uzay gemisinde buluyor. Üstelik uzayın derinliklerinde “Rann-Thanagar Savaşı” da patlak vermiş durumdadır. Artık John’un yapması gereken yüzüğü kabullenmek, savaşı durdurmaya yardım etmek ve tüm bunların arkasındaki asıl tehlikeyi ortaya çıkarıp etkisiz hale getirmektir. Ayrıca bu yolculukta yalnız da olmayacaktır. Green Arrow dışında bir Thanagarlı olan “Hawkgirl” ve Rannlı “Adam Strange” de ekibe dâhil olacak ve bize harika bir süper kahraman filmi izleme şansı verecekler. Sanırım bu evreni giderek seveceğim ve açıkçası yeni filmler için şimdiden heyecanlıyım. Size de kesinlikle önerebileceğim bir film ve de bir evren. Şimdiden iyi seyirler.
127) Pierrot Le Fou-Çılgın
Pierrot/Jean-Luc Godard (1965):
“Fransız Yeni Dalga” filmleri hiçbir
zaman favorim olmamıştır. Yani akım içinde yer alan yönetmenlerin o biçim
bozucu yöntemleri ile ürettikleri filmleri izlemek bir yönüyle hep yorucu
olmuştur benim için. Yalan söylemeyeceğim, kişisel sinema zevkim çerçevesinde
amatör oyuncu kullanımını ve akışı bozan kurgu ve açı tercihlerini sevmiyorum.
Benim açımdan içeriksel, öyküsel özgünlük her zaman biçimsel özgünlükten önce
gelir. Şöyle de söylenebilir; benim için öyküyü nasıl anlattığın değil, ne anlattığın
önemlidir ve o sebeple sanırım Fransız Yeni Dalga hiçbir zaman benim favorim
olmayacak. Bu film özelinde de benzer yorucu özellikleri tekrar tekrar gördüm.
Yine amatör oyuncular, yine atlamalı sahneyi bozan kurgu teknikleri ve yine
öyküsel tutarsızlıklar ama filmden tamamen nefret ettiğimi de söylemiyorum.
Karakterlerin dördüncü duvarı yıkıp doğrudan seyirciye konuştuğu kısımları çok
etkileyici buldum. Bana göre filmin yaptığı en güzel şeydi.
Aslında
Fransız Yeni Dalga gibi alanlara çok girip de buralara sataşmak istemiyorum
çünkü bu ve benzeri Avrupa kökenli akımlar, bir noktada sinemanın kutsalları
olmuş gibiler. Adeta bu akımların ve akımlara dâhil edilen yönetmenlerin
yaptıkları her şey mükemmelmiş gibi bir algı var ya da bana hissettirilen hep bu
oldu. Mesela, yine elbette bence, bu film bir Hollywood polisiye aksiyon
filminin ucuz yollu bir Avrupa sürümü ki zaten Yeni Dalga yönetmenlerinin film
dilinin gelişiminde bolca izledikleri Hollywood tür filmlerinin etkisi
büyüktür. Vietnam Savaşı gibi dönemin politik konularına yaptığı göndermeleri
bir kenara bırakırsak, bu yapım bence kötü bir tür filmi örneği. Biçim olarak
çok zayıf ve bu zayıflığını da karakterlerinin güçlü ve zorlayıcı ya da başka
bir değişle zorlama diyalogları ve monologları ile kapatmaya çalışıyor. Bence
bu filmler görsel olarak zayıf ama sözsel olarak güçlü filmler lakin sinema her
zaman öncelikle görsel bir sanattır.
Vietnam
Savaşı demişken Avrupa sanat sineması hakkında sevmediğim bir şeyi daha
hatırladım. Evet, Hollywood gibi birinci sinema, popüler sinema dediğimiz
sinemalar temelde etliye sütlüye bulaşmayan eğlence filmleridir ve hemen hemen
hiç politik bir çabaları yoktur. Aslında bu doğru sayılmaz. Temel politik
çabaları mevcut düzeni korumaktır ve bu sebeple de düşündürmekten çok
eğlendirmeye, duygulara hitap etmeye öncelik verirler. Yani popüler sinema
seyirciye bir kurtuluş sunma çabasında değildir. Diğer yandan Üçüncü Sinema
olarak da anılan politik ya da devrimci sinema ise toplumsal meselelere eğilir
ve seyirciyi değişime çağırır. Devrimci sinema duygudan çok düşünceye önem
verir, izleyeni düşünmeye ve sorgulamaya itmeye çabalar. Devrimci sinema
değişimi amaçlar. Kısacası hem popüler sinema hem de politik sinema amacında
nettir ve bu sebeple de bu iki ucu da severim ama Avrupa sanat sinemasına
baktığımızda ne tam olarak eğlencelidir ne de tam olarak politik. Sanat
sineması benim açımdan çorbaya düşen sinek gibidir ama sadece tek bir sinek.
Sineği görmezden gelip çorbayı içmeye devam da edebilirsin ya da o çorbayı
döküp yenisini de doldurabilirsin ama hadi dürüst olalım herkesin de bir sinek
için koca kâseyi boşaltacağına güvenemeyiz. Belki biraz midemiz bulanır ama
sıcacık çorbamızı içmeye devam ederiz çünkü kâseyi boşaltıp yeni bir çorba
doldurmak, bir tane sineği görmezden gelmekten daha fazla enerji tüketir. Bu
sebeple de genelde sineği görmezden gelmek seçilen yoldur. O yüzden ya bize
çorbayı döktür ya da bırak zevkle karnımızı doyuralım, keyif alalım. Öteki
türlüsü sadece kendi vicdanını kandırıp ben bir şeyler yapmaya çalıştım
demekten fazlası değil.
Toparlamam gerekirse; bence Avrupa sanat sineması, adı üstünde sinemayı sadece sanat yapmak için yapan bir gelenek ama benim için kıymetli olan toplum için yapılan sanattır. Biliyorum bu çok klişe bir tartışma ama sanat toplum içindir diyorum; düşündürecekse de eğlendirecekse de toplum için topluma yönelik olmalı. Bunca laf söyledim ama bence “Çılgın Pierrot”a bir bakın derim. Siz neler düşüneceksiniz merak ediyorum.
129) Bıçaklar Çekildi: Gizemli Bir
Serüven/Rian Johnson (2022): “Knives Out (2019)” oldukça sağlam bir polisiye gizem
filmiydi ve gösterime girdikten sonra oldukça beğenilip çokça güzel yorumlar
almıştı ve sonrasında devam filmi geleceği duyurusu yapıldığında ben çok
sevinmiştim bu habere ve sanırım sevindiğime, beklediğime değdi. Öncelikle
değinmek isterim ki iki film arasında bariz bir ton farkı var. İlk film daha
pastel tonlarda bir atmosfere sahipken bu filmin atmosferini daha sıcak renkler
oluşturuyor. Bence iki film arasında en dikkat çekici fark bu olmuş. Onun
dışında ilk filmden çok da farklı bir kurgu yok ki bu aslında olumlu bir şey
bence. Bize ilk filmin verdiği keyif standardını yakalan bir öykü yapısı
sunulmuş. Karşımızda ilk film kadar iddialı bir gizem var diyemem ama kendi
içinde özgünleşen, ilk filmi doğrudan kopya etmek istemeyen bir çaba var ve
bence bu oldukça önemli. Neyse işte, kaliteli vakit geçirmek için tercih edilebilecek
bir film sunulmuş bize ve bence her türlü izlenir ve de eğlenilir. İyi
seyirler.
Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de şuradan ulaşabilirsiniz.
Yorumlar
Yorum Gönder